İkinci Kat'ta Neler Oluyor?

Sündüz Haşar

Slayt 1“Niye ben gidip Ray’in meselesini tartışayım, Emre’nin hikayesi nasıl olursa olsun benim için daha ilginç!”

Beyoğlu’nda yeni çiçekler açtıran alternatif mekanlarla söyleşilerimize devam ediyoruz. İkincikat bu mekanların en çok tanınanlarından biri ve de ilklerinden… Tiyatromuz bir değişim yaşıyor, metinsel açıdan da yönetmenlik kurumu açısından da sahneleyiş ve oyuncu seçimleri, ekiplerin buluşmaları açısından da… Aşağıdaki söyleşi bunun bir örneği… Mesleğin sınırlarını bellememiş, kendi yollarını el yordamıyla bulmuş ve sonunda kendi başarı öyküsünü yazmış bir grup İkincikat. Grubun kurucularından Yazar ve Yönetmen Sami Berat Marçalı ve Yönetmen Eyüp EmreUçaray’la konuştuk.

Siz kimsiniz? Burada ne yapıyorsunuz?
Eyüp: 0.2 Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları’nın tiyatro kulübünden çıkan dört tane gencin tiyatroyu devam ettirme hayalleriyle kurulan bir yapılanmaydı.

Kimdir bu 4 genç?
Adil Anıl Ülkü, Nuri Yavuzer, Murat Özçelik ve Eyüp Emre Uçaray ile başladı Sıfırnoktaiki. Arkasından yaşanan anlaşmazlıklar, sıkıntılar nedeniyle çekirdek kadroda bir revizyona gittik. Sonra Sami ve Enes aramıza katıldı. Bununla beraber düzenli olarak İstanbul İmpro’da “Açık Saçık Birkaç Polaroid”i oynamaya başladık. Arkasından “Popcorn” çıktı, sonra da “Korku Tüneli”ni Rengarenk Sanat Evi’nde yaptık ki orası şu an İkincikat’ın bulunduğu yer.

Sami: Ayşe Yıldırımer’di buranın sahibi. O yurtdışına çıkacağı için burayı bize devretme teklifinde bulundu. Bizim de çok beğendiğimiz bir mekândı, o dönemde birkaç mekân daha bakmıştık. Hem maddi anlamda bizim daha çok karşılayabileceğimiz bir yer hem de doldurmak açışından ilk etapta iyi bir plan gibi durdu. Aslında kısa dönemli bir plandı bizim için.

Kaç kişiydi o ilk hali? Sizin o doldurabiliriz dediğiniz rakam?

Sami Berat Marçalı

Sami Berat Marçalı

Sami: 50 kişiydi. Aslında daha büyük bir salon arıyorduk ama bu bizim bütçemizi daha kapsıyordu. Çünkü girerken ciddi bir masraf yapıyorsunuz ve bir yandan orayı doldurmaya da çalışıyorsunuz. Burası daha garantici bir yöntemdi. Sonra İkincikat kuruldu. Emre ile beraber kurduk, o dönem daha Heves yoktu, İngiltere’deydi. Biz o sezon daha çok yabancı metin ağırlıklı çalıştık. Sahneyi başkalarıyla paylaştık. Sonra geçtiğimiz sezon yerli metinlere iyice ağırlık verdik. “Aut”, “Limonata”, “Yalnızlar Kulübü” geçen sezon çıkan oyunlar. Bir de bunların yanında “Bulanık”ı çıkardık geçen sene.

Eyüp: O biraz daha farklı bir şeydi. Biraz da şöyle bir niyetimiz vardı; İkincikat Prodüksiyon adı altında bağımsız yönetmenlerin prodüksiyonlarını gerçekleştirmek gibi. Bunun bir örneği oldu ve sonra alt yapı olarak daha hazır olmadığımızı anladık ve şimdilik durdurduk.

Sami: Geçtiğimiz sezon “Aut”, “Limonata” döneminde mekân adı İkincikat, tiyatronun adı 0.2 çok karıştığından 0.2’yi kullanmama kararı aldık. Artık tiyatronun adına da sadece İkincikat diyoruz. Bu bizim Emre ile İkincikat’taki 3. sezonumuz. 12 tane prodüksiyon yapmışız bugüne kadar.

Nasıl oyunlarla başladınız?
Eyüp: Şöyle Oldu; ilk başta Heves, Sami, ben oturup nasıl metinler yapmak istiyoruz diye koyduğumuz zaman, çok farklı metinler okumaya başladık ama biraz daha hikâyesi kuvvetli metinler dikkatimizi çekmeye başladı. Onlar üzerine yoğunlaştık.

“Suratına metinler” mi?
Sami: Öyle de demeyelim. İlk olarak şu an tiyatrolar ne oynuyor, İngiltere’de neler var diye araştırdığımız zaman yazarların bulabildiğimiz metinlerinin hepsini okuduk. Seçtiğimiz ilk iki oyun “Açık Saçık Birkaç Polaroid” ve “Korku Tüneli” öyle sayılıyor. Aleks Sierz’in In Yer Face kitabında adı geçen oyunlardı. Ama o bizim orada durduğumuz yer, bir daha da yapmadık. Çünkü işleyen bir şey değil bence. Bir de buranın sözünü söylemek daha kıymetli.

Eyüp Emre Uçaray

Eyüp Emre Uçaray

“İşleyen bir şey değil”den devam eder misin? Neden işleyen bir şey olmadığına karar verdiniz. Çünkü ürettikten ve  seyirciyle buluştuktan sonra geldiniz buraya değil mi?
Sami: Çünkü yabancı bir mesele, buranın meselesi değil. O yüzden seyirci bir tık geriden izliyor. Yabancı bir isim duyduğunda bile yabancılıyor oyunu. Evrensel bir yerde durmuyor seyirci, evrensel olanı evrensel algılayıp sadece izleyip geçiyor ve seyirlik bir şey oluyor. Seyirciye dokunan tarafı olmuyor. Bu önemli bir kıstas. Bir de bunun yanında burada bir ton konuşmaya, tartışmaya değecek olay var, insan var, karakter var. Niye ben gidip de Ray’in hikâyesini tartışmaya çalışayım. Bu yaparken de izlerken de bana çok saçma geliyor. Geçen gün bir arkadaşımın oyununu izledim; “Stacy’nin Dramı”, banane Stacy’den. Ne olursa olsun Emre’nin hikâyesini anlatsa daha çok ilgileneceğim. Çünkü o burada yaşıyor, Stacy burada yaşamıyor. Bugün Philip Ridley bile “benim oyunumu neden yapıyorsunuz, ne alaka” diyor haklı olarak. Çehov bile “ben bunu Ruslara göre yazdım, nasıl oynarsınız” demiş.

Yanılmış tabii… Geçen hafta “Vişne Bahçesi”ni izledim, bir kere daha keşfettik hep birlikte Çehov’u… Ama biz dokunma meselesine dönelim, Emre’nin hikâyesini anlatsam daha ilginç meselesine… Emre kim, İstanbul teknik Üniversitesi’nden mezun olmuş 30’larının başında, İstanbul’da yaşayan bir adam. Dolayısıyla onun yaşadığı her şey aslında bu ülkenin yaşamına dair…
Sami: Biz yola başlarken yerli yazar oyunları yapmak istedik. O dönemde etrafımızda hiç kimse yoktu, ben yazmadım zaten o dönemde. Ebru ile karşılaşana kadar da ulaşmaya çalıştık insanlara ama kimseye ulaşamadık. Bir şekilde tiyatro yapıyor olmak, kendini aktif kılmak gerekiyor. İlk birkaç metin yabancı oyun çalışmayı göze aldık. Belki eleştiri alacağız yabancı metin yaptığımız için diye konuştuk, amacımız yerli oyun yapmaktı.

Ama bilerek başladınız, öyle başlayıp bu olmuyor diyerek buraya gelmediniz. Bu ilginç bir şey…
Eyüp: Başından beri aslında yapmamız gereken şey yerli metin oluşturmak ama bunun nasıl yapılacağını bilmiyorduk. Yazar mıdır yoksa kendimizin oluşturacağı bir şey mi? Yönteme dair bir bilgisizlik olduğu için esasında ama devam etmek gerektiği için o sürece yabancı metin üzerinden başlayalım. Asla buraya yaslanmayalım, bir şekilde kendi metinlerimizi oluşturmak için çabalayalım. Örneğin “17:31” çıktığı zaman bir çok soruyla beraber çıktı baktığınız zaman. Birçok risk alarak çıktı. Problemleri vardı kuşkusuz ama bir adımdı bizim için.

İlk yerli oyununuz o muydu? Ebru Nihan Celkan bu oyunu sizin için mi yazdı?
Sami: Evet, ilk yerli oyunumuz fakat Ebru bu oyunu bizim için yazmadı. Önceden yazmıştı. Biz “yerli metin yapmak istiyoruz” diye bir ilan yaptık, Ebru da o ilana başvuranlardandı.

Eyüp Emre Uçaray ve Sami Berat Marçalı

Eyüp Emre Uçaray ve Sami Berat Marçalı

Nereye verdiniz ilanı?
Sami: Facebook, Twitter gibi sosyal medya, yazarlık bölümlerine mail attık. Ebruya da bir arkadaşı maili göndermiş, o da oradan görmüş ve oyununu göndermiş. Hataları vardı oyunun ama bizim için çok önemli bir adımdı.  O zamana kadar kimse de sahnelememişti Ebru’nun oyunlarını.

Eyüp: Sahnelenmemiş metin olmasına çok önem veriyorduk.

Sami: Ondan sonraki dönemde “17:31”i çıkarttıktan sonra biz yazar arayışına devam ettik ama karşımıza yine çıkmadı. “Bazı Sesler” ve “Kâinatın En Hızlı Saati”ni sahneledik; biri Joe Penhall’ın biri Philip Ridley’in oyunu. Onları sahneledikten sonra ben “Limonata”yı yazdım.

Eyüp: İlk başta onları geliştirme süreci devam etti ve sahneledik. 5 yıldır da devam ediyor oyun.

Sami: Sonra “Limonata” döneminde karşımıza “Aut” çıktı. Özgür Özgülgün ve Alper Kul’un 3 yıl önce yazdıkları bir metin.

Eyüp: Burada şöyle bir şey de oluyor şu dönemde; biz yerli metinleri oynamaya başladığımız zaman insanlar da bizi buluyorlar ister istemez. “Aut” bize geldi mesela. Böyle bir metin var, oynar mısınız diye. Bu da güzel bir gelişme.

İşte bu başta konuştuğumuza işaret ediyor. Sen Philip Ridley’i oynamaya devam ettiğin sürece öyle gidecek hayat. Ama afişte yazan yerli bir yazar olunca, başkaları da sana geliyor…
Sami: “Aut”un da metinsel problemleri vardı. Emre yönetti onu ve problemleri aşmaya çalıştı. Sonra Engin’in projesi girdi araya “Bulanık”. O, onun hayaliydi, bizim fazla sevmediğimiz bir metindi ama Engin çok etkilenmiş. Biz de hayalini paylaştık. Sonrasında “Yalnızlar Kulübü” geldi. Biz bu oyunla festivale  başvurduk. Kabul edileceğimizi düşünmüyorduk. Bizi festivale dahil edebilmek için “Yeni Dalga” diye bir şey yaptı İKSV.

Seyirciniz kim? Daha çok öğrenciler mi?
Eyüp: Daha çok öğrenci. Bir de “Mavi Kart”ımız var…

Sami: Aslında bu sene biz kapalı gişeye ulaştık, bu iyi bir şey. Gerçi İkincikat’taki son sezonumuzda bunu yaşıyoruz. Yeni mekâna geçtiğimizde aynı seyirciyi oraya taşıyabilmek de bir süreç olacak bizim için. Öğrenciden daha çok –ben istatistik tutuyorum- yarı yarıya diyebilirim.

Eyüp: Yine de baktığın zaman genç bir kitle geliyor. Onların bir alışkanlığı oluşmaya başladı yavaş yavaş. Tiyatroyla çok ilişkisi olmayan bir kitle ilişki kurmaya başladı diyebilirim ben. Onlar için farklı bir seyir alanı, farklı bir kültür oluşmaya başladı. Bize gelen birçok seyirci Kumbaracı50’ye de gidiyor, Şermola’ya da gidiyor. Böyle bir döngü oluşmaya başladı bu coğrafyada.

Yılların geleneğini bozdunuz… Bu hafta Şehir Tiyatrosu’nda ne gördün? Ben bu hafta Devlet Tiyatrosu’ndaydım, izleyicisini, “Dün İkincikat’taydım bu hafta Şermola’dayım” izleyicisine dönüştürdünüz… Ciddi bir zenginlik kattınız. Geçen ay için The Club ile söyleşi yaparken Cihan “biz bu fasıldan açılan 11.  mekândık” dedi. Siz sayınızı biliyor musunuz?
Sami: İlk Beyoğlu Terminal açıldı. Sonra Garaj İstanbul, Talimhane, Oyuncular… (Burada sıralamayı yapmaya çalışıyoruz, dolanıp kalıyoruz… Demek ki çok mekan var ve birbirine yakın zamanlarda açılmış diyebiliyorum, şimdi düzeltmeleri yaparken…)

Aslında her açılan mekân bir sonrakine biraz hayat verdi, güçlendirdi değil mi? Bir yandan da bu metin zenginliği de getirdi…
Sami: Bu sezon daha çok. Geçtiğimiz sezonla başlayıp çok fazla yazar çıkmaya başladı aslında. Görkem (Şarkan), Ebru (Nihan Celkan), Ayşe (Bayramoğlu), Özer, Cem hepsini sayabiliriz. Rica etsem bu son iki ismi Sami’ye telefon edip sorabilir misiniz?

Eyüp: Bir sürü genç insanın yazarlık, yönetmenlik olarak bir şekilde kendilerini gösterebilecekleri bir alan oluşturdu. Çok büyük ölçekli bir tiyatronun içerisinde o genç insanın yönetmenlik konumuna gelmesi biraz kolay değil diye düşünüyorum. Belli bir süreçten geçen bir şey. Bu tip genç insanların bir şekilde seyirci ile buluşmasına bir alan oluşturdu.

Evet. Hem yazarlar için hem oyuncular için. Oyuncular kısmına gelelim. Sizin açtığınız kapı aslında oyuncular bakımından bence en ilginçlerinden biri. Siz üniversiteden gelen bir grup olarak, aslında İstanbul’da herkesin birbirini tanıdığı deyim yerindeyse “tiyatro sosyetesi”nin dışında bir gruptunuz. ediyoruz. Öyleyken, öyle olmanıza rağmen pastanızda bir sürü inci var. Bu bence çarpıcı ve önemli bir şey… Bizim kıymet verdiğimiz bir sürü oyuncu sizin tiyatronuzda oynuyor ve bir sürü oyuncu sizin tiyatronuzda oynadıktan sonra kıymetli hale geliyor. Nasıl işledi bu süreç?
Sami: İlk başta “Açık Saçık Birkaç Polaroid” ile çıktı. Bizim zaten Yıldız Teknik’ten olan arkadaşlarımızın yanına ulaşabileceğimiz insanlara ulaştık.

Eyüp: Biz her zaman şöyle yapmaya çalıştık; belli bir kadromuz oluşmasın, hikâye kimi gerektiriyorsa ona ulaşalım ve kafamız uyuşuyorsa onunla beraber yola devam edelim.

Sami: O kadar çevremiz yoktu ama o zaman. Biz bilinmediğimiz için Emre belki kafasındakini tam ortaya koyamadı oyuncu seçmesi olarak. Aslında bu anlamda “Korku Tüneli”ni daha milat kabul edebiliriz. Çünkü orada kast seçimi için bir süreç geçirdik, olmak isteyenler geldi, gitti. O dönemde Banu Çiçek Barutçugil ve Murat Mahmut Yazıcıoğlu tiyatroya girdi. Tabii giderek çok fazla oyuncu arkadaşların olmaya başlıyor ve onların oyuncu önerileri oluyor, onlarla görüşüyorsun kafana yatanlar, yatmayanlar oluyor. Yeni arkadaşlarla tanışmak zenginlik katıyor bize, onların fikirleri düşünceleri…

Eyüp: Tabii… Onların alışkanlıkları, düşünceleri birbirine karışıyor ve ister istemez güzel bir birikim oluşuyor. Herkesin bir kültürü var, bu da ortak değerlerle birleştiğinde zamanla kat kat yeni bir şeyler inşaa edilmiş oluyor.

Bir şeyleri doğru yapıyorsunuz demek ki, her yeni gelen kişi ya da kâr dalgası diyebiliriz buna, yani bilgi deneyim… İkincikat bir oyuncu kaynağı gibi görünüyor. Ne zaman gelsem fuayede bir film yönetmeni, bir yapımcıyla karşılaşıyorum… Takip edilmesi gereken bir yer haline geldi. Böylece burada oynayan genç oyunculara da birtakım kapılar açıldı, deneyimli oyuncular siz de oynamaya başladı…
Sami: Galiba o anlamdaki ilk adımı Deniz Türkali ile yaptık. Daha öncesinden de İpek Bilgin ile tanışıyordum. Bir oyun göndermiştim İpek Bilgin’e ve çok sevmişti. O oyun üzerine konuşmaya başladık. O sıralarda Dot’un oyunu “Festen” de oynadığı için yer almayacaktı. Ben de o noktada bana bir oyuncu bulmasını, yardımcı olmasını istedim. Bu arada elli yaş üstü olan yaklaşık on beş kadın oyuncuyla görüşüldü. Fakat hepsinin işi vardı, o yüzden olamadı. İpek Bilgin, Deniz Türkali’yi önerdi. Deniz hanım geldi ve “Beni beğenmezseniz seçmeyin çocuklar” gibi bir tavırla geldi ve biz de “Siz oynamak isterseniz seve seve” dedik.  Ardından “Limonata”da oynadı.

Yani senin yazdığın oyundaki Anne’yi oynadı ve ikinci bir oyunla devam etti…
Sami: Evet. “Bulanık” oyununda da oynadı. O oyunda Defne Halman, Cengiz Bozkurt, Yeşim Koçak gibi isimler yer aldı ve tiyatro da önemli isimler onlar da. Bu sene Hasibe Eren var, yine bu sezon Şerif Sezer ile çalışacağız. Hasibe Eren “Yalnızlar Kulübü”nde oynuyor. Yani oyuncular burada olmaktan, zevk alıyorlar ve bunu şöyle ifade ediyorlar; “Sinema’da oynamak gibi bizim için” diyorlar. Çünkü onlar alışmışlar büyük sahnelerde oynamaya, sesini duyuracaksın, vücudunu büyük kullanacaksın, yönetmenin her dediğini yapmak zorundasın. Bu ve benzeri sınırlamalar yüzünden burayı seviyorlar. Burada olmak onlar için bir egzersiz gibi oluyor, oyunculuk egzersizi yapıyorlar.

Eyüp: Daha özgür bir alan oluyor galiba onlar için…

Sami: İlla deneyimli oyuncular için değil, genç oyuncular içinde geçerli bu.

Peki, bu özgürlüğü tanımlayalım. Oyunu seçtiniz, nasıl çalışıyorsunuz?
Sami: Oyunu seçiyoruz. Kimin yöneteceğine karar veriyoruz. Sonra yönetmen kendi özgür alanında istediği kastı seçiyor, istediği dekoru yapıyor, istediği gibi sahneliyor. Bunu programa yerleştirip oynamaya başlıyoruz. Maksimum iki ay oluyor prova süreci. Yoğun bir süreç oluyor haftada altı gün prova yapıyoruz.

Eyüp: Aslında klasik bir yönetmen anlayışı yok. Birçok şeyi beraber yapıyoruz. Oyuncularla birlikte üretmeye başlıyoruz. Karşılıklı fikir alış verişleri, yaptıkları doğaçlamalar üzerine tartışmalar… O özgür durum buradan çıkmaya başlıyor sanırım. Burası şöyle, burası böyle, bunu böyle yaparsak şu olur gibi konuşmalarla kavga ediyoruz aslında ve bu ister istemez ortaya güzel bir şey çıkmasına neden oluyor.

Sami: Biz karakterlerle kavga ediyoruz aslında. Oyuncu diyor ki; bu karakter şöyle durmalı, bunu yapmalı. Biz de diyoruz ki; hayır o öyle değil, bir daha bakalım, dramaturjisine in, altına in.

Eyüp: Oyuncular bu türden fikirlerle gelince, bizde onları ikna etmeye çalışıyoruz, ortak bir yol arıyoruz böylece ortada bir yerde buluşmuş oluyoruz.

Nitelikte çok belirleyici bir şey bu… Ödenekli Tiyatrolar’da çalışanların şimdilerde daha fazla karşılaştığı bir durum “döve döve çalıştırma” meselesi. İşte öyle tiyatro olmuyor, illa bu oyunu ya da bu rolü oynayacaksın deyince oynanmıyor…
Eyüp: Oyuncu inanmazsa olmuyor ki zaten.

Sami: Yönetmen de oyuncunun inanıp, inanmadığını görüyor. İnanmayan kişiyi dahil etmiyor.

Eyüp: Ortada bir hikâye var ve bunu anlatacağız. Ne oyuncunun ne yönetmenin egosu… Ne onun dediği ne benim. Bunu anlayıp oynayacağız mesele bu.

Bu sezon oyunlarınızdan bahsedin biraz…
Sami: Bu sezon Anthony Neilson’un “Disosya”sını yaptık. Kalabalık, kara komedi ve müzikli bir oyun. Sekiz kişi oynuyor, ben yönettim. Eyüp Emre’de Alper Kul’un “Barselo”sunu yönetti, bu da altı kişilik bir cast. Bu oyunu Alper’den biz istedik. “Aut”tan sonra bunu yazdı ve oynuyoruz. Bir diğeri de “Sürpriz” ben yazdım, şubat ayında sahnelemeye başlayacağız.

Nereden para buluyorsunuz? Bir sürü oyundan söz ettik şimdiye kadar, bu oyunları nasıl yapıyorsunuz? Sonuçta mühendissiniz…
Eyüp: Ben mühendislik okumadım aslında bir yıl gittim daha sonra okulun tiyatro kulübündeydim hep.

Sami: Benimde mühendislikte dokuzuncu senem. Yalnız Endüstri Mühendisliği okumanın mekânı işletme konusunda faydalı olduğunu gördüm. Biz burada haftanın altı günü oyun oynuyoruz yani yirmi beş oyuna denk geliyor. Kapalı gişe gidiyor oyunlar, bilet satılıyor, dolayısıyla bu sene tiyatrodan para kazanıyoruz.

Oyuncularınıza para veriyorsunuz…
Sami: Tabii oyuncular ve yönetmenler para alıyorlar. Geçen sene de alıyorlardı ama bu yıl daha düzenli oldu.

Peki bu “alternatif mekanlar”a gelelim mi biraz? Kumbaracı50 var, Mekân Artı dedik, Şermola dedik… Siz birbirinizle nasıl bir etkileşim içindesiniz. Birbirinizin farkındasınız, birlikte bazı etkinlikler yapıyorsunuz…
Eyüp: Alternatif Tiyatro Girişimleri diye bir proje var. Burası mekânların birlikte hareket etmeleri üzerinden gidiyor, söyleşiler yapmak, ileride bir festival yapmak gibi hedefler var. Sanırım biraz olgunlaşmaya ihtiyacı var, basamak basamak. Mekânlar üzerinden bir birliktelik var şu anda ama teatral konulardaki tartışmalar daha çok kişisel bağlarla devam ediyor.

Peki, birbirinizin işlerini izliyor musunuz?
Eyüp: Oyun çalıştığımız zamanlarda sıkıntılar oluyor. Bazı blok zamanlarda mümkün olmuyor ama en ufak bir boşlukta hemen bir operasyona giriyorum. Cem Uslu’nun yaptığı “Largo Desolato”yu izledim sonra oyun üzerine konuştuk, Sahne Hal’in “Adiller” oyununu izledim ve yine arkadaşlarla konuştuk.

Yani ben farklı meselelere girme niyet de cesareti arttırıyor değil mi? Topluluklardan birinin kritik bir konuya dokunması bir tür “itme gücü” oluşturuyor galiba…
Eyüp: Kesinlikle, mesela geçen sene Ebru Nihan Celkan bir oyun yaptı Hrant Dink davasıyla ilgili olarak, bu yıl “Nerde Kalmıştık” diye bir oyun yaptı. İster istemez tüm konulara dokunabilmeye başladığımızı görüyoruz. Oto sansür var tabii ki ama biz özel kurumlarda bunu daha rahat yakalayabiliyoruz. Dolayısıyla kendimize bunu baskılıyoruz ve bunun farkları oluyor sanırım bu süreçte. Galiba demir tavında dövülüyor. Hiçbir şey kafada düşüncelerle ilerlemiyor. Hata yaparak öğreniyoruz. Ne kadar bunun eğitimini alsak da birçok şey seyircinin karşısında pişiyor.

Birlikte ve bir yandan seyirciyi de değiştirerek…
Eyüp: Bu da az önce konuştuğumuz durumla ilgili sanırım. Kurumlardaki yapılarla alakalı, insanların istemedikleri oyunlarda oynamaları durumu, oyuna, oyuncunun performansına yansıyor zaman zaman ama bu mekânlarda seyirciyle daha barışık bir alan kuruluyor ve bu enerji paylaşılıp her iki tarafa da geçiyor. Ben zevk aldığım için o da bir yerden sonra ister istemez almaya başlıyor.

Şu “suratına” meselesi var ya… Zaten aramızda kırk santim varsa suratına oluyor, izleyici için de oyuncu için de benzersiz bir deneyim. Hangi yazar ya da hangi metin olursa olur seyirci bunu bildiği için aradaki reaksiyonu kurdu belki de… Samimiyet işin içine giriyor… Sonuç olarak bugün çok ilginç bir süreç yaşıyoruz. 60’lı yıllara kadar tiyatronun en verimli yılları denir… Çünkü o dönemde tüm konular işlenmiştir, yüzlerce yeni metin…
Eyüp: Burada bir farklılık var. Biz bu kuşak olarak eğer başarabilirsek işin sanatsal kısmında, ideal olan tarafında durup öte yandan insanların ilk işinin bu olmasını düşlüyor, yaşamlarını bu işten sağlayabiliyor olmasını da, bizim gibi gençlerin elini taşın altına sokarak başarılabileceğini düşünüyoruz. Ama bu üretim, okulla desteklenir ve insanlar gerçekten zaman ayırırsa olabilecek bir şey.

Oyuncuların emeklerinin karşılığını verebiliyor olmanız da çok kıymetli bir şey…
Eyüp: Tabii ki. Çünkü biz de bu mesleğe gönülden bağlıyız ama bunun aynı zamanda bir iş olduğunu unutmamamız gerekiyor. Amatörlük içimizde kalmalı ama sektör olarak görüp profesyonelleştirmeliyiz. Biz bir birikim yapmak istiyoruz ve bizden sonrakiler bu birikimin üstüne koyarak ilerleyecekler.

(Tiyatro… Tiyatro… Dergisi, Sayı: 245,  2013 Ocak)

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku