Elif Ongan ve Güray Dinçol ile “Nasıl Bilirdiniz?” Oyunu Üzerine Söyleşi

Ayçe Özyiğit

Gelenekselleşmiş bir olgudur, vefa edenleri iyi bilmek… Gerçekten iyi bilinmeyi hak ediyorlar mı, o belirsizdir… Bu belirsizliğin yanıtını “Nasıl Bilirdiniz?” oyununu seyrederken bulabilirsiniz. 

“Nasıl Bilirdiniz?”, tek kişilik bir oyun olsa da, ses, ışık ve görsellik eşlik ediyor oyuncuya. Bu anlamda oldukça kalabalık bir oyun “Nasıl Bilirdiniz?”. Üstelik çok da önemli bir savı var oyunun:“Herkes anlatılmayı hak edecek kadar eşittir” diyor. Sadece insanları kastetmiyor bunu söylerken. “Hayatı paylaştığımız tüm yaşam formları önemlidir” diyor. Farklı hikâyelere, hayatlara sahip olsak da yaşam alanı ortaktır ve bu ortaklıkta tüm yaşamların söz hakkı vardır.  Herkesin, her canlının bir hikâyesi vardır ve birilerinin önemsemiyor olması o hikâyenin büyüsünü bozmaz.

Oyunun yazarı ve oyuncusu Elif Ongan ve oyunun yönetmeni Güray Dinçol ile “Nasıl Biliridiniz?” üzerine konuştuk… 

Ayçe Özyiğit : Yersiz Kumpanya’dan bahsedenim öncelikler isterseniz… Yersizlik neyi tanımlıyor sizce? Bir yere ait olmama hali mi yoksa her yere ait olduğu için aslında “yersiz” olmak mı?

Elif Ongan : Sanırım ikisini de barındırıyor. Yersiz Kumpanya’yı 2017’nin sonunda kurduk. “Nasıl Bilirdiniz?” oyunundan önce yine benim kaleme aldığım “Unutulan”, isimli başka bir projemiz daha oldu. Oyun, Anadolu’ya yapılan bir turne sırasında kumpanyanın borcunu ödeyemediği için rehin bıraktığı iki Ermeni kadın oyuncunun bir gün seyredilebileceği umudu ile oynadıkları oyunlarını ve var olma mücadelelerini anlatıyordu. “Nasıl Bilirdiniz?” Yersiz Kumpanya’nın ikinci oyunu. Yersiz Kumpanya ortalama duruma bakmaksızın devamlı ümitli ve derinliğine hissederek, normale uygun olmak zorunda olmayan, hegomonik söylemlerin tutarlılığını darmadağın ederek üretmeye teşvik eden bir dolaşıklık, dolaşma halini benimser. Düşüncenin ve fikirlerin de dolaştığı ve bu dolaşıklık içinde üretim yapan bir oluşum. Dolayısıyla bizimle yol alan insanlar değişebiliyor. Ve isteyen ekip gelip bizimle çalışabilir. Bir mekânımız yok. Bize kapısını açan mekânlarda sahneye çıkıyoruz. Yersizlik biraz da buradan geliyor. Pandemi öncesinde, hedef sahnede daha kalabalık bir oyuncu grubunun olacağı bir proje olması yönündeydi. Fakat pandeminin hepimiz üzerinde bıraktığı etki ile proje değişim gösterdi. Ancak bu oyunun arkasında da oldukça kalabalık bir isim ve mekân listesi var. Hepsine teşekkürlerimi burada da dile getirmek isterim. Başta yönetmenimiz Güray Dinçol olmak üzere, Berkay Özideş (müzik yönetmeni), Ece Zeynep Taşkın (yardımcı yönetmen), Utku Kara (ışık tasarımcısı), Ülkü Şahin (kostüm tasarımcısı),  Jeff Oslo &Shao (görsel tasarım ve animasyon), Gözde Yıldız (asistanımız), Osman Onur Can (ışık operatörü) benim için çok önemli. Bizlere mekân desteği sağlayan ve çalışmada yol almamızı sağlayan Cihangir Atölye Sahnesi, Bomovu, TakTak Atölye, Zerrin Yanıkkaya, Irmak Kuyumcu, Zeynep Kuyumcu, Özgür Doğa Görürgöz, Bercuhi Berberyan, Emine Dikmen, İdea Drama Sanat ve Atölye Pasaport’da ayrıca teşekkür etmek isterim. 

AyçeÖzyiğit : Fiziksel tiyatro deyince akla ilk gelen isimlerden biri Güray Dinçol. Elif Hanım da fiziksel tiyatronun en önemli isimlerinden. Hal böyle olunca, kinizin aynı projede yer alması kaçınılmaz gibiydi sanki. Birlikte çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Güray Dinçol : Hikâyenin benim için en ilgi çeken yanı bir yönetmen olarak bana sunduğu gerçek ve fantezi arasında gezinebilme ve bunu sahne üstünde araştırabilme olanağıydı. Diğer taraftan Elif’in kendine has hikâye etme biçimi, duyarlı kalemi, politik düzlemi, yazarken oluşturduğu dramaturjik çatı bu metni sahneleme konusunda bende heyecan yarattı.

Elif Ongan : Güray’la uzun bir süredir çalışmak istiyordum. Oyunun ilk ve kısa halini Güray’a göndermiştim. O da oyunu sevdi ve birlikte çalışmaya böyle başladık. Süreç kendini ve çalışma yöntemini belirliyor. Bizim çalışmamız pandemiye denk geldi ve uzun süreli kopmalar ve tekrar başlamalarla gerçekleşti. Sahneleme için de Güray’la buluşarak, görüşebildiğimiz ölçekte prova yaparak devam ettik. Çalışmalar sırasında ben öncesinde kendim çalıştım ve Güray’la buluştuğumda oyun üzerine yeni fikirler ve üretimlerle devam ettik. Sonrasında araya hastalıklar, kopmalar, sokağa çıkma yasakları gibi etkenler girdi.  Proje durdu durdu başladı. Sonunda 23 Eylül 2022’de prömiyer yapabildik. 

Ayçe Özyiğit: Oyunda kullanılan tekniklerden söz edebilir misiniz?

Elif Ongan: Tabii yolda birçok kazanımlarımız oldu. Bir süredir aklımda olan oyun içinde kullandığımız bir vokal kompresörü var. O vokal kompresörü sesin kendi anlatımını ve aynı zamanda sesin de kendisinin getirdiği yeni karakterler ekleyebiliyor. Böylece tek değil birçok kişi ile oynama şansım oluyor. Işıklar da oyunun bir parçası. Işıkların da konuştuğu, şekillendiği, insanlaştığı ve anlattığı bölümler var. Sesle, ışıkla ve tabi ki sözle anlattığımız her şey yaratılan uzamın bir parçası… Tiyatronun kendi olanakları dışındaki başka ekipmanlarla çalışmak insana bambaşka bir dünya açıyor, bambaşka bir evren yaratıyor. O evrenle oynamak çok eğlenceli. Düşünme biçimin değişiyor.

Güray Dinçol: Oyun en temelinde hikâye anlatıcılığı diye tanımlanabilir. Ama biz bu reji özelinde sesin, ışığın, videonun, kostüm ve makyaj tasarımının, sahne tasarımının hepsinin eşit derecede hikâyeye katkı sunduğu performatif bir anlatı deneyimi yaşatmak istedik seyirciye. Özellikle tek kişilik oyunların sahnede oyuncuyu yalnızlaştıran yapısını, tiyatronun diğer etmenleri ile bozuma uğratıp oyun kişisini sahne üstünde diğer olanaklarla çoğaltmaya gayret ettik. Bu noktada sahne üstünde sesi bir Loop Station vasıtasıyla yoğun biçimde kullandığımızı ve oyuncunun sesini çoğaltarak sesle bir tür oyun uzamı yarattığını da belirtmek isterim.

Ayçe Özyiğit: Oyun, her yönüyle bir bütünlük sunuyor. Kullanılan hiç bir teknik öğe oyunda eğreti durmuyor.  Bu anlamda oyun metninin ve oyunculuk tekniğinin bu bütünsellikteki belirleyiciliği nedir?

Güray Dinçol: Bence doğru bir evren inşa edildikten sonra herhangi bir oyun herhangi bir biçimde sahneye konulabilir. Orada temel, rejinin metinle dayanakları olan bir bağ kurarak metni sahne için yeniden yaratması. Her zaman en çok dikkat ettiğim şey neyi yaptığım değil nasıl yaptığıma odaklanmak oldu.

Ayçe Özyiğit: Oyuncunun potansiyeli ve yeteceği ne denli önemli bu belirlenimde? Oyuncunun belli tekniklere aşina olması, tekniğin bilgisine sahip olası, belli tekniklerde deneyimli olması gerekiyor mu? Bu bağlamda Elif Hanımla çalışmak nasıldı?

Güray Dinçol: Beden ve hareket odaklı bir tiyatro türünde oyuncunun kendi malzemesi oldukça önemli elbette… Konservatif eğitimde zaten bu eğitimlerin altyapısı verilmiş olmalı. Beden ve ses enstrümanını yeterince güçlü kullanamayan bir oyuncu sahnede hangi teknikle çalışırsa çalışsın zaten güçlükler yaşayacaktır diye düşünüyorum. Yine aynı şekilde tiyatro teknolojilerine, plastik sanatlara,  sinemaya, psikolojiye, felsefeye, çağdaş hareket tekniklerine belli bir seviyede oyuncunun ilgi duyması gerekli diye düşünüyorum. Elif çok cömert, çalışkan, özellikle bu oyunu sahneye taşımak konusunda da oldukça arzulu bir oyuncuydu. Azmi, gayreti ve özellikle son haftalarda oyunun hem yapım, hem sahnelenme hem de oynama sürecini oldukça iyi yöneten bir oyuncu. Müzikal becerileri, reji sezgisi, uzun yıllara dayalı tecrübesi oyun sürecimize büyük katkı sundu diyebilirim.

Ayçe Özyiğit: Konusu da oldukça farklı bir oyun “Nasıl Bilirdiniz?”. Metin mi tekniğe göre şekillendi yoksa teknik mi metne göre oluştu?

Elif Ongan: Metnin yapısı da dönüşen ve değişen özellikler içeriyor. Büyülü gerçeklik dediğimiz türe göz kırpıyor. Bu konunun ilk çıkışı eşimin annesinin cenazesinde gerçekleşti. Cenazenin 3. gününde eve dua okuyucu olarak bir kadın geldi. Çok net hatırlıyorum. Çizgili bir poşeti vardı. İçinden hoparlörünü çıkardı, mikrofonu taktı, hepimizin bildiği geleneklerdeki duasını okudu, şarkılar söyledi. Sonra da hikâyeler anlatmaya başladı. Tüm bu cenaze ve ölüm ritüeli içinde ortaya neredeyse hepimizi gülümsetecek değişik bir ruh hali yayılıyordu. Bu olay uzunca bir süre kafamda dolaştı. Sonra pandemi ölümle kurulan ilişkiyi yeniden sorgulattı bana…  Yanımızdan geçen insanların birdenbire kaybolmasıyla alakalı olarak ölüm ve yaşamla ilgili çok şey öğretti. Ölüm bir sayı haline geldi. Rakam olarak telaffuz ediliyordu. Bu arada hepimizin insanla, bitkiyle, diğer tüm canlılarla ilişkimiz de değişmişti. Tüm bunlar oyunun konusunu ve anlatılma biçimini değiştirdi.

Güray Dinçol: “Nasıl Bilirdiniz” bence karanlık bir masal. Gerçek ve fantezinin iç içe karıştığı anlatım dili beni etkiliyor. Bu kadar gerçekle yorulduğunuz bir zamanda masalsı ama aynı zamanda oldukça sert hikâyeler dinlemek ve bunları sahnelerken de farklı biçimler araştırmak açısından bana oldukça güzel bir alan açtı diyebilirim.

Güray Dinçol

Ayçe Özyiğit: Fiziksel tiyatro, clown, Lecoq, groteks, bufon… Özellikle alternatif tiyatro seyircisi artık bu teknikleri benimsedi mi sizce?

Güray Dinçol : Ben Türkiyeli seyircinin bu tekniklere açık olduğunu ve iyi örnekleri ile karşılaştığında çabucak kucakladığını gözlemledim. Kendi geleneğinde hareket ve oyun odaklı bir tiyatro birikimi yatan bu coğrafyada elbette bedene dayalı bir anlatı karşılık bulacaktır. Uzun yıllardır alışageldiği seyir yapısının dışında bir şeyle karşılaştığında kısa bir şaşkınlık yaşasa da özenle yapılmış her tür biçimsel denemenin seyircide karşılık bulacağına inandığım gibi özellikle fiziksel türlerin bizim seyircimize çok daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Ayçe Özyiğit: Aslında tiyatronun kendisinin “fiziksel” olduğunu söylemek doğru olmaz mı? 

Güray Dinçol: Evet diyebiliriz. Ben fiziksel tiyatro tanımlamasını çalıştığım alanın hareket, beden, oyun odaklı olduğuna vurgu yapmak adına ve alanı daha net tanımlayabilmek adına kullanıyorum. Yoksa fiziksel olmayan bir tiyatro türü elbette yok.

Ayçe Özyiğit: 2004 senesinde İstanbul Devlet Tiyatroları’nda mask tiyatrosu oyunu olan “Sersemler Evi” oyununu izlemiştim. Sözsüz oyun o dönemde oldukça yabancıydı bana. Siz tiyatro da “söz”ü nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Güray Dinçol: Tiyatroda sözün de bir fiziksel unsur olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllardır alıştırıldığımız tiyatro biçimi söze dayalı olduğu için biri diğerinden daha üstün olmayabilir.   Burada önemli olan bence tiyatro yapan kişilerin doğru tanımlamaları ve olanı hizmet edecek biçimi ve içeriği doğru inşa etmeleri. Ben kendi tiyatro yolculuğumda bedenin ve her tür maskenin bütün olanaklarını kullanmayı sevdiğim için bu alanda derinleşmeye gayret ediyorum.

Ayçe Özyiğit: “Herkes anlatılacak kadar eşittir” diyor oyun. Eşit midir sizce ya da eşit olmalı mıdır? Anlatıcının kocası mesela? Ya da bakkal Hüseyin Efendi?

Elif Ongan: Tabii ki burada belli karakterlerin hikâyesini anlatamayacağım. Genel geçer dünyada onların hikâyeleri altları kalın konturlarla çizilerek anlatılıyor zaten. Hâkimiyetini kurmuş kişilerin hikâyelerini anlatmak gerekli mi? Tek bir cümleyi söyleminden bağımsız düşünemeyiz. Asıl meselemiz bu cümlenin önünde ve sonunda devam eden anlatılmayanların hikâyelerini dinletmek ya. Kocasının hikâyesini genel geçer dünyada herkes o kadar iyi biliyor ki zaten. Gerçekten iyiler mi? O kadar yapıp ettiklerinden sonra sadece öldükleri için onları iyi bilmek zorunda mıyız? Anlatılacak kadar eşit olanlar; “Gölgeleri uzayan çocuklar, oyundaki Arlet Hanım, menekşe, Zamanın Efendisi (Saatçi Kadın Hatice Teyze)… Metnin, “hepimiz bir havuzun etrafında toplanabilirdik”, gibi bir ütopyası var. O ütopyaya şunu anlatıyor; yanından geçtiğin fakat görmediğin kişiler sen görmedin diye olmayacak değiller, onlar hep vardı. Bana göre bu sebepten ötürü herkes anlatılacak kadar eşittir. Yani söylemeye çalıştığımız şu; bir köpeğin hikâyesi de anlatılabilir, sarmaşığı kurtarmaya çalışan bir kadının da hikâyesi anlatılabilir, hiç görünmeyen 30 tane çocuğun hikâyesi de anlatılabilecek kadar değerlidir. 

Ayçe Özyiğit: Son yıllarda genellikle büyük trajedi yaşamış kişilerin ya da bilim, sanat, spor, politika vb. alanlarda iz bırakan isimlerin hikâyelerine tanıklık ediyoruz tiyatro oyunlarında. “Nasıl Bilirdiniz?” ise mahalledeki çocuklar, köpek, bir çiçek, bir komşu gibi “sıradan” olana odaklanıyor. Bu bir tercih mi? 

Elif Ongan: Hikâye anlatıcısı kadın kendini hiçbir zaman bu şekilde anlatmayacak ya da kendi hikâyesini anlatabilecek bir platform bulamayacak. Gerçekten de kadının hikâyesi anlatılmıyor ama muhtemelen adamın hikâyesi anlatılacak, soyadı ile birlikte devam edecek, hep yaşayacak. Bu kadın zaten konuşmadığı için görünmüyor. O yüzden konuşmayanlar hayalet olmak zorunda kalıyorlar. Bu, her yerde, birçok ülkede yazılı olmayan bir kural gibi… 

Ayçe Özyiğit: Oyunda doğa, hayvan ve insan üçlemesi söz konusu. Sadece insanların hikâyelerine odaklanmaması da oyunu ilginç kılan bir unsur.

Elif Ongan: İnsan çok kibirli bir varlık. Onca yaşam formu söz konusuyken insan o kadar da önemli olmamalı… Yani bir ağacın da, bir sarmaşığın varlığının da en az bakkalın tabelası kadar kıymetli olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu savunduğu için bir kişi neden rahatsızlık verici oluyor? İnsan bir şeye bir isim veriyor (onu tanımlıyor)  ve o ismi verdiği için onu sınıflandırıp onun kalıbına sokmaya çalışıyor. Sonra o kalıba sığmayınca da onu öldürüyor. Burada yaşama hakkı üzerine konuşmaya çalışıyorum. Oysaki her varlığın bu dünya üzerindeki yaşam hakkı en az senin kadardır. Bu yüzden konuşmayan varlıklar oyunda, anlatıcının dünyasında dile geliyor. Yaşam döngüsünde insan ilk önce bitkiyi ve hayvanları yok edebileceğine, cinsiyetle hiyerarşi yaratabileceğine sonra politik olarak azınlıklar oluşturabileceğine karar veriyor. Sonra bir normal yaratılıyor ve bu normalin dışındaki her şey eğer normale hizmet etmiyorsa- yok olmalı gibi bir düşünce oluşuyor. Tam da işte bu yüzden anlatılmayanların hikâyesi anlatmaya değer bence. Hala hesabı verilememiş, anlatılmayan çok ölüm var. 

Ayçe Özyiğit : Oyundaki deyişi kullanırsak Jeyan… ( gülüşmeler) Jean Paul Sartre’ın oyunda yer alması, varoluşçuluğa bir selam gönderme diyebilir miyiz?

Elif Ongan : Tabii ki selam gönderme. (gülüşmeler) Karakterimizin bilgi kaynaklarından biri de kese kâğıdı olarak ev giren gazeteler. Ben küçükken –gazetelerin gazete olduğu zamanlarda- gazetelerin arkasında kitaplar bölüm bölüm yayınlanırdı. İnce Mehmet’i gazeteden okumuştum mesela. Herkes okuyabiliyordu o zamanlarda. Anadolu’da gazeteler üzerinden okuma alışkanlığı kazanmış, daha iyi okur olmak için kitaplara bulaşmış çok insan var. Karakterimiz ise öyle büyük bir yalnızlık içinde ki Sartre ile arkadaş olmak istiyor. Çünkü düşünce olarak Sartre ile birbirlerine çok benziyorlar. Normal bir kız çocuğu olarak okuduklarını anlayabiliyor, (gülüşmeler) öğrenebiliyor. Oyunda yakın tarihte tanık olduğumuz entelektüel yıkımdan da bahsediyoruz. Ölüm ve yaşamla ilgilenen bir insanın Sartre’yle ilgilenmemesi, yakınlık kurmaması mümkün değil. 

Ayçe Özyiğit: Oyundaki anlatıcı neden kendi hikâyesini diğerlerinin hikayelerinin  arasına gizliyor?

Elif Ongan: Hikâyeleri anlattıkça kendini anlatabiliyor. İnsan kendini birileriyle konumlanmasına göre biçimlendirir ve belirler ama kendi hikâyesini anlatamaz. Anlatmaya başladığında kendi hikâyesinin geçmişte tezahür ettiği biçimini hatırlayıp onu hikâyeleştirmeye çalışır. Kendisini ancak başkalarını anlatırken anlatabilir. Hikâyeler açıldıkça anlatıcının da kendisine dair konuşabilme nedeni oluyor. İçinde bulunduğu ortamda onun için konuşmak çok manasız. Neyi konuşacak ki? “İçine biraz masal katıyorum”,diyor. Anlattığı hikâyeleri kendi gördüğü yerden kırıyor. Kurgunun ve hayal kurmanın gücü… En karanlık hikâyeler kırdığın zaman renkleniyor.

Ayçe Özyiğit: Oyunda insanların ikiyüzlülüğüne de atıf yapılıyor. Aslında sevilmeyen insanları da neden “iyi bilmek” zorunda mıyız? Ölüm her şeyin üstünü örter mi?

Elif Ongan: Ölüm her şeyi kabul etmek zorunda değil diye düşünüyorum. Ölümün korkunçluğu yaşarken yapılan kötülüğü kapatacak bir şey değil. Öldükten sonra da herkesi iyi bilmek zorunda mıyız? Biraz bu sorguyu yapmak istiyoruz zaten. Cenazelerde insanların neden bu kadar iyi olduğunu anlamadığı bir yer vardı oyun metninde… O bölümü sahneleme sırasında çıkarmamız gerekti. Tam da bu konu üzerine sorgumuz. Ölüm karşısında niye bu kadar iyi oldular?

Ayçe Özyiğit: Oyun bir bakıma “sesin duyulması”nı merkeze alıyor öte yandan. Peki siz kendi sesinizi ne derece de duyurabildiniz? Sizin hikâyeniz anlatıldı mı yeterince?

Elif Ongan: Sarte’nin sözüne dönmek gerek sanırım. “Kişi her zaman hikâye anlatan biridir. Başkalarının hikâyeleri ile çevrelenmiş olarak yaşar. Başına gelenleri bir hikâye olarak görür ve kendini bir hikâye hayat hikâyesini anlatıyormuş gibi yaşamak ister.”Anlattığı hikâyelerin arasında kendi büyüme hikâyesini de anlatıyor ya… Ancak biz bu kurgu dünyasında o hikâyenin ne kadar gerçek ne kadar kurgu olduğu sorgusunda kalıyoruz. Kızın hikâyesi diğer hikâyelerin içinde devam ediyor. Oyundan alıntı yapacak olursak; “Hayal gerçeğin ayak izi… Evet! Ölen kişilerin hikâyesini anlatmak da onların ayak izinin üzerine kendi izimi koymak gibi onları yeniden yazmak gibi” Bir ortaklıktan bahsediyor. Ancak kendi gibileri anlatırsa sesini var edebilecek zaten.  Derdi de tam olarak bu… Başka türlü kendinden nasıl bahseder ki insan? Kendin dediğin başkaları ile oluşmaya başlayan bir konumlanma… Sartre’a göre; insanın tasarımsal varlık yapısı ölümü kendiliğinden dışlar; başkasının ölümüyle karşılaştığımız anlar dışında ölüm yokmuş gibi yaşayabiliriz.“Biz varken ölümün olmayışı; ölüm varken de bizim olmayışımızdır”

Ayçe Özyiğit: Son olarak size sormak istiyorum. Sizin için “bağımsız olmak” ne ifade ediyor? 

Güray Dinçol: Belirli bir kurumsal yapı içinde çalıştıkça sanatçının körelmeye başladığını düşünüyorum. Bu yüzden kendi sanat ve eğitimci yolculuğumda birçok farklı kurum ve yapıyla karşılaşmayı, her birinde farklı deneyimler yaşayıp yeni şeyler öğrenmeyi ve kendi özgün anlatım biçimimi geliştirmek için çabalamayı doğru buldum. Bu yüzden bağımsız kalabilmek çoğu zaman köşelerinin tutulduğunu düşündüğüm küçük tiyatro camiasında benim için önemli. Bağımsızlık ve hareket edebilme özgürlüğü sanatsal katılaşmaya engel oluyor.

Ayçe Özyiği ve Elif Ongan

Ayçe Özyiğit: Yersiz Kumpanya’nın yeni projeleri var mı?

Elif Ongan: Yersiz Kumpanya herkese açık bir alan… Pandemi ile boğuşan herkes gibi biz de kalabalık olmayan projelere yöneldik. Ancak sahne üzerinde olmasa da ekip olarak kalabalığız. Tabi ki çoğalacağız. Ekleneceğiz. Büyüyeceğiz. Yersizlik tam olarak da böyle sanırım… Var tabi bazı düşünceler ancak yolu tam çizilmedi. 

Ayçe Özyiğit: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum

Elif Ongan: Biz teşekkür ederiz.

Güray Dinçol: Size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne teşekkürler…

AYÇE ÖZYİĞİT

 

“Nasıl Bilirdiniz?” Oyun Programı:

11 KASIM KOMA SAHNESİ saat: 20.30

28 Kasım BAHÇEGALATA saat: 20.30

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku