Tiyatro Festivali’nin 10. Gününde Ulaştığı Doruk: Üç Kuruşluk Opera

Robert Schild

Robert Schild

Tiyatro Festivali’nin 10. Gününde Ulaştığı Doruk: (Pek Az) Eksileri ve (Çok) Artıları İle Üç Kuruşluk Opera

DIE DREIGROSCHENOPER

 

 

Güldürüye fazlaca göz kırpan bir Godot, “Kötülüğün Sıradanlığı”nı üç saatlik bir okuma tiyatrosuna çevirmiş Merhametliler ve göçmen sorununa (henüz?) yeterince eğilememiş bir Çehov yorumundan sonra, gördüğüm dördüncü festival oyununda nihayet umduğumu buldum! 1997 İstanbul Tiyatro Festivali’nde ilk kez Berliner Ensemble’dan izlediğimiz o muhteşem Artuo Ui ve 1998’de Robert Wilson’un unutamadığımız Ibsen/Sontag uyarlaması Denizden Gelen Kadın’dan neredeyse 20 yıl sonra, bu iki tiyatro ikonundan gelen Üç Kuruşluk Opera, yılın en başarılı performansı olmaya aday…

1928 İlkgösterim

Bundan 25 yıl önce, Laurence Schyer’in “sergilediği görsel zenginliklerin gerisinde bir tasarımcılar, yazarlar, dramaturglar, oyuncular, dansçılar, kompozitörler, prodüktörler ordusu yatar” şeklinde tanıttığı Wilson, Bertolt Brecht ve Kurt Weill’in bu başyapıtının sadece yönetmeni değil, sahne ve ışık tasarımları da ona ait. Döneminin “Theater am Schiffbauerdamm” sahnesinde 1928’de prömiyeri yapılmış, 1946’da Brecht’in aynı binada kurduğu Berliner Ensemble’da Claus Peymann’ın genel sanat yönetmenliği altında 2007’de yeniden perde açmış olan Wilson’un bu çağdaş yorumuna, 2016 İstanbul Tiyatro Festivali’nde neredeyse aynı ekipten yetişme ayrıcalığını yaşadık!

Oyunun sanki pandomim, karikatür, kukla ve gölge oyunu bileşimleri üzerine kurulduğu izlenimini aldım, abartılı bedenlerini gururla sergileyen yüzleri beyaz pudralı, çoğu siyah giyimli kişilerin siluet/karaltı andıran devinmelerini gördükçe… Sahnedeki ana nesneler, konuların gelişimine göre yanıp sönen ışık çubuklarıydı – bunlar kâh kapılar, kâh demir parmaklıklara bürünüyor, zaman zaman daha kalın ışık bantlarıyla destekleniyor. Öne çıkan diğer bir dekor öğesi, 1928’in ilk gösteriminden kalmış fotoğraflarda görülen darağacının tıpkısıdır. Kurt Weill’in caz tınılarına çalan, çoğunlukla Bertolt Brecht’in şarkı sözlerinin prozodisine ters düşen müziği, nefesli çalgıların ağırlıkta olduğu sekiz kişilik bir orkestra tarafınca tüm oyun boyunca ustalıkla çalınırken, sahnedeki hareketlere, dokuzuncu bir kişinin çıkardığı değişik sesler eşlik ediyor. Düşsel kapıların açılıp kapanması, olmayan raflardan bir şeylerin alınması, bozuk paraların el değiştirmesi, polislerin sert adımlar atması gibi değişik devinimleri simgeleyen bu tınılar, oyuna beşinci bir öğe katıyor gibi – o da, bu tür şaşırtıcı seslerin sık sık yankılandığı çizgi filmlerdir!

Die Dreigroschenoper in der Inszenierung von Robert Wilson am Berliner Ensemble

Özetle, Robert Wilson’un bu yorumu, Brecht’in ana hatlarıyla dayandığı ve ilk kez 1728’de sahnelenmiş İngiliz John Gay’in “Beggar’s Opera”nın paspal dekorları ve pasaklı dilenci giysilerinin tersine, neredeyse boş bir sahnede, bir eleştirmenin çok doğru tanımıyla  “Şarlo kılıklı kişilerin Simpson ailesiyle didinmelerini” andırıyor! Her şey sanki belirli bir otomasyon düzeniyle oluşuyor, boşlukta düğmelere basılırken düşsel kepenkler, kapılar açılıyor/hapis hücreleri kilitleniyor, kimi yabanıl bedenli kişiler sahneye girip çıkıyor, solo şarkılar/düetler söylüyor ve saire…

DIE DREIGROSCHENOPER

Peki, Bertolt Brecht’in o sol içerikli başkaldırıları, toplumsal iletileri ne derecede yansıtılıyor Wilson tarafından? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1920’li yılların genç yazarı, Yuvarlak Kafalılar İle Sivri Kafalılar (1932) veya Sezuan’ın İyi İnsanı (1939) gibi oyunları kaleme alacağı döneme oranla daha ılımlı görüşlere sahipti. Her ne kadar gangster Macheath (kanun kaçağı) / dilenciler başkanı Peachum (yarı meşru yer altı dünyası) / komiser Brown (kanun kuvveti) üçlüsüyle kapitalizmi kendince yeriyorsa da, bunu daha çok alaya almak yoluyla yapıyordu! Gene de “İnsan Neyle Yaşar?” ve “Cebin Doluysa Bak, Yaşamak Rahat!” gibi şarkıların sözleri, genç yazarın solcu eğilimlerini açık biçimde dışa vurmaktaydı… Ne var ki, Wilson’un çizdiği Macheath karakteri, acaba Brecht’sel yabancılaşma efektinden yararlanarak, dahası onu abartıp kullanarak, bu solculuk nüvesine ihanet mi ediyor?! Almanya’nın önemli beyazperde ve tiyatro oyuncularından, 2003 yılından bu yana Wilson ile Berliner Ensemble’da çalışan Stefan Kurt, bakımlı sarı saçları ve aşırıya kaçmış makyajı, uzun siyah eldiveni ve gömleğinin altına giydiği dantelli korsesiyle yaklaştığı kadınsı görünümü ile herkesin korktuğu, azılı kanun kaçağından uzaklaşmıyor mu? Kaldı ki, oyunun özgün konusunda cezbedici cinselliği simgeleyecek fahişeler, ilerlemiş yaşları bir yana, bedenlerinin biçimsizliği ile birer parodi görünümündedir!

Konu seks’ten açılmışken, Macheath’in sevgilisi Polly’nin cinselliği ne görünümünde, ne de söylediği şarkılarda –hele anne/babasına, bu gangstere tutulmasını açıklamaya çalıştığı o güzelim “Barbarasong”da– açığa çıkabiliyor; onu ele veren eski sevgilisi, fahişe Jenny’nin de ah’ı gitmiş vah’ı kalmış değil mi?!

Ancak tüm bunlara karşın, verilen ara dışında iki buçuk saati geçen süresi boyunca Wilson’un Üç Kuruşluk Opera’sını büyük keyif alarak, neredeyse tüm etmenlerine hayranlık duyarak izliyoruz – yukarıda değindiğimiz minimalist dekordan olağanüstü ışık/gölge tasarımına, makina gibi çalışan ses/efekt düzeninden nostaljik orkestrasyonuyla sunulan, bazıları birer caz standard’ı olmuş Kurt Weill’in besteleri, keza sosyal içerikli şarkı metinlerinin üzerinden, ustalıklı oyunculuklarına kadar…

DIE DREIGROSCHENOPER

Şurası ilginçtir ki, Wilson’un (halen) kullandığı başrol oyuncularının çoğu elli, kimileri altmış yaşını geçmiş olmakla birlikte, enerji ve disiplinlerinden hiç taviz vermemişe benziyorlar; hele 66 yaşındaki Traute Hoess (Mrs. Peachum)’un söylediği “Cinsel Bağlılık Baladı”, 71’lik Axel Werner (Brown)’un “Top Şarkısı” ile ondan bir yaş büyük olan Angela Winkler (Jenny)’nin “Aracının Baladı” veya “Süleymanın Şarkısı”, oyunun en beğenilen müzikal sunumlarıdır.

Şurası kesindir ki, “Üç Kuruşluk Opera”nın her yanı kusursuz olamaz – oyuncuların sesleri ne opera’lara layıktır (ancak bu oyun soprano veya tenorlar için değil, şarkı söyleyebilen tiyatro sanatçıları için yazılmıştır!), ne de konusu gerçekçidir (oyunun sonunda ansızın beliren “Atlı Elçi”nin getirdiği habere göre!); kaldı ki, ne öyküsü Brecht’e özgün (John Gay’i gözardı etmemeliyiz!), ne de (ikisini François Villon, birini de Rudyard Kipling’den ödünç aldığı!) şarkı sözlerinin tümü onundur – ancak bu oyun 88 yıl sahnelerden eksik kalmadığı gibi, hele Robert Wilson gibi bir “tiyatro sihirbazı”nın elinden daha nice yıllar beğeni ile izlenecektir…

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku