Parçalanmak Erdemdir

Yunus Bektaşoğlu

Egon Schiele hakkında konuşmak istiyorsak öncelikle kelimeleri yok etmemiz gerekir. İnsan bedenini çizerken onu bir “insan” tasviri olarak değil de daha çok insan olmaya çabalayan bir endişe olarak tasvir eden Egon Schiele, karşımıza parçalanma ve eksiklik imgeleriyle çıkar. Özellikle bu eksiklik kavramı üzerinde duracağız. Yine Egon Schiele hakkında birkaç kelâm sarf edelim; Schiele’nin çizdiği bedenler başka bir bedenden koparılmış da insan olmaya terk edilmiş gibi görünür. Her parka kendi içinde anlamlı, bütüne dâhil olduğu durumda da uyumsuzlaşıyor gibi görünür. Bu bölünme hali içinde her uzuv aslında başlı başına bir uzam ve tüm bu uzamlar kendi nitelikleriyle bütün denilen noktaya karşı çıkmaktadır. 

Küçük bir parantez açıp “Eksik” kavramına dönelim. Lacan Ayna Evresi sürecini tanımlarken kabaca şöyle der; çocuğun arzusu annede eksik olan Fallus’un yerini almaktır! Hızlı bir özet geçmek gerekirse Babanın-Adı noktasında ensest yasağı ile karşılaşır çocuk. Lacan Ego “Ben” idealinin sürekli utanç ile eşlemesini eksik (Kastre) bir şeydir.

Egon Schiele’nin tablolarındaki “Parçalı” durum işte bu eksikliğin vücut bulmuş halidir. Ego yani Ben, utanç ve yasak ile parçalanıp beden dediği bir yarığa terk edilmiştir. Eksik kavramıyla ilgili olarak Maurice Merleau-Ponty şöyle der;

“Göz, dünyayı görür ce dünyada tablo olmak için eksik olanı ce palette tablonun beklediği rengi; ve bitirildiğinde, bütün bu eksikliklere yanıt veren tabloyu görür ve başkalarının tablolarını, başkalarının başka eksikliklere yanıtlarını görür.”

Bir noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor; Egon Schiele tabloları eklektik bir özellik taşımaz. Çünkü bahsedilen “Güzel” kaygısına ulaşmak için ütopik bir arayış yoktur onda. 

Peki bunca anlatının tiyatro ile ilgisi nedir? Dekor olarak boşluğu ele aldığım “Boşluğun Dekoru” başlıklı yazıya yeni bir yol açma arzusu taşıyor. https://www.tiyatrodergisi.com.tr/boslugun-dekoru.html

Sahneleme açısından dekorun bir tablo hassasiyetiyle ele alınması noktası bahsetmeye çalıştığım. Elbette bu kadar kabaca anlatmak doğru değil. Resim sanatıyla parallel gidişin temelinde yatan da budur. Bir resim de gördüğümüz elma yahut pipo Magritte’in bahsettiği gibi bir “Değil”dir. Çünkü biçimsel olarak onun elma yahut pipo olması onun o “şey”ler olması anlamına gelmez. Aksine Elma veya Pipo oluşları ortaya bir “Değil” bırakmakla eşdeğerdir. Bu yüzden resim sanatındaki bir tablonun Merleau-Ponty’nin bahsettiği “Eksik-oluş” olgusunu sahne hatta daha ileri giderek sahneleme içinde geçerli olduğunu iddia edebiliriz. 

Dekor olarak kullanılan bir masayı ele alalım. Sahnenin neresinde durduğundan öte bu masanın dekor haline gelişle koptuğu gerçeklik daha önemlidir. Çünkü o masayı sahneye eklediğimiz, çizdiğimiz andan itibaren – çizmek kelimesini ikili anlamıyla kullanacağım- onun masa oluşunun üzerini çizmiş oluruz. O artık bizim için bir masa değil, masa olması için çabaladığımız bir eylemdir. Klasik resim sanatında çizilen bir figürün içi renklerle doldurulurdu. Cezanne’den beri bu işlem tersi denilebilecek bir yolla yapılıyor. Bu örneği verdim, çünkü günümüz sanatının doğası bir şeyin gerçeğe ne kadar benzer olmasıyla değil, “ne-olarak-eksikleştiği” ile ilgilidir.

İşte tam da bu yüzden bir nesneyi sahneye çizdiğimiz andan itibaren önce sahnenin hemen ardından da nesnenin üzerini çizer ve eksikliğini gördüğümüz bir “Şey” olmasına vesile oluruz. İsimsiz bir adamın “Ahmet” adındaki bir sandalyeye oturması ilginç olabilir. Daha da ilginci o sandalyenin tek bacağının eksik olması değil midir? Bu durum adamın adsızlğı ile sandalyenin eksik bacağı arasında cereyan eden ilişkiyi besler.

Unutulmamalıdır ki klasikleri besleyen şey “klasik” oluşa değin reddediği olgulardır. Bu yüzden bizim de Deleuzyen bir tekrarın labirentine girişimiz konuysa bu tekrarın yaratacağı fark neyin kaybolacağı kadar önemlidir. 

3

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku