Cem Özer ile “Cem Olmak” Üzerine Söyleşi…

Ayçe Özyiğit

Ve sizlerden bir ricam var. On binlerce tezgâh dönmekte bu ülke üzerinde şu günlerde. El ele tutuşun! El ele tutuşun, el ele tutuşun! Sevginin birlikteliğin gücünü gösterin düşmana!” (Cem Karaca, 3 Temmuz 1993/ Gülhane konseri)

Hepimizin hayatında yeri olan bir sanatçı Cem Karaca… Kimimiz 70’lerde tanıştı onunla. Kimimiz 80’lerde… Kimilerimiz de 90’larda tanıdı onu. Defalarca dinledik şarkılarını, konserlerinde belki en ön sıralarda yer bulmaya çalıştık… Çıktığı ilk gün arayıp bulduk kasetlerini… Posterleri duvarlarımızdan hiç inmedi.

Sonra… Sonra tüm diğer sanatçılara yaptığımız gibi bir köşeye bıraktık Cem Karaca’yı. Yitip gidene kadar…

Cem Karaca, Barış Manço, Seyfi Dursunoğlu, Zeki Alasya… Sayamayacağımız kadar çok, yalnız bıraktığımız çok isim oldu. Cem Özer’in yeni oyunu “Cem Olmak” bu vefasızlığımızı vuruyor yüzümüze. 

Belki de birilerini hatırlamanın yolunu cenazelere indirgedik.  “Kişileri hatırlamayı, hatırlatmayı ölümlerinden sonraya beklemek gerekmemeli” diyor oyun. Birilerini hatırlamanın/anmanın yolu, kişilerin ölümlerinden sonra heykellerini dikip, sokaklara isimlerini vermek ya da arabesk bir biyografi filmini çekerek dövünmek de olmamalı. Ya da ölüm yıldönümlerinde sembolik bir iki fotoğraf eşliğinde “saygıyla anıyoruz” samimiyetsizliğine bürünmek, hiç olmamalı.

Birilerini hatırlamak için başkaları öncü olmamalı. O hâlâ yaşarken, bizimleyken bir şeyler yapmak önemli olan. Onu kaybettikten sonra edilen “ah”lar pek bir anlam ifade etmiyor çünkü. “Geçmişteki günlerden bir teselli aramak” için fotoğraflara sarılmak da…

İşte bu duygu ve düşüncelerle izlediğimiz “Cem Olmak” oyunundan sonra, Cem Özer ile yeni oyunu ve tiyatroya dair çok güzel ve çok samimi bir sohbet gerçekleştirdik…

Ayçe Özyiğit ve Cem Özer

Ayçe Özyiğit: Cem Karaca çok değerli bir sanatçıydı. Ne yazık ki diğer tüm büyük sanatçılar gibi o da yaşarken hak ettiği değeri göremedi. “Cem Olmak” oyunu O’na yönelik haksızlıkları dile getiren bir oyun diyebilir miyiz?

Cem Özer: Biz bu oyunu Cem Karaca’ya bir saygı duruşu niteliğinde yaptık. Cem Karaca’dan, kendisine yapılmış olan haksızlıklardan, haksızlıkları yapanlar adına biz özür diliyoruz. O sebeple yaptık bu oyunu. Cem Karaca, ürettikleriyle, yaptıklarıyla topluma önder oluşu ve ışık tutmasıyla, toplumun dertlerine dil olmasıyla çok önemli ve de çok saygıdeğer bir sanatçı olmuştur. Buradaki dil kelimesini iki anlamda kullanıyorum fark ettiyseniz. Dil kelimesi aynı zamanda “gönül olmak” anlamına da gelmekte. Hem dil olmuştur, hem dil olmuştur Cem Karaca. Oyunda, ülkemizde sanatçıya verilen değeri de sorguluyoruz. Bizler “bundan sistem sorumlu” diyerek hep yönetenleri sorguladık bugüne kadar. Oysa ki sistem iki ayaklı bir şeydir. Yönetenler ve yönetilenler. Yönetenleri seçenler de yönetilenlerdir. Yönetilenler düzgün olursa, yönetenler aynı oranda düzgün oluyor. Çünkü hepimiz aynı ağacın kurduyuz. Onlar da bizim içimizden çıkıyor. “Aslında şikayet ettiğimiz her şeyin müsebbibi biziz” demeye çalışıyoruz oyunda. 

Ayçe Özyiğit: Cem Özer ve Cem Karaca’yı aynı hikâyede buluşturan fikir nasıl ortaya çıktı?

Cem Özer: Kafamda Cem Karaca’ya yönelik bir türlü olgunlaştıramadığım bir proje vardı. Tiyatro Keyfi’nin “Çılgın Zamanlar” oyunundan ayrılmaya karar verince bu projeyi oyunlaştırmaya yöneldim. Murat Gül’ün kalemini çok severim. Ayrıca kendisi kafamdakileri anlayabilecek 2-3 kişiden birisidir. Bir diğeri de şu an Amerika’da olan Uğur Uludağ. Kafamdakileri, aslında ne yapmak istediğimi Murat’a anlattım. O da yazmaya başladı. Ara ara bir araya geldik, birlikte celseler yaptık, tartıştık. Sonunda böyle bir proje ortaya çıktı. Kafa seslerinin sahneye getirilmesi, sanıyorum ilk defa bu oyunla yapılıyor. Murat önce kafa seslerinin playback olarak verilmesine karşı çıkmıştı. Onu ikna ettim. Aslında bana kalsa, ben bütün oyunu kafa sesi olarak oynamayı planlıyordum. Başından sonuna kadar, oyuncunun hiç ağzını açmadan her şeyi zihninde canlandırmasını istiyordum, ama Murat seyircinin sıkılabileceğini söyledi. Biraz tarttıktan sonra ben de O’nun bu düşüncesine katıldım. Çünkü ben o performansı kafamda canlandırabiliyorum ama insanlar benden görmedikçe bunun olabileceğine inanamıyorlar. Bu oyun bir basamak oldu fikrimce. Bundan sonra o tarz bir oyun yapabilirim diye düşünüyorum.

Ayçe Özyiğit: Günümüzde teknoloji artık tiyatro sahnelerine de hızla giriyor. Bu durum klasik tiyatro izleyicilerini rahatsız ediyor ama oyunun seyir keyfine ve estetiğe sunduğu katkı da inkâr edilemez.

Cem Özer: Bazı film ve dizilerde insanlar kendi kendilerine konuşuyorlar. Ben o tarz bir diyaloğu hiç gerekli görmüyorum. Bana göre böyle daha iyi oluyor. Geçmişte bu sahneleme tekniği kullanılmıyordu çünkü eskiden tiyatrolarda playback yapılmazdı, hoparlörlü ses tesisatı yoktu. Günümüzde teknolojik anlamda çok fazla yenilik var. Bunları da kullanmak gerekir diye düşünüyorum.

Ayçe Özyiğit: Klasik dokuyu korumak önemli ama post modern çağda olduğumuzu düşünürsek, yeni seyircileri de salonlara çekmek önemli. Evet, oyunlar belki çağa ayak uyduruyor ama salonların bir çoğu gerek akustik anlamda, gerek konfor anlamında  gerekse teknik anlamda kötü durumda. Kimi izleyici kitlesi tarafından sevilmese de, mikrofon kullanılması da bazı salonlarda kaçınılmaz gibi…

Cem Özer: Mesela ben mikrofona karşı olunmasına da anlam veremiyorum. Mikrofon diye bir şey icat edilmişse arkadaki seyirciyi niye üzüyoruz. Sevgili okuyucular ve izleyiciler! Hepimiz diyaframımızı kullanabiliyoruz. Müthiş bir diyafram eğitimimiz var. Zaten o eğitimi olmayan sahneye çıkamaz. (gülüşmeler) Ama eğer bir mikrofon, bir sistem icat edildiyse, bunu kullanmakta da fayda var. Çünkü o zaman fısıltıyı da duyurabiliyorsunuz. Yani oyununuz genişliyor, oyunculuğunuz genişliyor. O yüzden kullanmakta bir zarar görmüyorum. Tabii sonuna kadar açmak değil kast ettiğim, ama arkadaki seyirciyi de üzmeyeceksin. Eskiden sahneler de küçüktü. İnsanlar birbirinin nefes alışını duyardı. Günümüzde sahneler büyüdü. Bir de dile getirdiğiniz gibi gerçekten de bazı salonların akustikleri çok kötü. Oyunda mikrofon kullanmadaki birinci amacım kafa sesiyle benim canlı sesimin örtüşmesi, seyircinin kafasında renk farkı yaratmamasıydı. Diğer amacım da şarkılarla ve Cem Karaca’nın hoparlörden gelen konuşmalarıyla farkın anlaşılması. Oyunu izlediğinizde gördünüz, zihnimin içinde Cem Karaca’yla konuşuyorum. Perdenin arkasındaki dans edilen alan aslında benim zihnimin içi. O danslar, sahnede olan her şey, aslında benim zihnimin içinde oluşuyor. Aslında oyun Cem Karaca’yı canlandıran bir oyuncunun oyununun bitmesiyle başlıyor. Yani ilk baştaki şarkı oynanmış varsaydığımız oyunun son şarkısı. 

Ayçe Özyiğit: “Cem Olmak”, bir yandan Cem Karaca’ya saygı duruşu niteliğinde bir oyun, diğer yandan da oyunda Cem Özer’in, sadece kendisine yönelik değil, hayran kitlesi denilen kitlelere yönelik bir serzenişi var.

Cem Özer: Evet, ne yazık ki bizim kendimiz dahil hiçbir şeye vefamız yok. Nasıl bu denli vefasız, kadir kıymet bilmeyen bir millet olduk bilemiyorum. Galiba 1980’ler sonrası başladı bu çürüme. Hani elma da böyle bir anda çürümez, önce bir tarafı kahverengileşir sonra yavaş yavaş çürüme yayılır ya. Bizler de ona benzer bir çürüme yaşadık. İnşallah geriye dönüşü olur bunun. Çünkü vefa, hatırşinaslık, onarmak, tamir etmek gibi çok önemli duygularımızı kaybettik. Bunun sebebinin hızlı tüketim olduğunu varsayıyorum. Benim hala 15 yıllık ayakkabılarım duruyor. Hasar gördüğünde bile atmayıp tamir ettiriyorum. Çünkü seviyorum. O ayakkabıyla ben çok yol yürüdüm. Biz kıyafetimize bile bağlanır, atamazdık, veremezdik kimseye. Bir kitabı kolay kolay kütüphaneden dışarıya koyamazdık. Şimdiki kuşak bizim yaşımıza geldikten sonra “ah” diyecek. Geç olmadan harekete geçmeleri gerekiyor. Düşünsünler, okusunlar, biraz insan biriktirsinler. 

Ayçe Özyiğit: 80’ sonrası deyince, gözümün önüne Cem Karaca’nın Gülhane konseri geldi. Ben daha 9-10 yaşındayım. Ailemle Cem Karaca’nın konserine gitmiştik. Ve konser alanı boştu. İnsanların konserin bitmesini beklemeyip alanı boşaltması gözümün önüne geliyor hep. Şimdi düşününce, aslında ne kadar acı verici bir tablo olduğunu anlıyorum. “Cem Karaca bizim zamanımızın çok değerli sanatçısıydı” diyenlerle, o gün o konser alanını terk edenlerin kişilerin aynı kişiler olması oldukça ironik aslında.

Cem Özer: Evet, çok haklısınız. Mesela çocukluğunu-gençliğini yaşadığı sanatçıyı yenisini bulunca çok çabuk terk ediveriyor insanlar. Ben de 80-90 dönemi şarkıcılarını örnek göstereyim. Hepinizin hayranı olduğu bir isim mutlaka olmuştur. Peki, büyürken veya büyüdüğünüz zaman neden vazgeçtiniz onlardan? Ne oldu? Size çocukluğunuzdan bir anıydı onlar. Şimdi ‘ah 90’lar’, diyorsunuz. Peki, 2000’lerin başında neredeydiniz? 90’larda büyürken ne oldu da şimdi orta yaşa gelince hayıflanıyorsunuz. Bunları anlatmaya çalışıyorum. Ben artık kalabalık sanatçı cenazeleri görmek istemiyorum. Ben kalabalık sanatçı gösterileri görmek istiyorum. Kalabalık konserler görmek istiyoruz. Sadece birkaç tane sanatçının konserlerini doldurmayın. Her sene X ismin konserine gidiyorsunuz da neden kendi çocukluğunuza ait olan isimlerin konserlerine gitmiyorsunuz? Onlarla hiç anınız yok mu? Bütün anılarınız o isimle mi başladı? 

Ayçe Özyiğit : Şu aralar bu dediğiniz etki var aslında. Özellikle usta sanatçıların sahnelerinin kapalı gişe olduğuna şahit oluyorum. Örneğin, Genco Erkal’ın sahnesinin boş olduğuna hiç rastlamadım. 

Cem Özer: Orada da şu var. Eğer bir cenaha, bir zümreye ait olursanız sahnenizi dolduruyorsunuz, iş yapıyorsunuz. Geçenlerde instagram hesabım üzerinden bir söz paylaştım; “Bu ülke solcu rantiyelerden, Atatürkçü yobazlardan ve dinci tüccarlardan çok çekti” diye. Dini kullanıp, dindar olmayan; Atatürk’ü kullanıp, gerçekten Atatürkçü olmayan, solu kullanıp gerçekten solcu olmayanlar benim için eşdeğer kategoride. Yaşadığımız ülkede, ne yazık ki insanlar sizin gerçekten solcu olup olmamanızla ilgilenmiyorlar; solu ne kadar kullandığınızla ilgileniyorlar. Benim gözlemlediğim kadarıyla hemen hemen %80’i, yani sol görünümlü rantiyeler çok iş yapıyorlar ama baktığınızda solcu falan değiller. Mesela benim gençliğimde bazı isimler tiyatro provalarına gelirken Birinci, Bafra sigarası ile gelirdi ama evinde yabancı sigaralardan içerdi. Yazlıkları, tekneleri falan vardı. Bize “Biz kardeşiz, devrimciyiz” diye rol keserlerdi ama çalışanlarına asgari ücretliden daha az maaş verirlerdi. Ben o şekilde davranamam. Mesela ben seyircime yıllarca Nazım Hikmet satmak istemezdim. Nazım Hikmet çok önemli şair. İnsan tiyatro hayatında iki kere, bilemedin üç kere Nazım Hikmet oynar. Neden devamlı Nazım oynanıyor? Hep aynı şeyi yaparak, hep aynı şeyi tekrar ederek hiç mi sıkılmıyorsunuz?  Bana göre değil, benim tarzım değil. Şimdi bana kızanlar olacak böyle söylediğim için, ama ne yazık ki bazen tabulara da laf etmek gerekiyor. Karşı mahalleyi ne kadar eleştiriyorsak bu mahalleyi de o kadar eleştirmek lazım. Çünkü onlar tiyatronun eksenini bozuyorlar. Yani ekseni hep bir tarafa kaydırmak gerekiyor o zaman. Sanatçı sanatı kendisi için yapar. Sanatla devrim yapılmaz. Değiştir tarzını, biraz risk al. Kalabalık oyunlar yapın. Ben mesela komedi oynamaktan sıkıldım, dram oynadım. Gördünüz. Belki de duygulandınız, belki ağladınız bilmiyorum. Hani becerebildim mi onu da bilmiyorum ama o riski aldım. 

Ayçe Özyiğit: Ben sahne performansınızı çok beğendim.

Cem Özer: Teşekkür ederim. Şunu söylemek istiyorum aslında. Şairleri kullanan çok güruh var. Ben onları da eleştiriyorum zaten. Sol baronlar diyorum onlara. Yani sanat baronları. Onlar da aralarına girmediğin müddetçe seni dışlıyorlar. 

Ayçe Özyiğit: Klasik olacak ama, bu ülke çok fazla değerini yitirdi. Değerli bir sanatçıya yaşarken yapmadıklarımızı o öldükten sonra yapmayı alışkanlık haline getirdik mesela. Bu açıdan, “Cem Olmak” oyunu bir uyarma, uyandırma anlamı da taşıyor.

Cem Özer: Benim söylemeye çalıştığım, orada o sahnede ben kendimi temsil etmiyorum. Çünkü benim derdim benimle değil ki. Benim salonlarım doluyor çok şükür. İnsanlar geliyor, izliyor. Benim derdim Devekuşu Kabare’den sonra Zeki Alasya için ne yapıldı? Ahmet Gülhan için ne yapıldı? -çok şükür Ahmet Gülhan da muhtaç değil- Onlar için neler yaptınız? Mesela Hadi Çaman? Saymakla bitmeyecek kadar çok isim var. Şimdilerde kendisini önemli, yeri doldurulamaz hisseden dizi-sinema oyuncuları, hafif müzik sanatçıları da bugünleri için çok mutlu olmasınlar. Belki bundan yirmi sene sonra şu anda anlatmaya çalıştığım olay onların başına da gelebilir; eğer bir şeyler yapmazlarsa. Benim derdim o. Yoksa bana ne? Ben gelmişim 60 küsur yaşıma. Çınarcık’ta evim var. Çeker giderim orada yaşarım. Ama dertleniyorum. Bu ülkede iki tane genç kadın oyuncu işsizlikten dolayı intihar etti. Evir çevir hep aynı oyuncuları oynatıyorsunuz. Hangi ülkede görüyorsunuz her sene aynı oyuncuların dizilerde oynatıldığını? Yani kıyamet gibi her sene aynı oyuncular, her sene aynı karakterler, gözümüzün önüne getiriliyor. Gerçekten bıktık. Hayır, onlar da bir yerden sonra artık yeni karakter yaratamaz duruma geliyorlar. 

Ayçe Özyiğit: Öte yandan, bir çelişki olarak, kimi zaman sahiplenme özelliğimiz fanatizm boyutlarına varıyor. Çoğu oyuncunun, şarkıcının fan gruplarını görüyorum, hayranlık adı altındaki bu durum bir yerden sonra tehlikeli boyutlara da varabiliyor. 

Cem Özer: Bu coğrafya ne yazık ki öyle. Kitap okunmadığı için, derinlik olmadığı için insanlar kendilerini geliştirmiyorlar. Hani bazı kesimler diyor ya, “kitap okuyacağız da ne olacak? Tiyatroya gideceğiz de ne değişecek?”. Kitap okumak, senin kendi tercihlerini yapabilecek şekilde zihnini geliştirir. Böylece kendi tercihlerini yapabilirsin. Kitap okumadığın, tiyatroya gitmediğin sürece sanki kendi tercihinmiş gibi başkalarının tercihinin peşinden koşarsın. İşte ona fanatizm denir. Annenin tercihini, babanın tercihini, komşunun tercihini, ötekinin tercihini kendi tercihin zannedersin.  Ben mesela Beşiktaş takımı taraftarıyım. Ama bu seçimi ben yaptım, ailemden ötürü değil. Tamamen kendi tercihim. Araştırdım, o kulübün felsefesi bana uygun geldi. Ama mesela bu sezon Galatasaray çok iyi top oynuyor. Takdir ediyorum. Fanatizm hastalıklı bir şeydir. 

Ayçe Özyiğit: Ne güzel söylediniz. Biz takdir etmeyi bilmiyoruz. Karşı taraf bizim düşüncemize, değerlerimize hitap etmiyorsa çok iyi de olsa karalamaya çalışıyoruz. Aynı şey Cem Karaca’ya da yapıldı. Cem Karaca sürgün edildiği dönemde yalnız bırakıldı. Ülkesine döndüğü zaman da, dönek denildi.

Cem Özer: Toplum olarak, sanatçının üstüne çok yük yüklüyor ama sanatçının hiç bir yükünü paylaşmıyoruz. Sanatçıların çok fazla üstüne geliyorlar. Hayır, bizlerden ne bekliyorsunuz? Biz kahraman değiliz ki. Ben özgür bir sanatçıyım, kim ne derse desin kendi istediğim gibi davranacağım. Sanatçı özgür olmalıdır. Sanatçı birileri istedi diye bir tarafta olmamalı. Sanatçı kendi istediği tarafta durmalı, birtakım çıkarlarla kendinden, değerlerinden taviz vermemeli. “Bizim adımıza bağır, iktidara çıkış, kafa tut.” Bunları söylüyorsun da… Sonrası ne olacak? Bizler iş bulamadığımız, dışlandığımız, günah keçisi ilan edildiğimiz zaman arkamızda duracak mısın?

Ayçe Özyiğit: Nitekim örneklerini gördük ve görmeye de devam edeceğiz. Belki birkaç ses çıkıyor ama sonraları onlar da yitip gidiyor.

Cem Özer: Oyunda da onu söylüyorum işte… Cem Karaca Almanya’dayken onun için ne yaptınız? O’na destek oldunuz mu? Ailesinin yanında oldunuz mu? Aksine, Cem Karaca memleket hasretine dayanamayıp Turgut Özal’la hemhal oldu diye adamı “dönek” ilan ettiniz. Cem Karaca Almanya’da bulunduğu dönemde ülkesi aleyhine tek kelime etmiş değil.  O iktidarı sevmiyordu, ülkesini değil. Memleketine çok aşık bir sanatçıydı. 1 Mayıs için yargılandı ve bunun sonucunda vatandaşlıktan çıkarıldı. Bakın Cem Karaca kaçmadı, Cem Karaca pek çoğunun yaptığı gibi terk edip gitmedi. Cem Karaca sürüldü. Vatandaşlıktan çıkarıldı. Ve 1 Mayıs şarkısı için. Şimdi 1 Mayıs milli bayram.

Ayçe Özyiğit: Ve her 1 Mayıs’ta Cem Karaca’nın sesi inletir meydanları.

Cem Özer: Şimdi bu zulüm değil de nedir? Buna duyarsız kalabilir mi bir sanatçı? Biz oyunu da Cem Karaca’nın cenazesi ile başlattık zaten. Cem Karaca’nın cenazesinde sağcısı solcusu bir araya geldi. Yaşarken yapamadığını cenazesinde yaptı. Cem Olmak o zaten. 

Ayçe Özyiğit: Oyunun adına da değinmek istiyordum. Oyundan evvel “Cem Olmak”tan kastın, Cem Özer’in kendi benliğini bulması olarak düşünmüştüm ama siz birlik olmaktan bahsediyorsunuz.

Cem Özer: Evet, doğru… “Cem Olmak”, Cem Özer olmak ya da Cem Karaca olmak değil. Cemaatin kökenidir Cem. Cemaat bir araya gelen insanlar topluluğu demek. Biz, “Cem Olmak” ismini birlik olmak, toplanmak, bir arada olmak olarak kullandık. Çünkü o şekilde güzeliz. Çok fazla ayrıldık, ayrıştırıldık. 

Ayçe Özyiğit: Bu ayrıştırma, geçmişten günümüze süregelen bir durum sanırım. Birilerinin beğenmediği, hoşuna gitmediği bir yerdeysen dışlanmaya, ötekileşmeye mahkûm oluyorsun. Ve bu süreç giderek toplumsal kutuplaşmaya dönüştü.

Cem Özer: Bu ayrıştırma herkesin sandığı gibi 2000’lerde değil 90’larda başladı. Hatta 80’lerin başında başlayıp sonuna doğru vücut buldu bu ayrılma. Ayrıştık. Oysaki tuğlalar birbirine dikey değil çapraşık çizgiyle örülürse duvar olur. Aksi takdirde duvar yıkılır. Biz de birbirimizle iç içe olduğumuz müddetçe güçlü oluruz. Birbirimizi anlamamız gerekmiyor. Anlayamayız zaten. Çünkü farklı kökenlerden, bambaşka eğitimlerden, bambaşka bilgilerden algılardan geliyoruz. Anlayış göstermemiz yeterli. Birbirimizin yaşam tarzına çok fazla müdahale ediyoruz. Etrafımız kendi yaşam tarzını karşısındakinin yaşam tarzından daha iyi olduğunu öne süren insanlarla dolu. Toplum o hale geldi. Bir taraf; ‘benim yaşam tarzım daha iyi ve doğru sen benim gibi yaşa’ diyor. Öbür taraf; ‘hayır senin yaşam şeklin yanlış ve kötü… Sen benim gibi yaşa.’ diyor.

Ayçe Özyiğit:  Herkes birilerini kendisine benzetmeye çalışıyor. 

Cem Özer: Evet! Size ne? Rahat bırakın insanları da herkes kendi halinde yaşasın. Kim ne kadar kapanmak istiyorsa kapansın, size ne? Kim ne kadar açılmak istiyorsa açılsın, size ne? Müdahale etmeyin. Kendi yaşam tarzınızın diğer yaşam tarzından daha üstün olduğunu savunmanızın nedeni, sizin bu yaşam tarzında olmanızdan kaynaklanıyor. Karşı tarafa geçip olaylara onların gözüyle bakmayı dene! O kültürden, o mahalleden gel! Doğada her etki şiddete tepki yaratır. Her iki taraf için de geçerli bir durum bu. Sen o etkiyle gittiğin zaman o da sana senin etkin kadar tepki gösterir. Aynı şekilde cevap verir. Hâlbuki karşı taraftan gelen topu göğsünde yumuşatıp aşağı indirirsen, problem kalmaz. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz, ama “saygı duymak” zorundayız. Hepimiz bu ülkede bu topraklarda doğduk ve hepimiz aynı coğrafyada yaşıyoruz. Hiç birimizin bu toprakları terk etmeye niyeti yok ve kimse de kimseye “git” diyemez. Şu aralar, evet kontrolsüzce bir göçmen olayı var, ama kontrol altına alındığı takdirde ben göçmene de karşı değilim. Çünkü ülkenin nüfusunun 1/3’ü göçmendir. Benim atalarım Kafkasya göçmeni. Belki sizin atalarınız Balkan göçmeni. Öbürleri Girit’ten gelmiş. Önce gelenler sonra gelenleri istemiyor. 30 yıl sonra da Suriyeli göçmenler Türk olacaklar. Güneydoğu’nun çoğu Arap ve Kürt kökenlidir. Asıl mesele göçlerin kontrol altına alınıp alınmaması olmalı. “Geri gönderelim, gitsinler” diyerek olayı çözümleyemezsiniz.  Kontrol altına alın, eğitin. asimile edin. Buranın kültürüne alışsın.

Ayçe Özyiğit: Oyundaki bir repliği hatırladım şimdi: “Herkes dünyayı kurtarma görevini bir sonraki nesle devrediyor.” 

Cem Özer: Bizden öncekiler de bu görevi bize devretmedi mi? Aslında mesele şu; arkadaş uğraşmayın. Uğraşmazsanız, sorun kalmayacak. Niye uğraşıyorsunuz? Hayat zaten kendini yeniliyor. “Bizim zamanımızda gençler böyle miydi?” Ama bizim zamanımız değil ki. Şu an onların zamanı. Bu da onların geleneği. Babalarımızın bize söylediğini şimdi biz de onlara söylüyoruz. “Bütün gün bilgisayar başındasın, biz çocukken ne güzel sokakta oynuyorduk.” Bakın bu söylemde bile hala kendi yaşantımızın daha iyi olduğunu savunuyoruz. Hayır. O da sokağa çıkmadan, düşüp ayağını kanatmadan, üşümeden 1-2 tane arkadaşıyla oyun oynayarak mutlu oluyor. “Ama canım öyle de olur mu?” Oluyor. Hep kendi yaşamımızı bir öneri olarak ortaya koyuyoruz. Hayır, arkadaş bırakın insanlar nasıl mutlu oluyorlarsa öyle mutlu olsunlar. Eğer mutsuzlarsa da kendi hayatlarını kendileri değiştirmek için çaba sarf etsinler. Biz niye kurtarıcılığa soyunuyoruz? Ben sadece görüşümü öneririm, “siz de böyle yapın” demem. Oyunu da bu görüşle sahneye koydum. Benim görüşüm bu, ben buna inanıyorum. İster alkışlarsınız, ister alkışlamazsınız. O da sizin görüşünüz. Ben vefalı bir insanım. Vefa önemli. Biraz vefakâr olmak lazım. Sonra zaman geçtikçe üzülen taraf biz oluruz. Benim kast ettiğim umursamazlık değil. Tabii ki geçtiğimiz yollardaki dikenleri, uçurumları işaretleyeceğiz, tabii ki bizden sonraki kuşaklara yol göstereceğiz.

Ayçe Özyiğit: Oyunda kullanılan şarkıların seçimini nasıl yaptınız? Cem Karaca’nın çok güzel şarkıları var. Aralarından seçim yapmak sizi zorlamadı mı?

Cem Özer: Dikkat ettiyseniz Cem Karaca’nın oyunda politik sayılabilecek iki tane şarkısı vardı. Onların dışında politik şarkı kullanmadık. Bana hep soruyorlar. Oyunda Tamirci Çırağı’nı niye kullanmadın diye. Çünkü Tamirci Çırağı bir kandırmacadır. O şarkıyı Cem Karaca da sevmezdi. Tamirci Çırağı ve Namus Belası şarkıları Cem Karaca’nın söylemek istemediği şarkılardandır. Hatta kendisi de; “1 Mayıs şarkısı için yargılanacağıma Namus Belası için yargılanmalıydım. Onun verdiği mesaj daha kötü. Namus için adam öldürmeyi savunuyor ve bununla övünüyor” diyor. Oyunda Cem Karaca’nın daha az bilinen şarkılarının yer almasını özellikle istedim. Onları da hatırlamakta, hatırlatmakta fayda var. Çünkü oyunun ruhuna da uygun… Cem Karaca dendiğinde her zaman kullanılan o popüler şarkıları çalınmadan da oyunun güzel olabileceğini göstermek istedik. 

Ayçe Özyiğit: Sahnenin köşesinde duran vestiyerde asılı pardesü ve şapka, oyun boyunca Cem Karaca’nın bizi izlediği hissiyatını veriyor. 

Cem Özer: Evet, oyunu öyle tasarladık. O aslında Cem Karaca’yı oynamış olan aktörün kıyafetlerini çıkarıp astığı manken; ama öyle bir metaforu var. Ben de onunla konuşuyorum zaten. Makyaj masasının olduğu yer ise benim kendi özüme döndüğüm bölge. Makyaj masasını da ayna olarak kullandık. Ben tülün arkasında olmayı tercih ettim. Seyirci beni net görmesin istedim, soğuk görsün istedim. Hayalet perdemiz başta basit görünse de, ışık oyunlarıyla görkemli bir yer haline geliyor. Sahnede 5 kişi görünüyoruz ama biz aslında 10 kişilik bir ekibiz. Başka tiyatrolarda ses-ışık ve sahne teknisyeni tek kişiyken, bizde 3 kişi. Çünkü tasarlanmış bir ses ve ışık var oyunumuzda. Gelişigüzel değil hiçbir şey. Koreografiyi de biraz daha teatral olarak yansıtmak istedim. Dans olarak değil de, işin içine pandomim de karışsın istedim. Burcu Koçyiğit bu konuda çok iyi iş çıkardı. Performans sanatçılarımız da işlerini severek yaptılar. Ben kendi oyun provamı 5 günde filan yaptım. Geri kalan günler ışık ve koreografiye değinerek geçti. Güzel bir şey çıktı ortaya. Galiba büyük salonlara geçeceğiz. Aralık ayında Bostancı Gösteri Merkezine geçmek gibi hayalimiz var. Umarız orada hayal ettiğimiz gibi bir seyirci elde ederiz. Çünkü orada dansçı sayısını da arttıracağız. Ses ve ışık tesisatını da değiştirmeyi düşünüyoruz. 

Ayçe Özyiğit: Bugünlerde ekonomik koşullar her alanda olduğu gibi tiyatro camiasını da oldukça zorluyor…

Cem Özer: Türkiye’de tiyatro yapmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Salon kiraları aldı başını gidiyor. İnanılmaz boyutlara geldi. Esas önemli olan tiyatro adına bunları konuşmak… Günümüzde şöyle de bir bozulma var. İki sezon önce dizilerde oynamış, orada biraz tanınmış bir kızla bir erkek bir araya gelerek kadın-erkek meseleleri üzerine bir komedi yapıyorlar. Arkalarına örümcek panoyu önlerine de iki sandalye bir yatak koyup oyun yapıyorlar. Bu oyunun maliyeti 20 bin lira. 30 bin lira veren yere gidiyorlar. Bizim kapı açışımız 50 bin lira. Biz turneye gitmek istesek yol parası, konaklama parası, nakliyesi de işin içine giriyor. Bu gibi ekonomik koşullar tiyatro yapmayı daha da zorlaştırıyor. Çünkü her şey artıyor ama tiyatro biletleri aynı oranda artmıyor. Geçen sene 10 bin olan salon kirası bu sene 20 bin oluyor ama geçen sene 200 lira olan bilet fiyatı bu sene 400 lira olamıyor. Belediyelerin salonlar konusundaki fahiş fiyatlandırmalarına da karşıyım. Mesela CKM geçen sene 16 bin lira kira, aynı zamanda da ön sıralardan 60 tane davetiye istiyordu. 60 tane önden davetiye dediğiniz zaman bir 16 bin de ona gidiyor. 32 bin lira eder. Bunları istiyor ama sen yardım edecek insan bulamıyorsun orada. Çünkü akşam 20:00’den sonra mesai bitti deyip gidiyorlar. Bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir yaklaşımdır?!

Ayçe Özyiğit: Ekonomik koşullar tiyatroları da küçülmeye sürüklüyor. Sahne arkasında bir kişi beş işi birden yapıyor. Dekordan, kostümden, teknikten kısılıyor… 

Cem Özer: Bu belediyelerin sorumluluğunda. Sen belediye olarak sanatı desteklemek zorundasın. Gerekirse iş verdiğin, her sene kaldırım yaptırdığın müttehitlerden sponsor bulacaksın o salona. 3-5 bin lira alırsın tamam ama, 15 bin 20 bin lira nedir? Edirne’de salon fiyatları 20 bin lira. Tiyatrolar size nasıl gelsin? O zaman iki kişilik, tek kişilik oyunlara kalırsınız. Size 5-10 kişilik bir tiyatro gelmez. Gelemez. Maliyeti 50-60 bin lira. Kaç bilet satacak da maliyeti çıkaracak? Bir de davetiye istiyorsunuz. Salon zaten 300 kişi. Nasıl olacak? 

Ayçe Özyiğit: Tiyatroya destek politikası da diğer her alanda olduğu gibi sadece görüntüyü kurtarıyor sanırım..

Cem Özer: Sistem şöyle işliyor; ben Cem Özer olarak gidip ‘”Bu sene şu oyunu oynayacağım” diyerek ne takdir ediyorlarsa o parayı alıyorum. Yalandan oyunu da yapıyorum. 8-10 kez oynuyorum da. Bitti, gitti. Sonra o parayı ne yapıyorsam yapıyorum. Soran sorgulayan yok. Destek böyle olmamalı. Bizlere salon ve ucuz bilet desteği sağlayın. Bize salon verin. Bakın mesela Fransa’da çözmüşler bu işi. En çok turne yapan tiyatro, en çok ödeneği alıyor. Ben Dostlar Tiyatrosu’nda Kafkas Tebeşir Dairesi oyununda Mehmet Ulusoy’un asistanıydım. Bizzat kendisinden dinledim. Mehmet Ulusoy’un tiyatrosu Fransa’nın en büyük, en çok turne yapan ve en çok ödeneği alan tiyatrosuydu. Orada devletin yaklaşımı şu şekilde; oyunun maliyetini karşılamak için satman gereken bilet fiyatının yarısını devlet karşılıyor. Bir liradan mı satacaksın bileti, “elli kuruştan sat kalan 50 kuruşu ben vereceğim” diyor. Orada bir sahiplenme ve insanları tiyatroya yönlendirme var. Siz de tiyatro olarak devletten aldığınız destekle ancak dekoru yapabiliyorsunuz, o da hallice. Biletler yine aynı fiyat. Biletleri ucuzlatın. Şunu anlamak gerekiyor; önemli olan bizim oyun yapmamız değil, seyircinin tiyatroya gelmesi.

Ayçe Özyiğit: Bizim ülkemizde genelde durumu kurtarma düşüncesi hâkim. Orada bir salon var mı, var. Oyun oynanıyor mu? Oynanıyor. O zaman biz işimizi yapıyoruz. Genel olarak her sektörün düşünce yapısı bu şekilde. 

Cem Özer: Benim düşüncem şu. Devlet Tiyatroları’nı kapatın, ama bir şartla; oradaki harcanan o devasa bütçeyi iyi bir tasarıyla, iyi bir planlamayla, iyi bir hak edişle özel tiyatrolara dağıtın. Bakın görün ne işler çıkıyor. Bize verin oradaki o bütçeyi. Neler yapılıyor, görürsünüz. Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama, önceden her sene on sekiz ay maaş alıyorlardı. Yani bir ay tek bir ay çift maaş. Benim polis memurum, hayatı tehlikede olan askerim almıyor o parayı. Siz niye bir ay tek bir ay çift maaş alıyorsunuz? Ne yapıyorsunuz mesela? Niye? Mesela yazın niye maaş alıyorsunuz? Biz almıyoruz. Sen, özel tiyatro çalışanlarına yaz mevsiminde başınızın çaresine bakın diyorsun. Peki siz dizide oynayabiliyor musunuz? Evet. Peki biz niye Devlet Tiyatroları’nda oynayamıyoruz? Bizim alanımıza girmeyin bari, bırakın buradan da biz ekmek yiyelim. Biz derken, ben genelde kendimi de katarak konuşuyorum. Böyle bir sürü saçmalık var. Salonlarınızı açın bize. 20-30 TL’ye oynuyorsunuz. Haksız rekabet! Siz istediğiniz gibi harcayabiliyor ve 20 TL’ye oynayabiliyorsunuz. Biz hiç harcayamıyoruz. Üstüne bir de 300 TL’ye oynamak zorunda kalıyoruz. Ona da ne kadar seyirci gelebilirse. Kültür Bakanlığı’nın bir an önce bu haksızlığı gidermesi gerekiyor. Ali Poyrazoğlu, Nedim Saban ve benim gibi tiyatroya ömür vermiş, kafası çalışan üç beş insan bir araya gelse çözüm bulunur. Her sene 7 kişiyi bir araya getirip “hadi bakalım kime ne yardım yapılacak, kime destek verilecek” diye toplanmak yerine bu işi nasıl kökten çözeriz diye düşünmenizin zamanı geldi gibi geliyor bana. 

Ayçe Özyiğit: Cem Özer deyince insanların aklına ilk olarak talk-show programınız gelse de, aslında siz hep tiyatroyla iç içeydiniz. Tiyatrodan çok uzak kalmadınız.

Cem Özer: Evet, bir tek pandemi döneminde ara verdim. 2010’da “Pir Sultan Abdal” yaptım. 2011’de de devam ettik. 2011-2012 sezonunda “Oğluma Bir Haller Oldu” oyununu sahneledim. 2014 senesine kadar devam etti. Sonrasında iki sene bir şey yapmadım. Stand-up yaptım, tek kişilik gösteriler yaptım. Zaten dizi varken genellikle olmuyor. Sonra da pandemi geldi. Yani ben her şeye rağmen sahneden çok az uzaklaşmış bir insanım. Televizyon zamanlarında da stand-up yaptım hep.

Ayçe Özyiğit: Günümüz tiyatrosu hakkındaki düşüncelerinizi sormak istiyorum. Şu aralar deneme tiyatroları, deneysel oyunlar, alternatif sahneler özellikle genç tiyatrocular arasında oldukça yaygın. Ne düşünüyorsunuz tiyatroya yeni yaklaşımlar hakkında?

Cem Özer: Bugünlerde doğaçlama tiyatrosunun da cılkı çıkmış vaziyette. Önüne gelen üç kişi, telif vermemek için, doğaçlama tiyatrosu diye bir oyun çıkarıyor. Doğaçlama tiyatrosu çok zor bir iştir. Birbiriyle uzun yıllar bir arada olmuş insanların yapması gerekir. Yoksa sıkışırsınız ve o doğaçlama tiyatrosu bir süre sonra devamlı aynı şeyi oynadığınız bir tiyatro haline gelir. Ama deneme sahneleri gereklidir. Çünkü orada bir şey denersiniz ve insanların hoşuna gider mi bakarsınız. Ben de şimdi öyle bir şey yapacağım. Benim eşim Müjdat Gezen’in tiyatro okuluna gitti. Sertifikasını aldı. Şimdi o ve oraya giden bir arkadaşıyla beraber bir üçüncü şahıs daha katılacak. Bir Dario Fo kabare yapacağım. Tabii biraz Türkleştireceğim. İtalyan kültürüyle bezenmiş entelektüel bir oyun olmayacak. Bizimkisi de bir deneme tiyatrosu olacak. Şahit olduğum kadarıyla o ufak salonlarda çok güzel işler yapılıyor, çok güzel oyuncular yetişiyor. O küçük salonlardan büyük salonlara taşınacak değerlere ihtiyacımız var. Eğer ülkemiz dizilerindeki tekdüze oyunculuktan sıkılmış isek -ben sıkıldığımızı varsayarak konuşuyorum, pek de sıkılmış gibi görünmüyor bazı insanlar- yeni arayışlara girmek zorundayız. Gerçi izlenme oranlarına baktığımızda düşüşü görüyoruz. Artık insanlar alternatif kanallara, platformlara kaçıyorlar. Mesela ben, cast direktörlerinin en son hangi oyunlara gittiğini çok merak ediyorum. Menajerliklerini yaptıkları insanların oyunları dışında hangi oyunları seyretmişler çok merak ediyorum. Şimdi Amerika’da adamlar her akşam bir oyuna gidiyorlar. Maden arıyorlar. Siz madencisiniz. Siz maden bulmak zorundasınız. 

Ayçe Özyiğit: Evet… Aynı kişiler, aynı senaryolar, aynı hikâyeler… Her şey yenilikten çok uzak. Piyasanın gerekçesi de belli; “İzleyici bunu istiyor. Bu hikâye daha çok satıyor.”

Cem Özer: Orası öyle ama ben senaryoların aynı olmasından çok sıkılmıyorum. Çünkü zaten belli başlı 12-13 tane konu var ve hepsini de Shakespeare yazmış. Yani bugün dünyada yazılan tüm senaryolar Antik Yunan’dan bu yana gelen dramaturji ile yazılıyor. Hep aynı hikayeler anlatılır. Çünkü insanların ilgisini o çekiyor. Ayşe’nin, Fatma’nın bireysel sıkıntıları kimsenin ilgisini çekmiyor. Bir dönem Yeşilçam bunu denedi ve böyle mahvetti sinemayı. Bizde olmaz o iş. Ama en azından farklı oyuncular, farklı performanslar görelim. Mesela ben Salih Bademci’nin oyunculuğunu çok beğeniyorum. Kulüp dizisi olmasa onu keşfedemeyecektim. Bana yerli oyunculardan kimi beğeniyorsunuz dedikleri zaman vallahi isim söyleyemiyorum. Bir İsmail Hacıoğlu bir Salih Bademci, ama bunları da her sezon oynatırsan bir yerden sonra o oyuncunun da biraz ayağı seker. Yeni bir iş çıkaramaz. En az iki sezonda ya da iki dizide bir dinlenmesi, birikmesi lazım. Bir süre sonra cepten harcamaya başlar. Başka isimlere de şans verilmesi lazım. Biri bitiyor öbürüne başlıyorlar, bazen daha biri bitmeden öbürüne başlıyorlar. Neden? Çünkü maalesef cast direktörlerimiz izlemiyor. Bildiği o. Televizyon yöneticileri de artık finansçı olduğu için onlar da “kim iş yapacak, aman garanti işe girelim” düşüncesinde. Kimse riske girmek istemiyor. İyi ki platformlar çıktı da üç beş farklı şey izleyebiliyoruz arada. Gerçi şimdilerde onlar da tekrara düşmeye başladılar. 

Ayçe Özyiğit: Peki, son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Cem Özer: Tiyatro konusunda çok güzel işler yapanlar var. Mesela ben Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın yeniden bir araya gelmesine çok sevindim. İkisini yeniden bir tiyatro oyununda izleyebilecek olmamızdan dolayı çok mutluyum. Ali Poyrazoğlu yıllarca bu işin emekçisiydi tiyatrodan başka hiçbir şey yapmıyor neredeyse. Okan Bayülgen de güzel oyunlar yapmaya başladı.

Ayçe Özyiğit: Şimdilerde tiyatroya ara vermiş eski oyuncuların yeniden sahneye dönmesi tiyatro adına umut verici.

Cem Özer: Çünkü bir oyuncu para kazanmak için oynamaz. Oyuncu, oynamak için oynar. Oyuncu oynamadığı sürece susuz kalmış bir çiçek gibi kurur. Oynamalıdır. Değişik karakterlere bürünmelidir. Dolayısıyla başka mecralarda, başka alanlarda kendimize yer bulamadığımızda ne yapacağız? Tiyatro yapacağız. Tiyatro da her şeysiz olur, ama seyircisiz olmaz. Az önce söylediklerim de insanlara çok sert gelmesin. Ben bir genelleme yapıyorum sadece. Tabii ki işin içinde istisnalar da var. Araştıran, seyreden, çok emek veren yapımcılar, cast direktörleri, değişik işler deneyen kişiler illa ki var. Ben onların çoğunluk olmasını istiyorum sadece. Yani genelleme yaptığımızda şöyle genelleme yapmalıyız. “Evet, gidiyorlar ve bütün oyunları -ya da en azından üçte ikisini- seyrediyorlar. Yeni yüzler keşfetmek için çabalıyorlar.” Ama ne yazık ki ülkenin, coğrafyanın genel kaderi “aman riske girmeyelim” mantığıyla ilerlediği için çok da mümkün görünmüyor. Nasıl olacak bilmiyorum, inşallah iyi olur. 

Ayçe Özyiğit: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.

Cem Özer: Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne teşekkür ederim. 

AYÇE ÖZYİĞİT

 

“CEM OLMAK” OYUN TARİHLERİ

22 Kasım MOİ Mall Of İstanbul

7 Aralık Bostancı Gösteri Merkezi

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku