Nuri Gökaşan: “İktidarlar Değişti Ama, Politik Tiyatrodan Duyulan Korku Hiç Değişmedi”

Pınar Çekirge

“Dionysos’un Çocukları” adlı röportaj dizimizin konuğu, oyuncu, oyun yazarı ve yönetmen Nuri Gökaşan.

Hatırlıyorum; Prof.Dr. Türkkaya Ataöv, 25 Şubat 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan “AST’da Bir Başyapıt!” adlı makalesinde Nuri Gökaşan’dan şöyle bahsetmişti :

“Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Adam Adam’ın yazarı, yönetmeni ve oyuncusu Nuri Gökaşan’ı bu görsel sanatın hangi büyükleriyle kıyaslamalı? Örneğin, ‘Romanoff ve Juliet’ ile ‘Dört Albayın Aşkı’ oyunlarının yazarı ve ‘Spartaküs’, ardından ‘Topkapı’ gösterileriyle Akademi Ödülleri alan (benim de tanıma ayrıcalığına eriştiğim) Peter Ustinov’la mı? Günümüzün daha gençlerinden, Aktör Stüdyosu’nun Kazan’dan sonraki yöneticisi Al Pacino’yla mı ? (…) Nuri Gökaşan’ın, yazarlığıyla, oyunculuğunun yanında Brecht yanı da cabası.(…) Nuri Gökaşan bu kişilerden daha ‘yalnız’ ama kendine daha yeterli. Böylesi daha iyi, ancak daha zor. Hiç nota bilmeyip Florida’da villa alan kimi şarkıcılarımız gibi ABD adresi olsaydı, AST’taki oyunuyla şu sırada Oscar’a adaydı. CIA vetosundan sıyırsa, ödülünü alırdı da. En azından, Michael Moore gibi birkaç başkasını toplar, kitlelerin kalbine daha yakın olurdu, insanlığı ve sanatçılığıyla.”

Piyes okumayı çok severim. “Adam, Adam” da, defalarca okuduğum bir eser olmuştur benim için. Üstelik rüzgarında bugün bile pupa yelken gidedurduğum bir eser.

Lafı uzatmadan, söyleşiye başlayalım diyorum. Ve sorularımızı yöneltiyoruz kendisine:

Pınar Çekirge – Ankara’da İktisadi Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nun Radyo TV Bölümü’nden mezun oluyorsunuz. Tiyatro oyuncusu olmaya ne zaman karar verdiğiniz? Tiyatro çocukluktan gelen, okul müsamereleriyle ortaya çıkan bir tutku muydu yoksa?

Nuri Gökaşan – Evet, dediğiniz gibi, radyo televizyon bölümünü bitirdim, lâkin üniversitede okurken, bir yandan da tiyatro yapıyordum zaten. Spikerlik dersimiz için, fonetik ve diksiyona Ankara Devlet Konservatuarı’nın efsane hocası Nushet Şenbay gelirdi. Bu eğitim benim için gerçekten çok yararlı olmuştu.

Tiyatro tutkusu okul müsamereleri ile başlamadı, tam tersi bir okul müsameresinde aldığım ‘arı’ rolünden pek hoşlanmayıp, izci adayı olarak yavrukurt olmuştum. “Adam Adam”da şöyle anlatmıştım: “Bense ront ekibindeyim, içerde sahnede çalışıyoruz. Müzik öğretmenimiz akerdeonla bir şarkı çalıyor, ‘Vız vız arıcık, uç uç arıcık…’ hop bir-iki dönüyoruz, çırpı bacaklı balerin kızların ellerindeki çiçekleri kokluyoruz. Arılardan biri de benim, okulun hazırladığı arı kostümü var üstümde, kuyruk sokumumda tülden arı kanatları. ‘Vız vız arıcık, uç uç arıcık …’ hop bir-iki, sınıff, sınıff. Ben kanatları kapadım hoca kızdı, ‘Oğlum yarasa değilsin arısın aç kanatlarını!’ diye bağırdım. Okuldan eve döndüğümde hüngür hüngür ağladım ve babama arı olmak istemediğimi söyledim. Sen de diyeceksin, memur olmazsın, arı olmazsın, ne bok olacaksın.’ Yavrukurt olacağım’ dedim babama. Niye yavrukurt olmak istiyorum? Kasket var, düdük var, sicim, halat var, çakı var, kollarda, şapkada arma var, rütbe gibi, şan var, şeref var. Ötekinde ne var, kıçında arı tülü.”

Pınar Çekirge – Tiyatrocu olma kararınız ailede nasıl karşılandı?

Nuri Gökaşan – Ailem tiyatroyu meslek olarak seçme isteğime, elbette pek sıcak bakmadı. Bu sebeple konservatuara başvuramadım bile. Çünkü babam “Mutlaka üniversite mezunu olacaksın” diye diretti. Ve ekledi: “Gir bir devlet dairesine, memur ol, mutlu ol.”

O yıllarda konservatuar yüksek okul kapsamında değildi henüz. Sonradan yüksek okul statüsü aldı, biliyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ailem için üniversite okudum. TRT’ye girip (o dönem TRT televizyon bölümü mezunlarını tercihli olarak işe alıyordu) çalışmam mümkünken, tiyatroyu hiç bir zaman bırakmadım. Vazgeçmedim. Tam elli sene profesyonel oyunculuk yaptım, eğer pandemiye denk gelmeseydi ellinci yıl kutlaması  düşünüyordum. Artık başka bir kışa kaldı bu kutlama. Ezcümle, ailem tiyatroya ne destek oldu ne de tam olarak engelledi.

Pınar Çekirge – Sanırım tiyatro sahnesine profesyonel anlamda ilk adımınız Vasıf Öngören’in “Almanya Defteri” adlı oyunu ile olacakken, bir makas değişikliği yaşanıyor ve ardından Orhan Erçin Tiyatrosu…

Nuri Gökaşan – “Adam Adam” adlı tek kişilik oyunumda, bu konuyu da değiniyorum aslında. Tiyatro tutkum, Vasıf Öngörenin yazdığı  “Almanya Defteri” adlı oyunda Ayberk Çölok’u izlememle şekillendi, diyebilirim. Bu değerli aktör beni tiyatroya inandırmış ve oyunculuğu sevdirmişti. Ancak bana hocalığı kısmet olmamıştı, sebebi ise gerçekten çok basit: “Almanya Defteri”nde Ayberk Çölok, Elif Türkan Çölok gibi ustalarla beraber rahmetli Mümtaz Sevinç de çalışmakta ve rol gereği Ayberk Çölok’un çıraklığını yapmakta, küçücük bir rolü var. 

Ayberk Ağabey, onlarla çalışmak, tiyatroyu onlardan öğrenmek gibi bir arzum olduğunu öğrenince, düşünün henüz on dokuz yaşındaydım, “Sen önce bu işin okulunu oku öyle gel” diyebilecekken, bir an durup, düşündü: “Mümtaz sınavları yüzünden bir ay sonra yapacağımız turneye gelemiyor tek gün  için onun rolünü sen oynamak ister misin, ama sadece bir gün..!?” Çok sevindim. “Elbette oynarım” dedim, rol zaten küçücük bir rol. Günlerce tiyatroya gidip, oyunu tekrar tekrar izledim. Rolüme hazırlandım. Son anda Mümtaz sınavı ekip, Konya Turnesi’ne katılacağını bildirmez mi?

Pınar Çekirge – Düş kırıklığı olmalı…

Nuri Gökaşan – Hem de nasıl. Son derece üzüldüm, biraz da hırslandım sanırım. O ruh haliyle bir başka ustanın tiyatrosuna gidip, iş istedim. O usta da Orhan Erçin’di, nurlarda uyusun, tiyatroya dair her şeyi öğrenmeye, onunla başladım. Tiyatro sevgim onunla gerçek, vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. 

Yavuz Pak – Neydi bu öğrendikleriniz ?

Nuri Gökaşan – Dekor, boyama, butofor yapmak, tiyatro malzemeleri ( kostüm ve aksesuarlar ayakkabılar çantalar ) bunları fihristleyerek kaldırmak, muhafaza etmek, perde çekmek  ki, o yıllarda çok önemliydi bu, illâki perde finâlde, etekleri koca bir fiyonk olacak şekilde çekilirdi, onun da basit bir tekniği vardı ve asıl sahne üzeri eğitim orda başladı. Orhan Hoca çok yetenekli bir aktördü, oyunun ve oyuncunun temposunu ayarlamayı, seyirciyi kendine odaklamayı, seyirciden reaksiyon almayı, sahne üzerinde diğer oyuncularla uyum sağlamayı, karşılıklı rol alışverişini, seyircinin (her geceye göre değişir) nabzını tutmayı, doğru artikülasyonu ve doğru oyunculuğu, işte tüm bunları, ilk sahne üstü ustam olan, Orhan Erçin’den öğrendim.

Pınar Çekirge – Ya Çağdaş Tiyatro?

Nuri Gökaşan – Orhan Erçin tiyatroyu satıp savıp Bodrum’a yerleşince, Ankara Çağdaş Sahne maceram başladı. Çağdaş Sahne’de devrimci ilerici toplumcu gerçekçi oyunlar sergileniyordu. Bu eserlerde genelde epik oyun anlayışı egemendi. Yılmaz Onay, Ali Taygun gibi toplumcu, devrimci yönetmenlerle orda buluştuk. Bugün çoğu mesleğini onurla yapmış arkadaşlarımla sahnede, kuliste omuz omuza olduk. İhsan Sanıvar, Teoman Özer, Köksal Engür, Erdinç Bora, Savaş Akova, Yusuf Dağüstün, Tayfun Çorağan, Berrin Ötenel, Metin Çoskun, Gülsen Tuncer, Orhan Aydın, Ali Erkazan, İsmail Işılsoy, Serpil İnanç, Seval Gökçe, Orhan Güner, Yaman Altıok, Güzin Çorağan, Onur Utku, Cihat Mağara ve adını dile getiremediğim bir çok arkadaşın yanı sıra, Ömer Özgeç, Ferhat Livaneli, Maksut Göksu gibi müzisyenlerle de çalıştık. Sahi Maksut, Kenan Evren’in kızıyla evlenip her şeyden koptu. Fuaye fotoğrafçımız ise Sinan Çetin’di, sonradan sinemada iyi bir yer yaptı kendine …

Sinematek’de Mahmut Tali Öngören ve Vecdi Sayar vardı mesela. Harika film gösterileri yapılırdı. Ayrıca konserler, paneller, fuaye de sergiler, tam bir kültür merkezi gibiydi, adı gibi çağdaş olan  tiyatromuz. Şimdi düşününce, tüm çalışanlarıyla Çağdaş Tiyatro ne büyük bir iş başarmış, diyorum.

Sonra… Sonrası maalesef 12 Eylül.

Pınar Çekirge – Hangi oyunlarda rol aldınız o dönem?

Nuri Gökaşan – “Yusuf ile Menofis”, “Grev”, “Çimento”, “Arturo Ui’nin Önlenemez Yükselişi”, “Memleketimden İnsan Manzaraları”.

Pınar Çekirge –  Yeni Tiyatro’nun kurucularındandınız. Yeni Tiyatro’dan konuşsak…

Nuri Gökaşan – Yeni Tiyatro’nun kuruluşunda yer aldım, esasen ilk eşimden ayrılınca, Londra’ da ikamet eden bir arkadaşımın çağrısıyla, Londra’ya gitmeye ve oraya yerleşip, çalışmaya karar vermiştim. Duygusal anlamda sıkıntılı günler yaşıyordum. Tam bu sırada, hatırlıyorum, 1988’in sonbaharıydı, Metin Coşkun Yeni Tiyatro projesinden bahsetti. Londra kararımın kesin olduğunu belirtmeme rağmen, Metin hayli ısrarcı davrandı.

Pınar Çekirge – Sonra?

Nuri Gökaşan – Metin Coşkun, Ayhan Önem, Ercan Demirel, rahmetli Bülent Yıldıran ve ben Yeni Tiyatro’yu kurduk.

Pınar Çekirge – Neden “Yeni”?

Nuri Gökaşan – Bu ismin fikir anası tiyatromuzun ilk rejisörü, Nesrin Kazankaya olmuştu. Nesrin’e göre, tiyatromuz adına uygun bir şekilde daima yeni oyunlar oynamalı ya da oyun geçmişte yazılmış bile olsa, Türkiye’de ilk kez prömiyer yapmalıydı.

Pınar Çekirge – Bu arada İngiltere planınız ne durumda?

Nuri Gökaşan – Kararım kesin. Gideceğim. Birgün Metin Coşkun, o zamanlar Yücel Erten ile evli olan Nesrin Kazankaya’nın, Athol Fugard’ın “Ada” adlı oyununun okuma provasına hepimizi çağırdığını söyledi. Çok da hevesli değildim aslında. Neyse gittim, teksti döne döne okuduk. Nesrin Kazankaya John karekterine Metin Coşkun’u Winston karakteri için de beni uygun gördü. Çaresiz kabul ettim. Oyun çok beğenildi. Ve 1989’da Türk Sanat Kurumu En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım.

Pınar Çekirge – Sonraki sezon “Örümcek Kadının Öpücüğü” gibi son derece önemli bir eseri sahneye taşıdınız. Ve doğru hatırlıyorsam, müzikleri yine Ünal Algın yapmış ve oyunu Kazım Akşar yönetmişti.

Nuri Gökaşan – Ben Molina karakterini Ali Gül devrimci adamı, rahmetli Haldun Boysan da hapishane müdürünü canlandırdık. Oyunun müziklerini, dediğiniz gibi, Ünal Algın besteledi ve çok büyük bir virtüöz olan Sarvar Ganiev de yorumladı. Bu oyunla bir defa daha ödüle aday olduk. Ama bu defa adaylıkla yetindik. Yeni Tiyatro daha sonra Aziz Nesin’in “Çiçu” adlı oyununu sergiledi ve Metin Coşkun’la Türkiye ve dünya prömiyeri yaptı. Ardından Selma Yeşilbağ’ın dilimize çevirdiği Stephen King’in eseri “Missouri”de, Metin Coşkun ve Meral Niron’la birlikte bir Türkiye prömiyeri daha gerçekleştirdik.

Keza, Dinçer Sümer’in  yazdığı ve benim yönettiğim “Marion ve Muhammet” adlı oyun da Türkiye ve dünya prömiyeri yaptı. Eserde Metin Coşkun, Orhan Aydın, Billur Kalkavan, Ali Gül ve Derya Oya Nay başlıca rolleri paylaşmış, oyunun müziklerini Nurettin Özşuca yapmıştı.”Marion ve Muhammed” ülkemizde ve yurt dışında başarıyla sergilendi. Ancak bazı sağ eğilimli gazeteler tarafından adeta topa tutulduk. Tehditler aldık. Hemen ardından Metin Coşkun’un Nazım Hikmet’ten oyunlaştırdığı, Şakir Gürzümar’ın yönettiği, Orhan Aydın ve Şenay Gürler’li “Yaşamak Güzel Şey Kardeşim” ve yine Metin’in Duygu Asena’dan uyarlayıp, yönettiği “Kahramanlar Hep Erkek” geldi. Vedat Sakman’ın müziklerini yaptığı oyunda Ufuk Karakoç ve Zeynep Üstünışık rol aldılar. Yeni Tiyatro, 2000’lerin ortalarında kapandı.

Pınar Çekirge – İyi ki küsüp, İngiltere’ye gitmemişsiniz. Bir ara çocuk tiyatrosu da yaptınız değil mi?

Nuri Gökaşan – 1980’lerde darbeden hemen sonra, Ali Hürol’un önderliğinde uzun bir süre “kurum çocuk tiyatrosu” yaptık. Halk Bankası ve Ziraat Bankası bünyesinde Çocuk Tiyatrosu faaliyetlerimiz oldu. Çok kıymetli arkadaşlarla birlikte çocuk oyunları sergiledik, hatırımda kalan bazı isimleri belirtmem gerekir. Rejide; Ali Hürol, Ejder Akışık, Ekmel Hürol, Yıldıral Akıncı. Ayrıca reji ve oyunculukta; Ferdi Merter, Nuri Gökaşan, Ertan Savaşçı. Oyuncular ise; Alp Öyken, Meral Niron, Köksal Engür ,Tülay Bursa , Elçin Şanal, Nusret Çetinel Orhan Aydın, Müdrike Şengezgin,Yeşim Kopan, Ayda Ömeroğlu, Sezai Aydın, Bülent Türkmen, Kaya Küçükönder, Bülent Yıldıran, Mete Yavaşoğlu, Almula Merter… Bu dostlarla dünya klasiklerinden bir çok oyun sergiledik.

Ağaçlar Ayakta Ölür oyunu

Pınar Çekirge – Çağdaş Sahne, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Komedi Tiyatrosu, Ali Hürol Tiyatrosu, Ankara Tiyatro Fabrikası, Yeni Tiyatro, DAT Yapım,Tiyatro Bakış, Dormen Tiyatrosu, Bakırköy Belediye, Tiyatro İstanbul, Tiyatro Kedi, Tiyatro Ekin, Tiyatrokare’de önemli rollerde oynadınız. Sketchler, parodi ve oyunlar yazdınız. Oyun yazarı olarak dört oyununuz var.Biraz da onlardan konuşsak?

Nuri Gökaşan – Çocuk oyunlarını da dahil edersek, sayı artar. Ama yetişkin oyunlarından bahsedelim önce. “Adam Adam” 2003 yılında yazdığım ilk yetişkin oyunum. Sonra “Belden Aşağı Tesellisi” ve “21” geliyor. Halen tamamlamaya çalıştığım, “İkitelli Yüksek Randıman Stüdyosu”nun ise, müzikal olma durumu söz konusu olduğundan, yazım süreci haliyle biraz uzadı.

“Adam Adam” adlı oyunumu on altı yıldır sahneleniyorum. AST’ta başlayan yolculuk, orda bir yıl sürdükten sonra, her türlü mali yükümlülüklerini kendim üstlenmiş olarak, dediğim gibi on altı yıldır devam ediyor. Pandemi sebebiyle yurtdışı turnelerim maalesef tümüyle durdu. Ancak pandemiden sonra, oyunun yine yurt dışı turneleri olacak. Bu arada hemen belirteyim, Ankara Tiyatro Fabrikası’nın ve Genel Sanat Yönetmeni Yılmaz Demiral’ın katkıları ile İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika İsviçre, Avusturya ve Lüxemburg olmak üzere, sekiz ayrı ülkede, doksan küsur oyun oynadım. Bazı şehirlere defalarca gittim. 

“Adam Adam” 12 Eylül Darbesi’yle travma yaşayıp, yurt dışına kaçmış orda yaşamak zorunda bırakılmış insanların, 12 Eylül mağdurlarının trajedisidir aslında. Konu Bakırköy Akıl Hastahanesi’nin bahçesinde geçer. İç sesi ile boğuşan kahramanımız, iç sesinin ceberut öğütlerini bir türlü dinlemek istemez, ama iç sesin kabul edilebilir hınzırlıkta, öyle önermeleri vardır ki…

“Belden Aşağı Tesellisi”ne gelirsek, batmakta olan bir özel tiyatronun son çırpınışlarına değinen, ‘oyuncu, yönetmen, tiyatro sahibi ve çaycı’dan oluşan dört kişilik bir oyun oldu.

21 (Yirmi Bir) diğer iki oyunumun aksine henüz sahnelenmedi. Gerçekçi, toplumsal bir oyun “21″. Zaman zaman kızıp,  yargılandığımız gençlerin hayata hazırlanmasında, yetişkinlerin dahlini anlatmaya çalıştım bu piyeste. Yazdığım çocuk oyunları ise, “Eski Değirmen”, “Ağaçların Dansı”, “Ormandaki Televizyon”, “Büyük Tatlı Yeşil Sirk”, “Cumhuriyet Destanı”dır.

Adam Adam oyunu

Pınar Çekirge –  Son yıllarda sayısı hızla çoğalan alternatif tiyatrolar hakkındaki görüşleriniz?

Nuri Gökaşan – Bana göre, alternatif tiyatrolar olmaya, her koşulda varlıklarını sürdürmeye devam edecekler. Aslında işimizin doğası bu. Üstelik yararı da büyük. Tiyatro eğitimi veren okulların sayıca artması, her geçen gün yeni oyuncuların gelmesi sonucunda, alternatif tiyatrolar da şehirlerimizde giderek çoğalmaya başladılar. Bildiğiniz gibi, ödenekli tiyatrolar zaman zaman sınav açıp, belli bir istihdam yaratsa da, bu elbette yeterli olmuyor. Kimi köklü özel tiyatrolarsa, genelde kendi oluşturdukları oyuncu kadrosuyla devam etmeyi, tercih ediyorlar. Böylece yeni oyuncular yollarını açmak için, alternatif tiyatrolara yöneliyorlar ister istemez. Ancak ille tiyatro yapmakla, alternatif tiyatro yapmak, farklı kavramlar. Bunların karıştırılmaması lazım.

Yavuz Pak – Ekonomik, siyasi baskılar ve tabii Covid19… Tiyatronun yakın geleceği sizce nasıl şekillenecek? Tekrar altın yıllara dönme ihtimali artık uzak bir rüya mı?

Nuri Gökaşan – Ekonomik ve siyasi baskı  tiyatrolar üzerinde hep olmuştur. Ne yazık ki, iktidarlar tiyatrodan oldum olası korkup, çekinmiştir. Çünkü tiyatro halkın yanındadır, ileri demokrasi özlemindedir, ilericidir. Yapısı gereği tutucu olamaz, yaşadığı toplumun yaşadığı çevrenin uygar bir yaşamı hak ettiğini düşünür ve bunun için iktidarlara yeri geldiğinde yüklenir, eleştirir, onları halka oyunlarla gönderme yaparak şikayet eder, üstelik halkı toplayabildiği, sözünü söylediği alanları vardır, yani tiyatro binaları bu anlamda toplanma, buluşma alanlarıdır. Bir anlamda o binalar cem salonlarıdır. (Cem: Toplanma, cemaat, topluluk) İktidarlar genelde tiyatro cemaatinden hiç hoşlanmazlar, tiyatro cemaati cami cemaatine benzemez çünkü, irdeleyicidir sorgular, anlayarak inanmak ister, hem tiyatronun içerdiği konular uhrevi değildir. Burada özellikle belirtmek isterim, tiyatro elbette uhrevi bir konuyu da, ele alıp sahneye taşıyabilir. Ancak bu ele alış biçimi, yine yapısı gereği, kutsal metinler benzeri bir biçimde olmaz olamaz, yaşanan hayatın ta kendisidir, sosyal ve ekonomik durumlarla ilgilidir, toplumsal barışı arzular, bunun içinde her şeyi irdeler tiyatro, adalet, eğitim, sağlık, barınma, tiyatro canlı olan her şeyin yaşam hakkını arar, hatta buna, cansız nesneler de dahil olabilir, tiyatronun cansız nesneler konusunda da bir tavrı vardır, yeri geldiğinde onlar için muhafazakâr olur.

Örnek vermek gerekirse yaşadığı şehrin, ülkenin yapılarına, yaratılmış, tasarlanmış eserlerine, mimarisine sahip çıkar, herhangi bir semtte eski ve mimari değeri olan herhangi bir yapının yok edilmesini kabul etmez, elinden geldiğince karşı çıkar. Tepki gösterir. Aslında bu durumu, AKM örneğinde olduğu gibi, pek çok tarihi dokunun değişim/dönüşüm adı altında yok edilmesinde yaşadık. İşte, bu nedenlerle ülkeyi yönetenler, sürdürdükleri ya da sürdürmek istedikleri uygulamalara karşı tiyatroyu bir tehdit gibi görürler. Tabi, bu bahsettiklerimiz hukukun üstünlüğüne inanmış demokrasiyi özümsemiş ülkelerde geçerli değildir.

Gelişmiş ülkelerde halk, tiyatro izlemeye teşvik edilir, okullarda gençlere oyun kritikleri yaptırılır, izledikleri oyundan ne aldıklarını izah etmeleri istenir onlardan. Ayrıca çok daha gelişmiş, ileri gitmiş bir toplum olmak için, tiyatro gibi yol gösterici bir sanat dalına ihtiyaçları olduğu, gerçeğini bilirler ve bunu asla gözardı etmezler.

MANUEL PUİG Türkiye prömiyeri. Nuri Gökaşan ve Ali Gül

Yavuz Pak – Peki ülkemizde durum nasıl ?

Nuri Gökaşan – Gelişmiş toplumlardaki tiyatro anlayışından henüz oldukça uzak sayılırız, diyebilirim. Geri kalmış toplumlarda tiyatro halkı kışkırtan bir yapı olarak görülür. Bizde de bir çok tiyatro, muktedirlerin engellemesi ile karşılaşmıştır, oyunlar yasaklanır örneğin, tiyatrolar kapatılır, sanatçılara ekmeği üzerinden baskı yapılır. Olmadı punduna getirilip, içeri atılır. Maalesef ülkemizde politik tiyatro yapan her tiyatrocu gibi, bu acıları ben de fazlasıyla yaşadım.

Pandemi ve sonrasında hayatın her alanında çok köklü değişiklikler olacağı, düşüncesindeyim. 2020 Haziran ayında, yani pandeminin görülmesinden iki ay sonra, facebook sayfama pandemi ile ilgili bir makale yazmıştım, izninizle o makaleyi okumak istiyorum:

Sevgili arkadaşım, işimiz kolay değil. İnsanlık, insanla mücadele etmeye başladı. İnsan, refahının yine insan nüfusunun azalması ile kâim olduğuna inanıyor, seneye belki daha başka bir bela çıkacak, bunlar hep deneme, eğer ırkların gen haritasına göre virüs imal etmeyi başarırlarsa ki, bunun üzerine çalışmalar yapılıyor, o zaman insanlığın vay haline. Hatırlarsın, Babuna soyadlı biri ülkemizden bir çok kan örneğini alıp, yurt dışına kaçırmış ve gazetelere manşet olmuştu. Şimdi laboratuvarlarda ırkların gen özelliklerine göre virüs üretmek istiyorlar, diyelim hangi ırk sayıca aşırı artmış saldırı oraya olacak, mesela Hintliler ya da Çinliler ya da Bangladeş’de kim fazla çoğaldıysa oraya saldırı, diğer ırklara virüs bulaşsa da, o ırklarda ölüm oranı fazla olmayacak.

Sevgili arkadaşım, işin tuhafı nüfus azaldıkça ülkelerin refah seviyesi artacak bu maalesef yaşlıların aleyhine bir paradoks ve sıradan insan bunu görünce, yaşlılarının ölmesine giderek ses çıkarmayacak, tepki göstermeyecek. Çünkü söz konusu ölümlerin kendi zenginliğine katkı olduğunu bilecek, acımasızca bir insan avı başlayacak, üst egemenler bu kararı çoktan aldılar. Henry Kissinger yıllar önce, 70’lerde, ‘dünya nüfusunun 2075 tarihinde bu artış hızıyla giderse 26 milyar olacağını, halbuki o tarihlerde ancak 8 milyar olması gerektiğini oysa, dünya nüfusunun şu anda 8 milyarın üstünde olduğunu’ kongreye rapor etmişti. Yazdığı kitaplarda da bahsetmişti bundan. 

Nüfus hızla düşürülecek belki on yıl içinde yarı yarıya ve 2075’de dünya nüfusu 8 milyar olacak şekilde planlanacak, bu planlama mevzi savaşlar, kısırlığa yol açabilen GDO’lu gıdalar ve biyolojik savaşla olabilir, örneklerini tarih derslerinde okumuştuk. Atina ve Spartalıları hatırla. Spartalıların Atinalılardan bir farkı vardı, Spartalılar daha güçlü savaşçı yetiştirmek için sakat zayıf ve hastalıklı doğanları hemen öldürüp yok ediyorlardı. Amaç daha kuvvetli bir orduya sahip olmaktı çünkü.

Zamanımızın üst egemenleri de aynı kafada, büyük nüfusun içinde ne kadar hastalıklı, zayıf bünyeler varsa onlar virüs marifetiyle yok edilecek ve dünya daha az ve sağlıklı insanlarla müreffeh bir hayatı yakalayacak, işin acı tarafı, insanların çok yakında başlayacak toplu ölümleri, geride kalanları üzmez olacak hatta gizliden memnuniyet duyacaklar. Bak, şöyle düşün, dünya ölçeği ile paralellik gösterdiği için örnek veriyorum, dünyanın nüfusu 8,5 milyar Türkiye’mizin nüfusu 83 milyon, dünya nüfusunu on yıl içinde 1,5 ya da 2 milyara indirmeyi planlıyorlar, Türkiye’nin nüfusunun on yıl içinde ölümlerle 15- 20 milyona indiğini düşün.Türkiye’nin yer altı/yerüstü kaynaklarını 83 değil de, 20 milyonun paylaştığını farz et ,Türkiye’de herkes her şeyin sahibi olur, eğitim sağlık, barınma problem olmaktan çıkar hatta hukuk dahi sorunsuzlaşır, dünyanın ve ülkelerin kurtuluşu olur. Ayrıca nicedir insanlığın, yaşlıların bilgeliğine ihtiyacı kalmadığı düşünülüyor, çünkü insana dair her türlü bilginin depo edildiği dijital ortam mevcut, artık gençler çocuklar, her türlü bilgiyi bu ortamdan kolayca sağlayabiliyorlar, yaşlılara bir şey sorup öğrenmelerine gerek kalmıyor. Çünkü her bilgi orda tümüyle mevcut.Hem daha fazla işçi sınıfına da ihtiyaç yok, artık yapay zekâ ile çalışan robotlar var, fabrika da araba, gemi dahil her şey imal ediyor bu robotlar. Hatta robotik cerrahi ile göz ameliyatı yapılıyor, bir çeşit soykırımdan sonra geri kalanın %20’lik bir kısmı, işçi sınıfını oluşturursa bu ideal olur, diye düşünüyorlar.

Ağaçlar Ayakta Ölür oyunu. Nevra Serezli, Nuri Gökaşan

Ezcümle, dünya insanlık için hem kötü günlere, hem de geride kalanlar için harika bir geleceğe gidiyor gibi görünüyor, inançlıysan bu Allah’ın bir takdiri dersin, inançsızsan buna doğal eleme dersin, Allah’ın ya da doğanın insan aklıyla insanı kırdırması yok etmesi, diye de düşünebilirsin, çünkü dünya bu yükü kaldıramıyor, insan popülasyonu diğer canlıların, hayvanlar böcekler yararlı bakteriler ve bitki örtüsü dahil, bunların yaşam alanlarını, vahşice yok ediyor ve maalesef kendi sonunu hazırlıyor, bunu ‘dünya kendi dengesini yeniden kurmak istiyor’ diye de düşünebiliriz.

Dünya, evren, yaradan, bunu böyle planlamışsa mesele yok zaten iş olacağına varır. Ama ya üst egemenler kendi çıkarları için böyle bir plan yapıyorlarsa? İtiraz eden, sorgulayan, haklarını arayan, hukuku takip eden, direnen, yardımlaşan ve bu kültürü gençlerine aktaran, biat etmez Allah’ın cezası bu anlayışı yok edip, yerine biat eden teslimiyetçi bir tür insan oluşturup ve bir tıklama ile hoşuna gitmeyen çipli insanı yer yüzünden silebilecek yeni bir kudret ve dünya düzeni istiyorlarsa ne olacak? Bu duruma susup, kuzu kuzu boynumuzu uzatacak mıyız? Yeni dünya düzeni buysa, elbette HAYIR! “

Ancak nüfusu azaltıp, istedikleri oranda tutsalar da tiyatro gerçekliği hep var olacak, hem de insanoğlu yer yüzünden yok olana kadar…

Çünkü tiyatro, hatta tüm medeniyet, buna dinler dahil, insanoğlunun anlatma, yaşadığını izah etme, yakınlarına ve çevresine aktarma, iç güdüsünden gelir, böyle bir saik insanda yaradılıştan var hatta kimi canlılarda da, buna benzer bazı davranışlar gözlemleriz…

Şimdi bir insan yaşadığını, gördüğünü niçin anlatmak ihtiyacı hisseder diye, düşünebiliriz. Bunun en önemli sebebi hayata tutunma arzusu ve yaşam içgüdüsüdür bence, insan kendi başına gelen kötü şeylerin evlatlarının ya da ait olduğu toplumun başına gelmesini istemez.Bu nedenle benzer durumlar oluşmasın diye, anlatır, konuşur, izah etmeye çalışır. Anlatma saiki çok güçlüdür çünkü. Tiyatronun dinlerin çıkışında ki temel de budur bence…

Mağara devrinde duvarlara çizilen bizon resimlerinin mağarayı güzelleştirmek için çizildiği kanaatinde değilim, o resimler büyük bir ihtimalle bizon avı için yapıldı. Avcılar yine o resimler üzerinde bilgi almak için toplandılar ve en deneyimli olan da, bizon neresinden vurulursa av kolay ölür, neresinden yaralanırsa av tehlikeli olur, bilgisini aktardı onlara. Yani demem o ki, insanın anlatma ihtiyacı hiç bitmeyecek. Pandemiden sonra da tiyatro varlığını sürdürecek…

Çünkü tiyatro en ilkel dönemlerde bile ‘anlatma saik’i nedeniyle vardı. Ve insanoğlunun ‘anlatma saiki’ şartlar her ne olursa olsun hep devam edecek.

Dediğim gibi, tiyatro bu sebeple ayakta kalacak. Kuşkusuz, sunum nasıl değişir, neye evrilir, onu şimdiden kestirmek pek de kolay değil. Ama yine seyirci ile yüzyüze canlı olması kaçınılmazdır, tiyatronun. Çünkü bu da ‘oyuncunun kendini ifade etme saiki’dir.

Pınar Çekirge – AST ile yollarınız ne zaman kesişmişti?

Nuri Gökaşan – Çağdaş Sahne sonrası bir çok farklı tiyatrolarda görev yaptım ve AST ile 1993 senesinde yollarımız kesişti. Orası yüzlerce sanatçının oynadığı ya da yetiştiği muazzam bir okul aslında. Halktan yana taraf olan duruşu kadar, ezilen kesime dair pek çok oyunu repertuarına alan, politik tiyatro düzleminde sağlam bir yeri olan AST’da ; “Bir Halk Düşmanı”, “Otobüs”, “Kardeş Sofrası”, “Jan D’ark Davası” adlı oyunlarda görev aldım. Yazıp, yönettiğim “Adam Adam” da 2005- 2006 sezonunda Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenmişti.

Yavuz Pak – 1997 yılında AST’tan ayrıldınız. Ayrılık nedeniniz neydi? AST’ın yarım asrı aşan tarihi üzerinden, dününü ve bugününü kısaca değerlendirebilir misiniz?

Nuri Gökaşan – Hatırlarsınız, 1994’de büyük bir ekonomik kriz yaşanmış, döviz kurları, enflasyon bir anda yükselmişti. Her zaman olduğu gibi, ekonomik krizden tiyatrolar yine çok etkilenmişti. Bir süre seslendirme çalışmalarıyla direnmeye çalıştım. Tam da o sırada RTÜK televizyon kanallarında %67 oranında yerli yapım zorunluluğu kararını alınca, tası tarağı toplayıp, Ankara’dan İstanbul’a geldim. Ne mutlu ki, tiyatro camiasında bilinen bir aktör olmam İstanbul’da işimi kollaştırdı. Farklı tiyatrolarda, çok değerli sanatçılarla çalıştım. Bu arada film, dizi, reji, dublaj çalışmalarım oldu.

AST’ın dünü bugününe ait tefriki yapabilecek, AST’da benden önce görev yapmış, kıdemli ağabeylerimiz var bu değerlendirmeyi onların yapması, çok daha doğru olacaktır, kanısındayım. Açıkcası, AST’da dört yıl oyunculuk yaptım diye böyle bir değerlendirmede bulunmaya, kendimi yetkin görmüyorum. Çok kıymetli arkadaşlarım oldu orada. Ve pek çok da anım.

Ancak şunu belirtmeliyim ki, AST’ın emekten, tam bağımsız Türkiye’den, ezilenden yana duruşu halâ devam etmektedir.

Yavuz Pak – Althusser, “Marx’ın felsefede yaptığı devrim nasıl felsefeyi uygulama biçimi ise, Brecht’in tiyatroda yaptığı devrim,  tiyatroyu uygulama biçimidir. Brecht’in tiyatrosu bir praksis tiyatrosu değildir, tiyatronun yeni uygulanış biçimidir. Felsefenin olduğu gibi, tiyatronun da derininde konuşan politikadır ama felsefe ve tiyatro hep politikanın sesini bastırmak için konuşurlar. Brecht, politika yapan fakat yapmadığını söyleyen tiyatroyu adıyla anmıştır: gece eğlencesi tiyatrosu, mutfak tiyatrosu, basit estetik zevk tiyatrosu. Brecht’in yeni uygulamasının amacı, tiyatronun içinde artık bir aldatmaca, yani mutfak eğlencesi olmaması ve tiyatronun da dünyanın dönüştürülmesine yardım etmesidir” der. Sizce Türkiye tiyatro tarihine de büyük etkisi olan Brecht’in tiyatral devrimi miadını doldurmuş mudur? Bu bağlamda, iktidarlar eliyle on yıllardır yaratılan apolitik bir toplumda politik tiyatro ya da tiyatro politik olarak hükmünü sürmekte midir?

Nuri Gökaşan – Brecht’in dekorundan, müziğine, kostümünden, oyunculuğuna kadar çok  farklı bir anlayışla epik tiyatroyu sanat dünyasına getirmesi ezilen sınıfın yararına olmuştu. Seyirciden yaşadığı, yönetildiği hayatı sorgulaması, değerlendirip, değiştirmesi beklendi. Toplumların yönetimsel sorunlar yaşadığı dönemlerde, toplumu diri, uyanık tutmak, düşündürmek, sorunlarının farkına vardırmak tam da epik tiyatronun uygulandığı politik oyunların özüdür, bana göre.

Ülkemizde bir çok tiyatro, epik oyunlar sergileyerek, işçi sınıfının bilinçlenmesine, eylemsizlikten, eyleme geçmesine ön ayak olmuştu. Örneğin; Hanif Tiyatrosu, AST, Çağdaş Sahne, Dostlar Tiyatrosu, geçmişte de bugün de başarılı epik oyun örneklerini sunan tiyatrolardır. Politik oyunlar oynarlar.Her zaman olduğu gibi, egemenler baskıyla onları apolitik olmaya zorlasalar da, hayatın derin itirazı, politik tiyatroyu var kılmaya devam etmektedir.

Yavuz Pak – Ranciere, “tiyatro, gerçekte halkın kendisiyle kolektif olarak yüzleştiği tek yer olagelmiştir tarih boyunca. İşte bu yüzden, tiyatronun kolektif seyircisi, sergilerin münferit ziyaretçilerinden ya da sinemada gişe rakamlarının basit toplamından çok farklı bir yerde durur. Tiyatro, bir “örnek topluluk” biçimidir; edilgen seyirci topluluğunun aksine, yaşam ilkelerini eyleme geçiren topluluğun etkin bedenidir” der. Sizce Türkiye’nin iki yüzyıla yaklaşan tiyatro tarihi, bir “örnek topluluk” biçimi yaratabilmiş midir?

Nuri Gökaşan – Evet, bence örnek topluluk yaratmıştır. Aksini söylemek Karl Ebert’e, Muhsin Ertuğrul’a ve tiyatroya bunca yıl emek vermiş ustalara saygısızlık olur. Sayı olarak, toplam nüfusa yüzdesi olarak, az olmakla birlikte belli bir tiyatro seyircisi oluşmuştur. Bu oran tiyatro geleneği çok eski olan ülkelerde yüksek olabilir, ama bizde de böyle bir nitelikli seyircinin oluşmasına katkıda bulunan ödenekli tiyatroların dışında, çok sayıda özel tiyatro olmuştur, bu tiyatrolar gerçekten kendi seyircilerini oluşturmakla, nitelikli örnek toplulukların meydana gelmesi konusunda ayrı ayrı katkıda bulunmuşlardır. Akla seyircisini oluşturmuş bir sürü tiyatro gelir, bu örnek topluluğun gerçekten de diğer farklı topluluklara göre daha eğitimli, estetik anlayışı daha yetkin, zihinsel kondisyonu daha yüksektir. Bu kesim belli bir kamuoyu oluşturma anlamında diğer topluluklardan çok daha etkendir, çünkü eylemseldir. Ama asıl mesele, zaten sayı olarak çok az olan bu nitelikli toplulukları, yanlış kültür politikaları ile daha da azaltıp, yok etmemektir. Bunu engellemenin tek yolu ise, tiyatroları desteklemek, onların özerk ve özgür olmasına dikkat etmek, önem vermektir.

Ada oyunu. Nuri Gökaşan ve Metin Coşkun

Pınar Çekirge – Peki ya tiyatro ödülleri?

Nuri Gökaşan – Ödüller sanatçının sorumluluğunu, işine gösterdiği özeni ister istemez arttırıyor. Dahası insanız, yaptığımız işin iz düşümünü görmek iyi geliyor ruhumuza. Bahsetmiştim, 1989’da Türk Sanat Kurumu’ndan aldığım En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, gidip Londra’ya yerleşme planımı bozmuştu. Sonrasında Selim Naşit En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, “Ağaçların Dansı” ile Çevre Bakanlığı Çevre Yazım Beratı, Yeni Tiyatro Dergisi En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine değer bulundum.

Yavuz Pak – Hal Foster, ironik bir biçimde “Günümüzde sanat ile hayat nihayet kavuşmuştur, ne var ki avangardın değil, kültür endüstrisinin koşullarında” der. Sizce kültür endüstrisi tiyatro üzerinde ne kadar etkindir? Bu bağlamda, tiyatro alanında giderek yaygınlaşan “ödüller ve ödül sistemini” endüstriyel kültüre içkin bir olgu olarak değerlendiren görüşe katılır mısınız?

Nuri Gökaşan – Doğrusu ya, keşke kültürden yola çıkılarak, sağlıklı bir endüstri  oluşturulabilseydi. 1989 da ödül aldığımda, İlknur Çevik’in başında olduğu Turkish Daily  News Gazetesi’nde Ülkü Alasya’nın benimle yaptığı bir röportajda anlatmıştım bu konuyu, yine bahsedeyim. 

Acaba Kültür Bank diye bir banka kurulamaz mı? Bankacılık hizmetlerinin yanısıra, kültür sanatla ilgili ne üretilmişse, dizi, film, sergi, oyun bunların tüm pazarlaması satışı, sergilenmesi, sponsorluk hizmetleri, telif takibini üstlense, basılı ve dijital hizmetler verse. Buralardan hem bankaya, hem eser sahip ya da sahiplerine gelir yaratsa. Örneğin pandemi benzeri olağanüstü zamanlarda, sanatçıların muhtaç duruma düşmemeleri için kredi ve yardım yapabilse, hatta her sene sektörde başarılı olanlara ödül de verse. Bunu kim yapacak. Devlet, peki hangi devlet? Elbette, Sosyal Devlet. Ben ödüllendirme, ödül verme eylemini hem doğru, hem de şart bulanlardanım, ödülün özendirdiğini, sorumluluğu artırdığını biliyoruz. Bunun yanında ödül vesilesi ile sanki her yılın, her sezonun oyunlarının, hem de iyi oyunlarının görsel işitsel, yazınsal envanteri çıkmış oluyor fena mı? Galiba endüstriyel kültür kaçınılmaz olarak var olacak, mesele onu ıslâh etmekte.

Pınar Çekirge – Peki ya popülizm?

Nuri Gökaşan – Popülizmin her şeyi ticari metaya dönüştürmesi, ister istemez insanın canını yakıyor. Bu kuşatma, evrensel boyutta öteden beri devam etmekte aslında. Bu konuda bir anımı anlatayım size.

Ankara Tiyatro Fabrikası ile “Adam Adam”ın İngiltere turnesindeydik. Karl Marx’ın Highgate Mezarlığı’ndaki mezarını ziyarete gittik. Kapitalizmin kitabını yazmış, Karl Marx’ın mezar ziyareti için, kişi başı iki paund ödedik. O bile ticari metaya dönüştürülmüştü.

Popüler kültür biraz piyasa nabzına göre gelişen ve çoğunluğun kabulünü gören üretimler olmakla birlikte, hepsini ‘çoğulcul zevk’ diye yaftalayıp, vasat göremeyiz, içlerinden çok başarılı, sanatsal estetiği sağlam üretimler de çıkabilir çünkü. Tiyatrolar özellikle ödenekli tiyatrolar popülist bir çizgide olmamalılar. Özel tiyatrolar çarkı döndürmek için popülist oyun arayışı içinde olabilirler, bu çok da anlaşılır ve kabul edilebilir bir durum aslında. Yani eskiden beri var olan popülizm kuşatması, kaçınılmaz olarak devam edecek.

Yavuz Pak – Tiyatronun doğumundan bugüne baş belası olan sansür ve oto sansür mekanizmalarının günümüz tiyatrosundaki izdüşümleri hakkında gözlemleriniz, düşünceleriniz nedir?

Nuri Gökaşan – Tiyatroda sansürü o toplumun egemenleri ister. Doğaldır ki, kendi konumunu, hakimiyetini ve tasarruflarının meşrûtiyetini sorgulayan eleştiren oyunlardan rahatsızlık duyup, hemen sansür mekanizmasını işletirler. Kuşkusuz, apolitik duruşu olan oyunlar da olacak, hayata bir başka derinlikten bakan oyunlar da. Ama politik oyunlar mutlaka olmalı, hatta toplum için politik tiyatrolar vazgeçilmez olmalı diyorum, ben. Elbette, sahnede kendi estetiğini yaratarak, itiraz eden, bakış açısı hep olmalı ve her ne olursa olsun, kesinlikle sansürlenmemeli. 

Dahası sansürleyen anlayış, en azından ‘kişi temel hak ve özgürlükleri’ konusunda artık daha eğitimli ve evrimini tamamlamış olabilmeli. Fikri özgürlük meclis kürsüsünde varsa, neden bir oyunda bir şiirde olmasın? Bu olgunluğa ancak demokrasisi güçlü ülkelerde rastlıyoruz. Tiyatro otosansüre pek istekli görünmese de ‘aman muktedirle başım belaya girmesin’ korkusuyla sahnede yapacaklarından, yazacaklarından geri durmaktır. Yazılanı değiştirerek oynamak, bir anlamda zülfüyare dokunmamaktır aslında.

Kendimi bildim bileli darbelerle büyüdüm ve yaşlandım. İlk darbeye tanık olduğumda on yaşındaydım son kalkışmada ise altmış altı. Bu süreçler hep baskıyla geçti. Defalarca tekrarlanan darbeler, darbe teşebbüsleri, muhtıralar, post modern muhtıralar, baskıyı daha da artırdı… İktidarlar değişti ama, politik tiyatrodan duyulan korku, endişe hiç değişmedi. Darbeler toplumun aleyhine işlemiş süreçleri beraberinde getirdi hep. Sendikal özgürlük dahil, özgürlükler kısıtlandı, yok sayıldı. Politik tiyatronun bunları sorgulaması istenmez doğal olarak. Politik tiyatroların sayıca artması beklenirken, böyle bir artış sözkonusu bile değil. Kısaca, korku muktedirseyse ‘sansür’, sendeyse ‘otosansür’dür.

Yavuz Pak – “Adam Adam” oyununun tanıtım broşüründe, “iktidarların meşruiyetlerini borçlu oldukları halkın özgürlüklerini daralttıklarını, Sokrates’in ve Adam Adamlar’ın bu yüzden infaz edildiğini” yazmıştınız. O günden bugüne iktidar ve halk cephesinde değişen bir şey var mı? Sizce bu “infaz”lar ne zaman son bulacak?

Nuri Gökaşan – İnfazlar devam edecek maalesef. “Adam Adam” 1980 mağdurlarının yaşadıkları travmaları anlatır. Oysa 80′ öncesinde ve sonrasında da darbeler yaşanmış ve bu darbelerin mağdurları olmuştu.

Sebebi malûm, antidemokrat bir ülke oluşumuz… Hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler gibi hususlarda geri kalmış bir toplumuz. Kaldı ki Cumhuriyet in kazanımları, Atatürk’ün ilke ve inkılapları ters geliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Dilerim her şeye rağmen infazlar bir gün gerçekten son bulur.

Nuri Gökaşan, Derya Baykal, Levent Kırca

Yavuz Pak – Salgın döneminde tiyatro sorusuna ilave olarak: Pek çok tiyatronun maddi imkansızlıklar ve desteklerin yetersizliği yüzünden kapanmak zorunda kaldığı pandemi sürecinde siz oyunlarınızı sahneleyebilmek için destek arayışına girdiniz mi? Devletten, belediyelerden ya da özel sektörden destek alabildiniz mi?

Nuri Gökaşan – Salgın sürecinde biliyorsunuz, tiyatrolar perde açamayıp, faaliyetlerine devam edemeyince, bir kısmı kapatmak zorunda kaldı. Hele oda tiyatrosu yapan, sınırlı koltuk sayısıyla anca kendini çevirebilen, alternatif tiyatrolar büyük sıkıntı çektiler ve halâ da çekiyorlar. Çalıştığım Tiyatrokare’nin de hayli kaybı oldu. Örneğin, 2020 Mart’ında Ankara turnesinden sonra Mayıs ayı dahil, toplam otuz yedi oyunumuz bir anda iptal edildi. Tiyatrokare olarak, devletten Pandemi Yardımı aldık. Bu süreçte ayrıca Migros iki oyun aldı ve İBB’de iki oyun için İstanbul Açık Hava Tiyatrosu’nu festival kapsamında, ücretsiz olarak tahsis etti diye biliyorum. 

Pınar Çekirge – Tiyatroda “avangard tavır” desem?

Nuri Gökaşan – Avangard bakış bence her dönem için geçerli olan bir gerçek. Tiyatro sanatı avangard akımdan, özelllikle 20. yüzyılın başlarında etkilendi. Sürrealist, fütürist, dışavurumcu bir çok anlayış gördük oyunlarda. Bunlar dekor, reji, ışıkta bir şekilde varlığını hissettirdiler. Büyük estratlar, iskeleler, halatlar merdivenler kurdular sahnelere. Gelişmiş ışık sistemleri ile bambaşka algılar yarattılar ister istemez. Bence avangard bakış, farklı avangard akımların toplamı, bileşeni oldu. Günümüzde evrensel boyutta bir tiyatral eylem bu birleşmeyle olabilir.

Pınar Çekirge – Buğulu bir pencere camına ne yazarsınız ?

Nuri Gökaşan – Aslında ne yazacağım, biraz da o buğulu camın nerde olduğuna bağlı, olacaktır. Mesela karşımdaki bir meyhanenin buğulu camıysa koca bir “S” ile başlayıp, “Segâh” yazardım. Kızım olur. Yurt dışında, özlemi burnumda tüter.

Yavuz Pak: Nuri Bey, Çok teşekkür ediyoruz bu güzel söyleşi için…

Nuri Gökaşan: Ben de sizlere ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ediyorum.

3 Ocak 2020 akşamı izlediğim, Tiyatrokare yapımı “Ağaçta Ayakta Ölür” beni bir hayli etkilemişti. Oyun sonrası defterime şunları yazmıştım: “Yaşar kıldığı emekli bürokrat ‘Cevdet Okur’ karakterinde Nuri Gökaşan’ın sergilediği ustalıklı, zirvede oyunculuk, şu an bile gözlerimin önünde. Son derece gerçekçi, inandırıcı, tutarlı bir biçimde ele alıp canlandırdığı ‘Cevdet Okur’a belli ki kişisel deneyim ve gözlemlerinden çok şeyler katmış Nuri Gökaşan. Kimi sahnelerde seyircinin adeta soluğunu kesen, duygudan duyguya sürükleyen başarılı yorumu, ortaya koyduğu resital tadındaki oyunculuk, zaten her türlü övgüye değer. Nuri Gökaşan mimikleri, doğru beden, ses kullanımı, tonlaması, sahne denetimi, zamanlaması, his alış verişi, enerjisi, çapaksız performansıyla yine ‘ seçkin, bir oyunculuk örneği ‘ sunuyor oyun boyunca.Dahası rolüyle kurduğu duygusal bağ, hayat verdiği kimliği ‘ sanki kendisiymiş’ gibi izleyiciye yansılayıp, algılatmasına neden oluyor.”

“Atları da Vururlar” , “Dün Gece Yolda Giderken Komik Bir Şey Oldu”, “O Bir Efsane, Cahide”, “Hissesi Harikalar Kumpanyası”, “Damadım Olur Musun?”, ” Amfitrion 2000”, “Leyla’nın Evi“ni hatırlıyorum şimdi ve hayran kaldığım, neredeyse repliklerin altını çize çize okuduğum “Adam Adam” oyununu.

Hisseli Harikalar Kumpanyası‘nın Patronu Emin’i düşünüyorum. Kumpanyanın gülü, assolist Süheyla’yı, Adalet Hanım’ı. Erol Sevgin’i. Oryantal rakkase Mehtap Yanık’ı.

Hani, “Nerede o günler… O eski günler… Kıymetini bilmeden geçti seneler…” deriz ya bazen.

Birden Cevdet Okur’un sesiyle irkiliyorum: “Kimsenin suçu değil ki bu. Suç zamanda. Bizden hep başka şeyler istiyor…”

Ve Adam‘a fısıldayan o ses :

“Gittin ya da geldin… Ölüm ateşinde biz olduk… Vicdanım rahat.İyileştim ben.. Dinle… Yüreğim şarkı söylüyor… Bizim şarkımızı, duyuyorum onu… Ve biz şarkımızla kaçtık…

Gel çocuk gel / Dinle bu yorgun adamı / Sen masumsun / Gönlüne erdem ek / Birer ulu ağaç olsun / Gölgesinde dans et / Gel…“

 

PINAR ÇEKİRGE – YAVUZ PAK

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku