Gerçekliği Yeniden Yapılandırmak: “Babamı Kim Öldürdü?”

Neslihan Ekim

Postmodern dönemde, özellikle 1960’lardan sonra, sanatçılar bireysel deneyimlere odaklanmışlardır. Bu bireysel odaklanma, sanatçıları kendi yaşam hikayelerine, özellikle de kavramsal işlerinde kendi otobiyografik unsurlarına yönlendirmiştir. Sanatçılar, eserlerinde kendi hayatlarından parçaları ve içsel hesaplaşmalarını izleyiciyle paylaşarak, kişisel deneyimlerini sanat yoluyla aktarmışlardır. Genç yazar Edouard Louis ise tam bu noktada postmodernizm bireyselciliğini toplumsal bir boyuta taşıyarak yeniden yapılandırmış durumda. 

Edouard Louis, “Babamı Kim Öldürdü” adlı eserinde tiyatro unsurlarını da göz önünde bulundurarak başlıyor. Eserde, bir tiyatro metni olsaydı hayal ettiği sahne düzenini betimleyerek başlıyor; babasıyla olan ilişkisinin sahnedeki yerini, mekânın özelliklerini ve fiziksel temasın eksikliğini öne çıkarıyor. Bu yaklaşık yarım sayfalık bölüm, sanki bir sahne talimatı gibi işlev görüyor ve Edouard Louis‘nin tiyatro eğitimi sayesinde kafasında bir sahne oluşturmasına olanak tanıyor. Eser, 2020’de Thomas Ostermeier ve Edouard Louis‘nin işbirliğiyle sahnelenmiş ve Louis de bu oyunun bir parçası olarak performans sergilemiştir. Fransa’da birçok farklı ekip tarafından sahnelenen eser, Türkiye’de de Ekim 2020’den bu yana Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan‘ın yönetmenliğinde ve Onur Ünsal‘ın oyunculuğuyla izleyiciyle buluşmaktadır.

Otobiyografiyi bir tiyatro metni olarak görmenin kendi içinde yarattığı bir yabancılaşma duygusu var. Bu yüzden gerçekliği yaratmak yazarın kendi gerçekliğinden koparak alımlayıcının gerçekliğine bırakılıyor. Otobiyografik veya biyografik çalışmalar, geçmiş deneyimlerin bir benlik sunumu amacıyla yapılmaktadır. Bu çalışmalarda, benlik bazen geçmiş olayların öne çıkarılmasıyla, bazen ise olayların içinde anlatılarak, fakat her iki durumda da belirli bir izleyici kitlesi üzerinde istenilen etkiyi yaratmaya yönelik bir şekilde sunulur. Geçmişin kurgusu, benliğin kurgusuyla birlikte yeniden oluşturulur ve bu ikisi paralel olarak birbirini tamamlayarak ortaya çıkar. Yazarın iki boyutlu gerçekliği, tiyatronun kendi zamansal gerçekliği ile çok boyutluluk oluşturur. Üstelik bireysel gerçeklik toplumsal gerçekliğe denk düştüğü, onu kapsadığı için karşımıza katman katman bir yapı çıkarıyor Edouard Louis. ailesinin ekonomik zorluklarla mücadele ettiği, homofobik bir toplumda büyüdüğü ve eğitim sisteminin sınıf ayrımcılığını sergilediği bir çocukluk geçiriyor. 

Louis, eserlerinde sıklıkla toplumsal adaletsizliklere ve ayrımcılığa odaklanır ve edebi üslubunu, kişisel deneyimlerini ve toplumsal gözlemlerini bir araya getirerek güçlü bir şekilde sunuyor. Çağdaş Fransa edebiyatında önemli bir figür. Peki, Louis için metamodernist diyebilir miyiz? Timotheus Vermeulen’e bu yazar ile ilgili görüşlerini sordum. Aldığım yanıt oldukça şaşırtıcı oldu. 

Edouard Louis

‘’Metamodernizmin temel özelliklerini Édouard Louis’in edebi eserleriyle elbette ilişkilendirebiliriz: Metamodernizm, duygusal yoğunlukla birlikte ironiyi bir araya getiriyor. Louis’in eserlerindeki duygusal derinlik ve iç görü, okuyucuları etkileyici bir şekilde etkiliyor. Ayrıca Louis eserlerinde sınıf, cinsiyet ve cinsellik gibi temel konuları ele alırken, bu konuları sürekli olarak yeniden yapılandırıyor ve farklı perspektiflerden ele alıyor. Kültürel duyarlılığını kendi konumu üstünden yapılandırdığı için de oldukça tutarlı. Batılı bir yazar olarak batıyı eleştiriyor olması da son derece etkileyici. Elbette metamodernist diyebiliriz, fakat her metamodernist gibi o da kendini böyle nitelendirmeyecektir.’’ 

Genelde bir tiyatro oyununu izlediğinizde ya beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ve bu tamamen öznel bir durumdur. ‘’Babamı Kim Öldürdü?’’ oyunu ise sizi kararsız bırakıyor. Bu kararsızlık hali oldukça tanıdık bir duygu olduğu için Vermulen’den onay alma zorunluluğu hissettim. Metnin ironisinden kaynaklanan bu durum tamamen yeniden yapılandırmanın otobiyografik yönüyle ilgili olduğu aşikar. O yüzden metamodernizmin temel meselelerinden biri olan ‘’yeniden yapılanma’’ durumunu gerçekliğin üstünden, katmanları biraz açarak incelemenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Jacques Derrida‘ya göre, işaretin maddeselliği iletişimi bir temsil olarak algılamaya yönlendirir. Yazı ve konuşma, bir düşüncenin yeniden sunulması sürecinde yapısal bir ilişki içindedir. Derrida, bu ilişkiyi “écriture” olarak adlandırır ve bunu dilin bağlantı düzeniyle ilişkili temsil şekilleri olarak tanımlar. ‘’Babamı Kim Öldürdü?’’ metni yazan da konuşanda yazarın kendisi. Metin içinde metin durumu var. Gösteren ve gösterilen ilişkisi de bu bağlamda çok katmanlı. Yazarın babasıyla ve babası üstünden toplumla olan bir hesaplaşması var. Bu hesaplaşma üstünden elbette pek çok şeyi sorgulatıyor. Bu noktada tekrar etme zorlantısı, bilinçdışından kaynaklanan ve kontrol edilemeyen bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Bu zorlantının etkisi altında, kişi sürekli olarak geçmiş bir travmatik deneyimi tekrarlayarak kendisini sıkıntılı durumlara sokar, ancak bu davranışlarının farkında olmaz. Tam tersine, içine düştüğü durumların tamamen dış etkenlerden kaynaklandığına ve o anki koşullarca belirlendiğine inanır. Freud‘un ölüm dürtüsüyle ilişkilendirdiği tekrar etme zorlantısı, haz ilkesinin üstünlüğünü gösterir ve “haz ilkesinden daha eski, daha köklü ve içgüdüsel” olarak tanımlanır. Ancak bu zorlantının hoşnutsuzluğu gidermeye veya gerilimi azaltmaya değil, tekrara yönelik olduğu göz önüne alındığında, sürekli tekrarın amacı nedir? Yani, sürekli tekrarlanan şey nedir ve tüm bu tekrarların sonunda ne amaçlanır? 

Yineleme, içeriğinden bağımsız olarak ilerlemeye çalışıyormuş gibi görünse de, aslında sürekli bir geriye dönüş şeklinde kendini gösterir. Hayatın her adımında, dolambaçlı yollarla bir önceki noktaya geri dönmeye benzer bir hareket izler. ‘’BABA GÖR BENİ, BENİ FARK ET!’’ Oyun metninin en kritik kriz anı bu tekrarlılığın içine gizlenmiştir. Psikolojik yapı söküm kuşkusuz yazarın bireysel travması ile ilişkidir. Bireysel olanı toplumsal olanın aktivizmi ile iyileştirmeye çalışır. Egemen sınıf toplumu, toplum bireyi yapılandırırken, Louis bu yapıyı yıkmak yerine onu sorgulatmayı seçer. Felsefesi, kendini inşa etmek ve gerçekleştirmek için söylem eylemi üzerine kurulur. Söylemeyen, söylemeye eğilim duymayan bir felsefe hayal etmek zordur. Suskunluk kavramı, zaman zaman felsefenin odak noktası olmuştur. Bu konuda en önemli örneklerden bazıları Kant, Kierkegaard ve Wittgenstein‘da görülebilir. Onların suskunluğu, adeta felsefenin en temel sorularına verilmiş en derin cevaplar gibidir. Özellikle metafizik konuları ele aldığımızda -ki bu ölümü de içerir- felsefenin, derin bir sessizlik içine gömüldüğü görülebilir. Temel soru şudur: Susmak, sözü bitirir mi yoksa yeni bir konuşma mı başlatır? Sessizlik, gerçekten sessizlik midir, yoksa Rilke‘nin ifade ettiği gibi “yeni bir başlangıç, yeni bir işaret ve yeni bir değişim” midir? Sustuğumuzda, konuşmayı sona erdirmiş mi oluruz, yoksa asıl konuşma o zaman mı başlar? Eğer sessizlik da bir iletişim biçimi ise, felsefi bir konuşma tarzı olarak ortaya çıkabilir. 

Bu bağlamda, sorulabilecek bir diğer soru şudur: Ölümle gelen sonsuz sessizlik, felsefi anlamda değer taşır mı? Baba bir temsil biçimi olarak eğer simgesel bir gerçeklikte ise iktidarın, otoritenin ta kendisidir. Sistem nasıl ölür/öldürürlür? Devrim bir sistemin ölümü ise, sessizliğin içine gömülmüş olan ideolojiler geçmişin hayaletleri olarak geri gelmektedir. O halde, yazarın otobiyografisi simgesel bir boyutta indirgenecek ve derinliğini kaybedecektir. Oysa yazar, travmasının hikayesini anlatır. Detaylı ve derinlemesine bir şekilde, eksiksiz olarak hikayeyi aktarır. Bu yeniden yapılandırma süreci, yazarın hayat hikayesine travmatik hatırayı dönüştürmek için gerçekleştirilir. Janet, normal hafızayı bir hikaye anlatma eylemi olarak tanımlar. Ancak, travmatik hafıza, kelimesiz ve değişmezdir. 

Peki, otobiyografik eserlerde benliğin hafıza ile olan ilişkisi ne kadar kurgusaldır? Gündelik yaşamda insanlar, kendilerini başkalarına nasıl sunacaklarını sürekli olarak düşünürler. Sosyolog Erving Goffman, bu süreci “benliğin sunumu” kavramıyla açıklar. Ona göre, insanlar toplum içindeki etkileşimlerinde sürekli olarak bir performans sergilerler ve bu performanslarıyla kim olduklarını gösterirler. Yazarın toplumsal aktivizminin kökeninde yatan ‘’Baba gör beni, beni fark et!’’ travmatik durumu benliğinin inşasında bir varoluş sancısıdır. Bu sancıyı hikayeleştirir. Fakat bu hikaye aynı zamanda onun babasının hikayesi ile toplumsal bir düzleme taşınır. Bir röportajında şöyle diyor: ‘’Gözüme çarpan şey, ezilenlerin genelde bir dışlanma diliyle ilişkilendirilmesi; “dışlanmışlar”, “dışlanmanın şiddeti” diyoruz, oysa babamın ya da Daniel Blake’in hayatına baktığımızda asıl çarpıcı olan, bu yaşamların, dışlanmaktan öte, korkunç bir zulme maruz kalması, ki bu iki mekanizma pekâlâ birlikte işleyebiliyor. Sonuçta, tahakkümün nesnesi, dışlamadan çok daha fazla, zulüm değil midir?’’ 

Son kertede; sanat eseri, sanatçının aktif rolüyle oluşturulurken, aynı zamanda kendisi de bir özne, nesne ve yüklem birlikteliğini içinde barındırır. Bu bağlamda, sanat yapıtı özne-nesne birlikteliği ile şekillenir. Sanatçının yaşamla ilişkilendirdiği duygu, düşünce ve tasarımlar, sanatsal edimin kökenini oluşturur. Rothko‘ya göre, sanat, özgün deneyimlerle ilişkilendirilen öznel anları bir arada tutar. Sanat ve felsefe arasında bir bağlantı bulunmaktadır. Felsefe, mantık bakımından sanatla benzer konuları ele alır. Özne kavramına felsefi bir bakış açısıyla yaklaşmak, tarihsel süreçte “ben”in konumlanışıyla ilgilidir. Antik Yunan’da ortaya çıkan felsefenin temel kavramlarından biri olan özne, Descartes gibi düşünürlerle modern felsefenin tanımlanmasının başlangıcında önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, Descartes’la birlikte, “öznellik” meselesi önem kazanmıştır. Bu durum, modern felsefe içinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Babamı Kim Öldürdü, Moda Sahnesi

Édouard Louis’in ‘’BABAMI KİM ÖLDÜRDÜ?’’ eseri tüm bu katmanlarıyla modernizm ve postmodernizm arasında bir salınım yaratıyor. Söz konusu bu kadar katmanlı bir metni sahneye taşımak olunca da gerçekliğin yeniden yapılandırıldığı söyleyebiliriz. Yazıyı yazarın aynı röportajından bir alıntıyla bitirmek ve tüm bu düşünsel süreçlere sizleri de dahil etmek istiyorum.

‘’Siyaset bir ölüm kalım meselesidir, yaşam ya da ölüm, aslında cinayet. Belirli bir toplumsal ve siyasi kategoriye ait olmak, aslında, insanın erken bir ölüme mahkum edilip edilmeyeceğini belirler. Fransa’da bir işçinin 65 yaşına varmadan ölme ihtimalinin kadrolu bir çalışana göre iki kat olduğunu, LGBT bireylerde görülen intihar oranının diğer insanlardan fazla olduğunu, kadınların her gün eril şiddet kurbanı olup hayatını kaybettiğini biliyoruz. Dünyanın nasıl işlediğini anlamanın en iyi yolu hiç şüphesiz ölümlerin muhasebesini tutmak. En şaşırtıcı olanı da şu ki, yöneten erkekler ve kadınlar aslında tüm bunları biliyorlar, bunu kimse inkar edemez. Herkes işçilerin zor koşullarda yaşadığını biliyor, herkes eril hükmün var olduğunu ya da Fransa’da siyahların veya Arapların çok büyük ölçüde yoksulluğa, banliyölere mahkûm edildiğini, güvencesizliğe, hukuk şiddetine maruz bırakıldığını biliyor. Öyleyse, “Yöneten kadınlar ve erkekler bunları bilmiyorlar mı?” sorusu yerine, “Bildiklerini bildikleri halde nasıl ve neden böyle yönetiyorlar?” sorusunu sormamız gerekmiyor mu? Ve bilginin –acının bilgisinin– dönüştürücü, eyleme geçirici olması için ne yapmak gerekiyor? Babamı Kim Öldürdü’de egemenler hakkında ‘bilmiyorlar’ diye yazmıştım ama yanıldığımı düşünüyorum. Elbette biliyorlar, haklısın, herkes biliyor, toplumsal şiddeti ve ekonomik eşitsizliği görmek için bir kere metroya binmek ya da sokakta yürümek yeter. Siyasetin merkezinde olması gereken soru belki de bilmek ve görünür olmakla ilgili değil, Geoffroy de Lagasnerie’nin dediği gibi, inkar ve şiddetle ilgili olmalı. Ve bu tespit insanı öfkelendiriyor, değil mi? Bu tespiti yaptıktan sonra siyasete dair nasıl sakin sakin konuşabiliriz?’’

NESLİHAN EKİM

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku