Gözlerinden Yıldızlar Akıyordu: “Gülriz Sururi”

Pınar Çekirge

Üç yıl önce bugün aramızdan ayrılan Türkiye Tiyatrosu’nun unutulmaz isimlerinden Gülriz Sururi’yi, vefatından kısa süre önce dergimiz yazarları Pınar Çekirge ve genel yayın yönetmenimiz Yavuz Pak’ın kendisiyle yaptıkları söyleşiyle anıyoruz….

*****

“Gülriz Sururi, yaşamını sanata, sanatını yaşamına dönüştürmüştür.”

Zeynep Oral

Başını kaldırdı bir an, gözlerimizin ta içine baktı Filumena. Eski, geçmiş, yok olmuş bir zamandan bahsediyor gibiydik dakikalardır. Belki de hayat böyle bir şeydi. Her şey ve gerçekte hiçbir şey.

Sally Bowles, Zilli Zarife, Mahpeyker, İrma, Desdemona, İsabel, Ayşe, Laura, Halide, Zehra, Edith Piaf, Zeyno Bacı, Angela, Nevvare, Shella, Zilha, Mehmene Banu’yu dinliyorduk Yavuz Pak ile. Bütün o yılları dinliyor, İstanbul Tiyatrosu, Karaca, Dormen, Gülriz Sururi/Engin Cezzar Tiyatroları’nın fuayesinde, kulislerinde dolaşıyorduk.

Çevresi ampullerle donanmış aynada beyaz buğu dağılır gibi oldu bir an. Ya da bana öyle geldi.

Dışarıda hava yavaş yavaş ağarmaya başlamış olmalıydı. Karanlığın içine süzülen, inci grisi ışık çakımlarına takıldı gözüm. Ürperdim.

Masa üstünde duran fotoğraflara, program dergilerine, afişlere, “Hadi Çaman, Füsun Erbulak, Selim İleri, Engin Cezzar, Sevinç Erbulak, Pınar Erol, Ayşe Arman, Sezai Solelli, Zeynep Miraç Özkartal, Aydın Boysan, Cemal Süreya, Haldun Dormen, Cevat Ulunay, Melih Cevdet, Haldun Taner, Burhan Arpad, Vedat Demirci, Zeynep Oral” imzalı yazılara, kitaplara uzandım. Üstün Akmen’in sesini duyar gibi oldum birden : “Tiyatro onun coğrafyasıdır.”

Gülriz Sururi yetkin bir tiyatro işçisi, geniş açılı bir yorumla yarını gören, geleceğe belge bırakan, safkan bir yazar, yönetmen ve “yıldız” oyuncu olarak bu ülkenin “simge”lerinden biridir, hiç kuşkusuz. Ve aynı zamanda taşlı, dikenli topraklarda yürümüş, ödün vermemiş, eğilip bükülmemiş gerçek bir aydın.

Hayal ve gerçek, hayat ve düşü birbirine karışmıştım bir kez daha.

“Gelişigüzel, aklıma geldiğince sıralayayım: Türkiye’de Shakespeare oynamış ilk özel tiyatro niteliğini onlar taşıyorlar. Yerli yazarlarımızın yeni yapıtları çoğun onların, Gülriz’le, Engin’in sahnesinden izleyiciye seslendi. Tarihsel sorunlarımıza eğilme, tarihimizi yeni baştan irdeleme çabalarına bu özel tiyatro, kendi kısıtlı bütçesinin çok ötesinde bir yapımla ilgi kazandırmayı denemişti. Nihayet, tiyatronun yıldızı Gülriz Sururi için oyun yazmak gereksinmesini duyan sanatçılarımız bile olmuştu. Hafifsenemeyecek, yabana atılamayacak, daha doğrusu unutulamayacak çabalar, katkılar, girişimler.” (1)

“Tiyatrocu için perde kapamak kuşkusuz ölümle, ölmekle eş anlamlıdır; hele, insan Gülriz Sururi ölçüsünde bir tiyatrocuysa, dünyaya sahne için doğmuşsa, bir kez sahnede ölmeyi göze almışsa.” (2)

Selim İleri’nin “Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’na Bir Sevgi Yazısı” başlıklı makalesini yeniden okurken Edith Piaf, Sally Bowles, Zilha yorumlarını düşündüm Gülriz Sururi’nin.

Yayın taraması esnasında ulaştığımız her kaynak bir başka Gülriz Sururi’ye taşıyor bizi, bir başka oyuna, replikle ve şarkılara. Küçük Sahne’ye, Ses Tiyatrosu’na….

Dilime, sesime düşen Gülriz Sururi’nin “Müzik-Hallerim” adlı albümünden adeta bizim hikayelerimizi anlatan bütün o şarkılar…

Aslında daha annesinin karnındayken hayattaki yönü belirlenmiş, kalın çizgilerle çizilmişti. O, tiyatrocu olacaktı.

“Ben tiyatro oyunculuğunu seçmedim. Böyle bir seçim için zaten imkan tanınmadı. Doğuştan tiyatrocuydum. Gözlerimi neredeyse sahnede, kulislerde açmıştım. Diyebilirim ki, tiyatroda doğdum. Seyircimle büyüdüm. Tiyatro beni bir ana gibi sarıp sarmaladı. Ne sordumsa cevapladı. Öğretmekten hiç bıkmadı. Yol gösterdi. Seçimde özgür bıraktı. Başarınca yüreklendirdi. Taçlandırdı. Hatalarımın cezasını çektirdi. Ve bana, beni hayatın her türlü haline hazırlayan oyunlar oynattı. Sevgiyi, aşkı, ihaneti öğretti. Zenginliği, fakirliği tanıttı. Seçim hep benimdi.”

Türkiye’nin ilk ‘prima-donna’sı Suzan Lütfullah, Kadıköy Fransız Kız Mektebi’nde okurken, gönlünü Ticaret Mektebi öğrencisi Lütfullah Sururi’ye kaptırıyor. Gelin görün ki, ikisi de çok genç henüz. Aileler, olmaz diyor hemen, şiddetle karşı çıkıyor bu beraberliğe. Muhlis Sabahattin’in “Hiç zaman kaybetmeden bize katılın, turnede kimse sizi bulamaz” sözleriyle, bir anda karar verip, Samsun’a doğru yola koyuluyor iki sevgili.

Suzan ve Lütfullah Sururi “Ayşe” Operet’inin hemen ardından ” Tarla Kuşu” , “Çardaş Fürstin”, “Kontes Mariça”, “Gül Hanım”, ” Emir ” , “Bayader” operetleriyle ünlenmiş, başarıdan başarıya koşmaya başlamışlardı çoktan. Almanya’da Polydor’da kayıtları yapılan otuzu aşkın plak… Alkışlar.

“Annemi pek az hatırlarım. Sahnede hiç görmedim.Onu daha çok ev haliyle gözümün önüne getiriyorum.Bir de, Alman Hastahanesi’ndeki döşeğinde. Son görüşümde uzun sarı saçlarını taramaya doyamamıştım. Öldüğünü uzun süre benden sakladılar. Almanya’ya gitti, demişlerdi. Kalamış’ta oturuyorduk. Babam yine operetlerde oynuyordu. Semtin yazlık tiyatrosundaki oyuna beni de götürmüşlerdi. Babam, başrolü oynayan kadın artisti öpünce, seyircilere döp bütün sesimle: ’Yalan, yalan inanmayın! Benim annem şimdi Almanya’da’ diye haykırmıştım.”(3)

Ve işte Gülriz Sururi anlatıyor:

Sahneye ilk çıkan Müslüman Türk kadını teyzem Mevlude Refik’di. Yıl 1920. ‘Gurup’ adlı piyeste seyirci karşısına çıkmış, önceden de, bazı ufak rollerde oynamış aslında, provalara filan katılmış. İhbar üzerine polis tiyatroyu basmış. Teyzem arka kapıdan kaçarak, kendini kurtarmış. Sonrasında, ‘ Son Hediye ‘ adlı oyunda, Beatris takma adıyla oynamak durumunda kalmış. Yani, Afife Jale gibi, profesyonel biçimde bu işi sürdürmemiş. Bu nedenle, Afife Jale’nin ‘sahneye ilk Müslüman Türk kadın oluşu’ doğrudur.”

“Hep şuna inandım, bir tiyatrocu eğer söylenecek sözü varsa, açar perdesini, söyler sözünü. Şanslıydım aslında, kendi tiyatromuzu kurduktan sonra, istediğim yolda yürüdüm, dilediğim oyunu oynadım, diye bilirim. Mesela, özel tiyatrolar arasında en çok yerli yazara yer veren, onların eserlerini sahneye taşıyan biz olduk. Haldun Taner, Güngör Dilmen, Refik Erduran, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Bilgesu Erenus, Başar Sabuncu şu an aklıma gelen ilk isimler.”

“Evet, zor yıllardı belki. Ondan bundan destek almadan, asla ödün vermeden perdemizi açık tutmaya çalıştık. Ekonomik koşullara yenildik sonunda ve tabii, değişen beğenilere. Bu nokta da, özellikle belirtmek istiyorum, 60’lı yıllarda sadece bizde değil, dünyada da tiyatro müthiş bir patlama yapmıştı. Kelimenin tam anlamıyla, tiyatro ‘moda’ ydı. Televizyon, yer değiştiren değerler, yaratılan sanal ortamların hayatımıza girmesiyle, tiyatro ‘moda‘ olmaktan çıktı. O’nu yeniden parlatacak bir şey ya da şeyler, lazım. Ama bu şey nedir, inanın bilmiyorum. Bu durağan dönemin bir biçimde aşılması şart., hem de acilen.”

“Peter Brook’un bir sözü vardır, şöyle der: ‘Tiyatro, bir sahne, bir ışık, bir oyuncudur.’ Bu üç element bir araya geldi mi, tiyatro yapılır.”

“Tiyatromuzun en önemli oyuncuları sahnede yüzlerce tip yaratmak zorunda kaldılar. Oysa gelişmiş bir ülkede beş, bilemediniz on oyunla kariyerini kapatır oyuncu ve böylece, ne kendini tekrarlamış olur, ne de sağlığını kaybeder.”

“Oyunculuk ölene kadar, yaşaya, oynaya öğrenilen, geliştirilen bir meslek bana göre, bir sanat. Kesinlikle yaşamdan keyif almayı bilenlerin işi. Bunu da ne hocadan, ne yönetmenden öğrenebilir insan. Şöhret bir biçimde inşa edilir belki, ama temel sağlam değilse ilk sarsıntıda yerle bir olur.”

“Tiyatro ya sizin hayatınızdır ya da tiyatro yapmayacaksınız.”

“Bilir misiniz, aslında hep iyi gün dostudur izleyici. Son rol aldığı oyunun etkisi tiyatrocu için çok önemlidir. Çünkü seyirci, son oyunda başarılı olamamışsanız, geçmiş başarılarınızı bir an bile hatırlamaz. Acımasızca ortaya koyar yargısını, ama yeni bir başarıyla birlikte aynı izleyiciyi yanı başınızda buluverirsiniz hemen. Üstelik bir önceki yanlışı ya da başarısızlığınızı çoktan unutmuştur bile. Özetle, çapkın sevgili gibidir, izleyici.”

“Tiyatro oyuncusunun şöhreti ne izleyicinin alkışından ne basının verdiği destekten, ne de rolünü iyi çıkartmasından başlar. Tiyatro oyuncusunun şöhreti, öncelikle kulis adabıyla başlar.”

“Kimi zaman beni asıl yoran, sahnedeki değil, kulislerde oynanan oyunlar oluyordu. Günlük sorunlar, gelişmeler arasında, inanır mısınız, ancak sahnede, iki saat tiyatrocu olduğumu anlıyordum. Bazen sahnede bile tiyatronun işleri geliyordu aklıma. Ertesi gün ödenecek senetler, yeni sezonda hangi oyunu sahneleyeceğimiz, salon kirası, turne programı gibi şeylerle doluydu beynimin bir tarafı. Şöyle diyebilirim, duygumu, tekniğimi ve tiyatroya dair sorunları aynı anda yaşayarak oynadım bütün o rolleri. Belki de mutluluğu, her zaman ‘zor’ olanı başarmakta buldum. Kim bilir ?

“Çocuk tiyatrosunda oynarken, on dört yaşında filan olmalıydım, ne yapar eder hep Cahide Sonku’yu izlerdim. Çok güzel bir kadındı Cahide Hanım. İşte o günlerin birinde, sanırım Ankara’da turnedeydik, Lütfi Ay’ın yazdığı ‘Gülriz Sururi çok yetenekli, sadece tonlamalarında Cahide Sonku’yu taklit etmese’ tenkidini okuyunca düşündüm. Etkisinde kalmıştım hiç kuşkusuz Cahide Hanım’ın ama kesinlikle taklit etmiyordum. Kendim olmaya, sadece kendim gibi konuşmaya o an karar verdim… Ve hep Gülriz oldum.”

“Gülriz’i doyasıya yaşamak, Gülriz kalmak hoşuma gidiyor.”

“Yaşamla ölüm arasına bir şey koymalı insan.”

“Pişmanlık mı, hayır! Yeniden hayata başlayacak olsam, en zor günü bile atlamadan, ‘tiyatrocu’ Gülriz’in yaşadıklarını tekrar tümüyle yaşamak, yaptıklarını yapmak isterdim. Her zaman tiyatronun hayattan daha gerçek olduğuna inandım ben.”

Giyim zevki, incelikli tavırları, zarafeti, yılları yoksayan güzelliği, berrak gülümseyişiyle Gülriz Sururi…Heyecan veren oyunculuk tekniği, hangi karakteri yaşar kılarsa kılsın ona boyut katan, her defasında tadına doyulmaz resitaller sergileyen gerçek bir yıldız oyuncu…Tartışılmaz bir virtüöz….Benzersiz bir sahne dehası…Sahne illüzyonu…Safkan bir yazar. Kısaca ve sadece Gülriz Sururi.

Gözlerinin derinliklerinde kaybolduğumu hissediyorum bir an…

Hatırlıyorum; 1968’de Fatih Zevk Sineması’nda ilk kez “Sokak Kızı İrma”da izlemiştim Gülriz Sururi’yi. Sekiz yaşındaydım. Demek elli yıl geçmiş aradan. Sonrasında, ” Zilli Zarife”, “Nikah Kağıdı”, “Hint Kumaşı”, “Evet, Evet, Evet”, “Keşanlı Ali Destanı”, “Güneş de Batar”, “Uzun İnce Bir Yol”, ” Kaldırım Serçesi”, ” Kabare”, “Filumena” , ” Halide “, 1961 ve 1968 ‘den sonra, 1992’de üçüncü kez üstlendiği “Sokak Kızı İrma” rolünde, “Oyuncu”, “Kolay Para” ve ” Söyleyeceklerim Var” da izlediğim Gülriz Sururi….

Gülriz Sururi’nin sanat ve özel yaşamından, “Canlı Maymun Lokantası”, “Othello”, ” Kurban”, ” Teneke”, “Ferhad ile Şirin”, “Midas’ın Kulakları”, “Ben Bir Fotoğraf Makinasıyım” , “Sırça Hayvan Koleksiyonu” ve diğer oyunlarından, başarılarından, ödüllerinden, yaşam felsefesinden söz edecek değilim. Çünkü Gülriz Sururi bütün bunlardan ve yaşamından “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince”( 1978), ” An Gelir ” ( 2002 ), “Zefiros” ( 2016 ) adlı kitaplarında o kadar güzel bir biçimde bahsetmiş ki.

Ben sadece bir güldeste yazmak istedim. Salkım saçak… Kronolojiye aldırmadan. Bildiğim, tiyatro tarihimizdeki Gülriz Sururi için her ne desem, hep bin eksik kalacağı gerçeğiydi çünkü.

Engin Cezzar, “Engin Cezzar’ı Takdimimdir” (2005) adlı kitapta. “Gülriz, tam kadın. Tam kadınlar kıskanç olur. Kıskanmak için haklı olmaları gerekmez”, demişti İzzeddin Çalışlar’a ve şöyle devam etmişti: “Ama aşığım işte. Onsuz yapamıyorum.Bir tek kadını yaşadım.” (4)

Başka ne söylenebilir ki zaten?

PERDE ARKASI: “İLKELERİMDEN VE SANATIMDAN TAVİZ VERMEDİM!”

Antik Yunan’da, tarihsel/toplumsal içeriği itibarıyla en önemli kavramlardan biri “parrhesia”dır. Parrhessia, tehlike karşısındaki cesaretle ilintilidir ve belli bir risk taşımasına rağmen hakikati söyleme cesaretini göstermeyi talep eder. Antik Yunan kültürüne ait hiçbir metinde parrhesia kullanan kişinin hakikate sahip olma konusunda bir şüphe taşıdığına rastlanamaz. Parrhesia’yı kullanan kişi, hakikati dile getirmeden hayatını güvence altına almaktansa, hakikati söylemek adına ölümü göze almayı tercih eder. Çünkü, parrhesia’da hakikati söylemek tarihsel bir ödev olarak görülür.” (5) Gülriz Sururi, sadece olağanüstü yeteneği, yaratıcılığı, bilgi birikimi ve deneyimi ile değil; sanat hayatı boyunca parrhesia’yı büyük bir cesaretle kullandığı için Cumhuriyet tarihimizin en değerli sanatçılarından biri. Sururi’nin aktardığı anılar, O’nun parrhesia kullanımına dair çarpıcı örnekler sunuyor bize: “Ankara’da Kabare’yi oynadığımız dönemdi. Aziz Nesin geldi ve o meşhur Barış Bildirisi metnini sadece Engin ve benim okuyup, uygun bulursak imzalamamız için verdi. Cüneyt Türel dışında kimseye okutmamamızı özellikle belirtmişti, çünkü imzacıları itinayla seçiyorlardı. Okuduk ve imzaladık. Barış Bildirisi’ni imzaladığım için Selimiye Kışlası’na ifade vermeye çağrıldım. O gün Yaşar Kemal ve eşi Thilda Kemal de oradaydı. Bazı meslektaşlar bildirinin arkasında durmayı‘başka bir şey zannettik’ diyerek sıyrılmaya çalışırlarken, cesaretle çıkıp bildiriyi sonuna kadar savunduk. Orada ifade verirken, beni korumaya çalışan bir subay sürekli imzamı çekmemi ya da yanlışlıkla imzaladığımı söylememi istiyordu. ‘Bakın, ben bir şeyi üç kez okumadan imzalamam. Ne imzaladığımı gayet iyi biliyorum!’ dedim ve çıktım.” Ülkenin askeri bir darbe ile zorla değiştirilen nitelikleri ve uygulanan baskılar karşısında sessiz kalamayan Gülriz Sururi gibi yürekli sanatçı, aydın ve yazarlarımızın göstermiş oldukları bu cesaret tarihe geçer.

Sururi devam ediyor: “1980 darbesinden sonra bir dönem, Milliyet gazetesinde Biz Kadınlar köşesi hazırlamıştım. günlerde, Adalet Ağaoğlu’nun da yer aldığı bir televizyon programında bana Biz Kadınlar köşesi açtılar. Bana ayrılan beş dakikalık süre dahilinde kadınlarla sohbet ediyordum. Bir gün stüdyoya sansür kurulundan bir adam geldi, koltuğa oturdu ve dikkatle programı izlemeye başladı. O gün çağdaş kadın konusunu işliyordum. Birden, ‘çağdaş sözcüğü yasaklandı, kullanamazsınız’ dedi. Demek, Evren Paşa bu sözcüğü de yasaklamıştı! İşte o an kararımı verdim. Çıkıp gittim stüdyodan ve ertesi gün basına demeç vererek sansür nedeniyle programdan istifa ettiğimi duyurdum.”

“Nitekim, hiçbir zaman ilkelerimden ve sanatımdan taviz vermedim.”

Tarihi boyunca, iktidarların sanat ve sanatçı üzerinde belirleyici, yönlendirici, baskıcı bir rol oynadıkları bu topraklarda, Gülriz Sururi gibi cesur ve idealist sanatçıların varlığı hem sanatın hem de sanatçıların en önemli direniş odağını oluşturur. Kaçınılmaz olarak, politikanın sanatla ilişkisi, Türkiye’nin modern sanat tarihinin başat tartışma konularından biridir. Sanatı, maddi ve simgesel uzamı yeniden şekillendirmek olarak tanımlayan Jacques Ranciére, bu tanımın doğal sonucu olarak, sanat ve politika arasındaki ilişkinin mantığını kuramsallaştırırken Türkiye’nin sanat-politika paradigmasına da bir yönde ışık tutar: ”Burada yönlendirici kavram “uzam”dır. Çünkü politika, zannedildiği gibi, iktidarın uygulanması ve iktidar için mücadele değildir. Siyaset, özgül bir uzamın yapılandırılmasıdır. Bir konfigürasyon eylemidir. Belli bir deneyim alanının, içindeki nesnelerin ve bu nesneler üzerine akıl yürüten öznelerin bulunduğu bir alanın şekillenmesidir. Uzamın ve zamanın yeniden şekillendirilmesi, ‘duyulur olanın’ paylaşımına yol açar. Bu duyulur deneyime “sensorium” denir. Sanatın ‘sensorium’u ile siyasetin ‘sensorium’u ortak bir alanda gerçekleşir. Dolayısıyla sanatı ve siyaseti iki ayrı uzamsal gerçeklik olarak ele almak mümkün değildir. İkisi de duyulur olanın birer paylaşılma biçimidir ve ortak bir tanımlama rejimine bağlıdırlar.“ (6) Gülriz Sururi de sanatı ve eylemleriyle aslında Ranciére’i teyit ediyor: “Hiçbir zaman tiyatronun politik iklimden ayrı düşünülmemesi gerekir. Tiyatro zaten politik olması gereken bir sanattır ve politikadan tiyatroyu soyutlamak düşünülemez. Hayat tiyatroyla başlamıştır çünkü ve onunla devam ediyor yoluna. Biliyorsunuz, tiyatronun ortaya çıkışı, insanoğlunun mağarada yaşadığı dönemlere kadar gider. Tarih boyunca politikacılar ve onların politikaları gelip geçer, tiyatro yoluna devam eder. Öteden beri, politikacıların en çok korktuğu sanat dalı tiyatrodur. Neden? Çünkü tiyatro gerçeğin aynasıdır! Tiyatroda kahraman kötü, hain bir karakter bile olsa, amaç her zaman iyiliği anlatmaktır. Hitler’i bile anlatırken tiyatro gerçekle birlikte insanlık için iyi olanı anlatma derdindedir. Tiyatro her zaman gerçeğin, iyinin yanında, her zaman halktan yana, her zaman güçsüzün, ezilmişin tarafında olduğu için politiktir.”

Benzer biçimde, Sururi bir sanatçı olarak politikayla her zaman yakından ilgilenmiş, politik kimliği ile sanatçı kimliğini diyalektik bir bütünsellik içinde yaşama aktarmış bir sanatçı: “İlk gençlik yıllarımda, biraz politize olmaya başladığım zaman komünizm hoşuma gitmedi. Ama sosyalizm, solcu olmak bana fevkalade uygundu. Bırak cumhuriyeti, demokrasiyi bile beğenmedim. Ülkemde sosyalist bir yönetim olsun istedim. İnsanlar çok daha adil yaşasın, eşitlik olsun istiyordum. Cumhuriyetle hiç meşgul olmadım. O doğup büyüdüğüm, içinde olduğum bir düzendi. Yıllar sonra, o beğenmediğim cumhuriyeti yeniden kazanabilmek için benim bile bir şeyler yapmam gerekliliği çıktı ortaya.” (7) Özgürlük ve eşitlik yanlısı bir sanatçı olan Sururi’nin politik duruşu da Ranciére’i doğruluyor: “Sanat da politika da toplumun varsaydığı düzenin eşitsizliğini, toplumun hiyerarşik yapısını deşifre eden, yani eşitlik ilkesi üzerinden eyleme geçen süreçlerdir. Bu eşitlik talebi, toplumsal yaşamın her anında ve alanında paylaşımdan pay alamayan kitlelerin eşitlik, özgürlük talebidir özünde ve gerçek sanatsal söylemin, bu eşitsizliğe müdahale etme girişimi sanatçının tarihine ve doğasına içkindir.” (8)

Belki de kaçınılmaz olarak, Sururi’nin etik/politik kimliği ve sanatından taviz vermeyen duruşu, O’nun onlarca yıllık sanatsal eyleyiş sürecinde pek çok defa baskıya maruz kalmasına neden olur. Bu baskıların başında sansür uygulamaları gelir. Sururi, “Hayatım boyunca pek çok defa sansürle karşı karşıya kaldım. Her seferinde sonuna kadar direndim. Sanat cesur insanların işidir, özellikle bu ülkede.” diyor. Nitekim, “Türkiye’de geçmişten bugüne uzanan ve sanatın üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallandırılan sansür uygulamaları, eleştirel nitelikte sanat eserlerini yaratan, sergileyen veya dağıtan kişilerin, başka bir deyişle sanatsal ifade özgürlüğünü kullanan kişilerin yaygın baskı ile karşılaştığını göstermektedir. Bu durum Türkiye’de demokrasinin hâlâ olgunlaşmadığına işaret etmektedir. Sansür bu bağlamdaki en ciddi baskı aracıdır ve yalnızca yasalarla değil, farklı aktörlerle ortaya çıkmaktadır. Sansür uygulamaları cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkutma, aşağılama, engelleme, fiziksel saldırı gibi yöntemlerle gerçekleştirilebilmektedir. Sansürü uygulayanlar ise, devlet ve siyasi partiler, devletin çıkarını gözeten bireyler, mahalle örgütlenmeleri, kültür-sanat kurumları, küratörler, meslek örgütleri, sektör temsilcileri, fon veren kuruluşlar gibi devlet-dışı çok sayıda aktördür.” (9)

“Benim kişisel tarihimde otosansüre hiçbir zaman yer olmamıştır. Bu bir sanatçı için kabul edilemez. Sanatçının kendisini sınırlaması onu sanat yapmaktan alıkoyar çünkü.” diyor Gülriz Sururi. Özellikle altını çizdiği “otosansür” olgusu da, maalesef bu coğrafyada sanatçıların yeterince cesur olamamaları yüzünden yaratıcılıklarını törpüleyerek sisteme esir olmalarına yol açmıştır. “Devlet veya devlet-dışı aktörlerden kaynaklı müdahalelerin yol açtığı önemli bir olgu otosansür uygulamasıdır. Bu noktada herhangi bir yaptırımla veya baskı ile karşılaşmak istemeyen sanatçılar kendi çalışmalarını özgürce ortaya koyamamakta ve kendilerine dayatılan sınırlar içerisinde kalarak çalışma yürütmeyi tercih etmektedir.” (10)

Nitekim, Sururi, yaşamı boyunca otosansürü şiddetle reddederek sanatından zinhar ödün vermez ve fakat sansürün sanatı dikenli bir sarmaşık gibi sardığı ülkemizde baskılardan ziyadesiyle nasibini alır. Anlattığı bir kaç çarpıcı örnek bu konuda oldukça öğretici:

“1971 yılında Hair oyununu sahneye koyduk. Hair, tam 11 Mart gecesi açmıştı perdesini. Evet, ne bir gün evvel, ne bir gün sonra, 1971 yılının 11 Mart gecesi başladık oyuna. Ertesi gün 12 Mart’tı ve o sabah gazeteleri okuduğumuzda bizi toplum olarak on yıl geriye götürecek olan bu olayın ilk günlerine ‘ne de yakışır Hair’ dedim. Oyun, tam da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hapishanede idamı bekledikleri süreçte sahneleniyordu ve biz oyunda onlara da gönderme yapıyorduk. Oyun sırasında, gençlerin bir protesto sahnesinde ellerinde taşıdıkları pankartların birinde ‘Deniz nerede?’ yazılıydı. Engin’i Birinci Şube’ye çağırıp ifadesini aldılar. ‘Deniz nerede’ demekle neyi sorduğumuzu, neden güncel olaylarla ilgili bir sürü pankarta yer verdiğimizi sorup sansür koydular. O pankartlar değiştirilmezse oyunun yasaklanacağını söylediler.” Devlet tarafından böyle sansürlenen Hair oyunu, devlet-dışı bir sansür furyasına da maruz kalır: Hair’in sahneleneceği gün yaklaştıkça heyecandan uykularım kaçıyordu. Bir yandan basının malum kanadı kıyamet koparmaya devam ediyordu. Şule Yüksel Hanım, ‘Ey savcı, neredesin?’ diye bağırıp duruyordu sütununda ve devam ediyordu: ‘Gazetelerde dehşetli bir haber okuduk. Haber Türkiye’de tahakkuk ettiği takdirde, Müslüman Türk milletimizin ve gençliğinin ahlakı mevzuunda bütün ümitlerimizi kaybedeceğimizi bildiğimden, bütün savcılarımızı vazifeye davet ediyorum.’ Babıali’de Sabah gazetesi: ‘Sen Hair nedir bilir misin, nereden bileceksin? Hair’de kadınlar çırılçıplak rol alacaklar sahnede, külot bile giymeyecekler. Seyirciler bunları oyun boyu seyredecekler, kesesi dolgun olan da sahnede gözüne kestirdiği orospuya kartvizit gönderip randevu istecek. İşte Hair budur.” (11)

Devlet ve devlet-dışı tüm sansür girişimlerine rağmen Sururi ve arkadaşları oyunu sahneye taşırlar ve onun şu sözleri adeta baskılara karşı sanatsal bir direnişin zaferine işaret eder: “Sessiz sedasız bakarız yüz yüze / Üstümüzde kürkler, boncuklar/ Uygarlık yolunda uyuşmuş kalmış bu milletle / Bakışırız yüz yüze. / Her gün yeni bir yalan, / Yalan üstüne hep türküler. / Gölge etme, gölge etme doğsun güneş / Aydınlatsın, aydınlatsın….’ Tüm salon katılmıştı o gece Hair’in bu son şarkısına, 11 Mart 1971 gecesi. Ancak, 12 Mart gecesinden sonra bir başka anlam kazanmıştı aynı sözler. ‘Gölge etme, gölge etme’ derken tek bir varlık gibi seyircinin üstüne üstüne yürüyen gençler, daha bir hırsla, daha bir tutkuyla söyler olmuşlardı aynı şarkıyı!” (12)

Sururi’nin unutamadığı sansür girişimlerinden biri de, 20. Yüzyıl’ın en bohem, en aykırı yazarlarından biri olan James Baldwin’in Düşenin Dostu oyununu sahneledikleri sırada yaşanır. Hapishanede eşcinsel ilişkileri konu edinen “Düşenin Dostu” (Fortune and Men’s Eyes) oyunu, İstanbul Valiliği tarafından 7 Şubat 1970 günü, ahlaki gerekçeler öne sürerek yasaklanır. Oysa oyun iki aydır gösterimdedir: “Oyunu kırk bin kişi seyrettikten sonra, bir gün pat diye yasak etti Vali Vefa Poyraz. Valinin Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’na dayanarak oyunu kaldırmaya hakkı olduğu gibi, tiyatronun da Danıştay’a başvurarak kararı geri aldırmaya hakkı vardı. Ve ilk kez, savcılığın takipsizlik kararı verdiği oyunu Valilik, yetkisinin ve Anayasa’nın dışına çıkarak kapatmak üzere harekete geçmişti. Valinin yazılı emrine rağmen kapamadık tiyatromuzu! Kanunun ve anayasanın bize tanıdığı direnme hakkımızı sonuna kadar kullandık ve savcılığın bilirkişi raporunun olumlu olması karşısında vali emrini geri almak zorunda kaldı.” Devletin sansür girişimini bu defa hukuki mücadele ile aşılır ve ülkemiz tiyatro tarihinin unutulmazlarından Düşenin Dostu oyunu sahnelenmeye devam eder. Gülriz Sururi oyunu sahnelemek için sergiledikleri haklı direnişin zeminini hazırlayan düşüncelerini şöyle aktarıyor: “Tiyatroda insan yaşamının her kesitinden örnekler vermiştik bugüne değin. Şimdi ülkemizde azımsayamayacağımız, küçümseyemeyeceğimiz bir kesitin sorunlarına eğilecektik. Aslında gerçekler insanı rahatsız eder. Toplum kurbanlarının dramını, bizim onları layık gördüğümüz yerden kurtulmak çabalarını izlerken rahatsız olacaktık, gördüğümüz gerçeklere inanmak istemeyecektik. Eşcinseller her zaman ilgimi çekmişti. Eşcinseller son yıllarda belli bir artış göstermiş, tüm dünya ile birlikte, belki biraz gerisinden, Türkiye’de de yüzeye çıkmıştı bu konu. İnsanların cinsel yaşamlarında özgür olmalarından yanayım. Ayrıca aileler, analar babalar çocuklarına nasıl davranıyorlar, nasıl davranmalılar? Çocuğun yiyeceğinden, giyeceğinden başka sorumluluk bilmeyen anaların görmesini istiyordum bu oyunu.” (13) Sururi’nin ısrarla sahnelenmesini istediği ve bunun için büyük mücadele verdiği oyun çok ilgi görür. Dönemin gazeteleri şöyle bahsederler: “Bu bir medeni cesaret meselesidir, topluluğu tebrik ederiz. İnsanı allak bullak eden bir gerçek anlatılıyor Düşenin Dostu’nda. Oyun bugüne kadar gördüklerimizin en cesur ve en çırılçıplağıdır. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu sanata olan borcunu bu bir tek oyunla ödemiş sayılır.” (14) Sansür bir kere daha kaybetmiştir, Sururi’nin azmi ve cesareti karşısında…

Gülriz Sururi, sansüre uğradığı bir başka anısını daha anlatıyor: “1989 yılında TRT’de Keşanlı Ali dizisinde geçen “Kürt” sözcüğü sakıncalı bulunarak sansürlenmişti. “Lazı Kürdü, Pomağı, Maraşlısı, Vanlısı, Erzincanlısı, Kemahlı / Hepsi kader yoldaşı” diye başlar oyun. Kürt sözcüğü sansüre takıldı o dönemki siyasi iklimde. Kürt sözcüğü yerine “laylomlom” ifadesini koydular.” Bu noktada, sözü Keşanlı Ali Destanı’nın yazarı, tiyatro tarihimizin en önemli isimlerinden Haldun Taner’e bırakmakta yarar var. Zira, Sururi’nin sanat hayatı boyunca uğradığı baskılara ve sansüre karşı isyanını, O’nu “Nota olsa do, renk olsa nar rengi” diye tanımlayan Haldun Taner pek güzel betimliyor: “Bunca yıllık tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki, sansürcülerin ölçütleri çok değişkendir. Bir dönem bir önceki dönemin yasakladığını aklar. Sansürün değer yargıları sanatın, düşüncenin, bilimin, gerçeğin yasalarına uymaz. Çoğu zaman bunlarla çelişki halinde olur. Çünkü sansürü uygulayanlar sanat ve fikir adamı değil, politik iktidarların kontrol memurlarıdır. Bu bakımdan dünyanın neresinde olursa olsun, zaman bu tutarsızlığı ortaya er geç çıkarır, tu kaka edilen eserlerler geç eski tahtlarına geçer, otururlar. Ismarlama sanat, güdümlü sanat sevdası ancak bu konuda bilgisi, tecrübesi olmayanlardan sadır olabilir. Her şeyimizle örnek aldığımız Atatürk’ün bu konudaki toleransı da bize örnektir. O Atatürk ki, ‘basın özgürlüğünün en iyi panzehirini yine basın gürlüğünde’ bulmuştur. Demokrasi bu demektir. Çokseslilik demektir. Başkasının düşüncesine saygı göstermek demektir. Bilime, sanata, basına düşüncesini, değer yargısını, zevkini empoze etmeye kalkmama olgunluğu demektir. Bunsuz demokrasi olmaz. Olur diyenler ancak kendilerini aldatırlar. Sansür sağlam rejimlerde, kimsenin aklına dahi gelmeyen bir korku psikozunun simgesidir. Sanatın, bilimin, yaratma ve arama özgürlüğüne karşı konulmak istenen bir korku barikatıdır. Hiçbir zaman, hiçbir yerde tutmamıştır. üşüncenin özgürlüğünü önleyememiştir. Ancak bir süre için rahatsız etmiş, sonra alanı kutsal düşünce özgürlüğüne bırakıp gitmiştir. O düşünce özgürlüğü ki, onsuz ne sanat, ne bilim, ne kültür, ne uygarlık olur.” (15)

“Keşanlı Ali Destanı” gibi “Kaldırım Serçesi” de TRT kurallarına takılmış olmalı ki Can Yücel in sözlerini yazdığı “Metressiz Teres” şarkısı “Yapayalnız Teres” olmuştu. Ayrıca,” Bizim Semt ” şarkısında geçen “karhane” sözcüğü de usulca geçiştirilivermişti.

On yıllardır bizzat yaşayarak deneyimlediği tiyatro-politika ilişkisinin bugününe dair şunları söylüyor Sururi: “Elbette tiyatro da politik rejimlerden, uygulanan politikalardan, politik iklimden olumlu ve olumsuz olarak etkileniyor. Mesela, ilk defa sanattan ve tiyatrodan bu kadar uzak bir politik rejimin içindeyiz. Ama buna rağmen tiyatronun giderek yaygınlaştığı bir süreç yaşıyoruz. Sahnelerin kapatıldığı bir dönemde, İstanbul’da her akşam 200 sahne perdesini açıyor. Benim, tiyatromuzun ‘altın çağı’ diye nitelendirdiğim dönemde bile, İstiklal Caddesi’nde sadece 24 tane tiyatro perdesini açardı. O dönem tiyatroların merkezi Kadıköy değil, Beyoğlu idi. Bugün sadece Kadıköy’de 60 tane tiyatro sahnesi var.Bunlar çok cesur ve fedakar genç tiyatrocular. Televizyonda kazandıkları paralarla kat, yat, villa almak yerine tiyatro yapmayı tercih eden yürekli çocuklar. İşte bu, tiyatronun ne kadar kutsal olduğunu ve bu politik iklime rağmen hala nasıl direndiğini gösteriyor bize.”

Gülriz Sururi, hayatını tiyatroya adamış bir sanatçı olarak, tiyatromuzun gelişimine sadece sahnede değil, sahne dışındaki pek çok faaliyetiyle de katkı sunuyor. Tiyatrodan hiçbir zaman kopmayan Sururi, günümüzde özellikle tiyatromuza damgasını vuran alternatif tiyatroları yakından takip ediyor: “Alternatif tiyatrolar büyümeye ve gelişmeye başladı ve umut veriyorlar tiyatromuzun geleceği için. Öte yandan, bu tiyatroların en önemli handikaplarından biri, birbirlerine çok benzeyen işler yapmaları. Farklı işler yapmaya çalışırken, hatta marjinal işler yaparken bile aynılaşabiliyorlar. Farklı alanlarda, farklı konuları, farklı biçimlerde sahneye taşımayı araştırmaları gerekiyor. Bu hem onların gelişimleri hem tiyatromuzun gelişimi için önemli. Çok fedakarca ve cesurca tiyatro yapan bu insanların, bu anlamda özeleştiri mekanizmaları da geliştirmeleri gerekiyor. Yetenekli oyuncular ve iyi rejisörler de çıkıyor alternatif sahnelerden. Ama bir konuda hayli gerideyiz diyebilirim: Oyun yazarlığı. Oyun yazarlığının da oyunculuğa ve yönetmenliğe paralel bir düzeye gelmesi lazım.“ Gerçekten de, kurumsal tiyatro sistemine hem biçem hem içerik bakımından bir başkaldırı olarak ortaya çıkan ve tiyatral mekanı ve geleneksel anlayışı yapıbozumuna uğratan alternatif tiyatroların en önemli sorunlarından biri, geçen zaman içinde kendilerini yinelemek, tekrara düşmek ve eleştirdikleri sisteme benzemek. Bu durum, Sururi’nin de altını çizdiği gibi, onların varlık nedenlerine yönelen bir tehdit. 1970’lerde Britanya’da doğan alternatif tiyatro akımlarının 20 yıl sonra yaşadıkları krizin altında da benzer nedenler yatıyor: “Britanya alternatif tiyatrosunu 1990’ların başında krize sokan üçayaklı bir değişim oldu. Öncelikle 1970’lerden sonra hâkim hale gelen ve oyun yazarlığını ikinci plana düşürerek yönetmen tiyatrosunu öne çıkaran fiziksel tiyatro ve performans sanatının göz ardı edilemez yükselişi; ardından Britanya’daki sanatı vuran özelleştirme dalgasıyla tiyatroların kendilerini kapitalist bir rekabetçilik içinde bulmaları; ve nihayet, yitirilen sınıf bilinci yerine burjuvazinin dayattığı bireyciliğin sanatçıyı düşürdüğü boşluğun yarattığı marjinalleşme ve marjinallikte standartlaşma. Böylece Britanya’da 1990’ların ortasında bir kriz hâsıl oldu.” (16)

Sururi’nin oyun yazarlığının ülkemizde hala geride kalmış olduğuna dair tespiti ve bu durumun tiyatroların kendilerini tekrarlama handikaplarında oynadığı rolü, akademisyen ve İstanbul DT dramaturgu olan sevgili Doç. Dr. Selen Korad Birkiye şu cümleleriyle teyit ediyor: “2000’li yılların yetiştirdiği oyun yazarlarının ve sahnelenme şansı olan oyunların pek çoğunun 1980’lerin mirasını taşıdığı görülmektedir. Yazılan oyunları tematik olarak ayırdığımızda, hala yabancılaşmış bireyin kendini sorgulamasının, kadın erkek ilişkilerinin ve domestik komedilerin en popüler konu dağarcığını oluşturduğu söylenebilir. 2000’li yılları, tiyatro yazınımızın nitelik ve nicelik açısından hala tökezlediği yıllar olarak adlandırmak mümkündür. Yazılan oyunların pek çoğunun sadece günü değil, çağı da etkileyecek, zamanın süzgecinden geçip gerçekten Türk tiyatrosunun önemli yapı taşlarını oluşturacak nitelikte olduğu söylenemez. 12 Eylül travması atlatılmış gözükse de, tiyatronun canlanmasını sağlayacak ateşleyici gücün eksik olduğunu söylemek için pek çok sebep ileri sürülebilir. Ancak, tiyatro alanında güçlü bir yazın geleneği oturmadıkça, ortaya çıkan oyunlar da izleyici kazanmak için pek olumlu bir katkı sağlamayacaktır.” (17)

Sururi, alternatif tiyatrolara dair bir başka kaygısından daha bahsediyor : “Bu alanda ince eleyip sık dokumak, oyunların hepsini görebilmek gerekiyor. Bu tiyatrolar tanıtımlarını yeterince yapabilme imkanlarından mahrumlar ne yazık ki ve bu yüzden kimi çok güzel işler gözden kaçabiliyor. Sayıları giderek artıyor ve jüriler dahi hepsinin oyunlarını görmeyebiliyor. Bu konuda, size bu sezon yaşadığım ve çok etkilendiğim bir olayı anlatmalıyım: Altkat Sanat adlı alternatif tiyatronun sahnelediği bir oyuna gittim: ‘Dönüşüm’. Beni çok etkileyen, muhteşem bir oyundu! Öte yandan, çok şaşırdım çünkü benim hem tiyatro camiasından hem jüri çevrelerinden pek çok ahbabım vardır ve genellikle aklına fikrine güvendiğim bu insanlara danışarak giderim oyunlara. Kimse bana bu oyundan söz etmemişti. Benim çevremdeki hiç kimse izlememişti. Ben de tesadüfen, Altkat Sanat’ın su baskını sonucu uğradığı zararla ilgili internette gördüğüm bir dayanışma kampanyası sonrası, biraz da destek amacıyla gittim oyuna aslında. Oyunu o kadar çok beğendim ki, ‘neden ben bu tiyatroya daha evvel gelmemişim?’ diye hayıflandım. Kafka’nın metnini Müge Saut’un başarılı rejisiyle, iyi bir kareografi, çok iyi bir dramaturji ve müthiş oyunculuklarla sahneye taşımışlardı. Zaten Gregor Samsa’yı canlandıran Erkan Akbulut bu sezon Afife Ödülleri’nde Yılın En İyi Genç Kuşak Sanatçısı ödülü aldı. Onun dışında oyundaki tüm oyuncular da rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlardı. O kadar çok beğendim ki yaptıkları işi, oyundan sonra tiyatronun kurucuları Nevzat Süs ve Müge Saut Süs ile oturup sohbet ettik. Yıllardan beri İstanbul’da zor şartlarda büyük fedakarlıklarla tiyatro yapıyorlar ve çok başarılı işlere imza atıyorlar. Böyle bir tiyatronun daha büyük bir ilgi görmesi gerek. Ben her platformda Altkat Sanat’ı öneriyorum insanlara artık. Özellikle başarılı işlere imza atan alternatif tiyatroların bilinirliğinin ve tanınırlığının arttırılması çok önemli bence.”

İşte bu noktada, Gülriz Sururi sözlerini eyleme dökeceğini ve tiyatromuzun geleceği adına çok değerli bir girişimini müjdeliyor: “Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü”. Nitekim, İKSV ile işbirliği içinde organize edilecek olan ödül ile ilgili resmi açıklama söyleşimizden kısa bir süre sonra yapıldı: “Gülriz Sururi’nin değerli bağışlarıyla hayata geçirilen Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü, yaptıkları projelerle ve yenilikçi yaklaşımlarıyla tiyatromuzun gelişimine katkıda bulunan tiyatro topluluklarına ya da kişilere sunulacak. Ödül, genç tiyatroculara, sahneleyecekleri bir sonraki projelerinde kullanılmak üzere maddi destek sağlayacak. Ödüle layık görülen proje, İstanbul Tiyatro Festivali programında yer almaya da hak kazanacak.” (18)

Söyleşimizin sonunda, geleceğe dair kısa ve net konuşuyor Sururi: “Elbette bu karanlık geçecek. Umudu elden bırakmak, dilden düşürmek olmaz.” Evet, umut için bir barınak lazımdır. Umut, yakın bir gelecekte yaşanması gereken zaferlere ihtiyaç duymayacak kadar, uzun sürecek karanlıklar karşısında zayıflamayacak kadar zorluklara hazırlanmış bir umut olmak zorundadır. Bu umut, “jeolojik anlamda karanlık çağları, buzul çağlarını aşabilecek kadar” hesabını-kitabını yapmış, Sururi gibi bir sanatçının görebildiği bir umuttur. Çünkü hakikatle insanın yaşam tarzı arasındaki ya da hakikatle kendilik etiği ve estetiği arasındaki ilişkilerin doğasını geliştirmeye çalışanlar, insanlık adına da sanat adına da birer umut vadederler. Gülriz Sururi, etiği estetikle harmanlayan bir öncü olarak, sadece sanatın ve tiyatronun gelişimine değil, topluma ve insanlığa da ışık tutan bir umudun adı. O’nun gibi evrensel boyutta büyük işler başarmış, idealist sanatçıların ışığı yolumuzu aydınlattıkça umudumuz hep yemyeşil kalacak bu topraklarda…

PINAR ÇEKİRGE – YAVUZ PAK

Kaynakça:

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku