CAS Konservatuvar Öğrencilerinin Yeni Oyunu “Ayak Bacak Fabrikası” Üzerine Söyleşi

Şirin İnci

“Yücelmek, yüceltmek için dünyaya gelmiş insanları doğal hakları olan yaşama bahasına süründüren kimlerdir? Kimlerdir bunun sorumluları?”

1970 yılının Ağustos ayında genç yaşta bu dünyadan göç eden Sermet Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası oyunu, 1963’te Türkiye’de sahnelenen ilk epik oyunu olma özelliği taşıyor.

Türkiye tiyatrosunda toplumcu gerçekçi akımın önemli yapıtlarından biri sayılan ve 1964’te Erlangen Uluslararası Tiyatro Şenliği’nde dördüncülük ödülü kazanan yapıt, o günden bugüne birçok dile çevrilip birçok tiyatro grubu tarafından oynanıyor. 

Sahnelemedeki yalınlık, oyuncuların oyunculuklarındaki inandırıcılık, seyirci ile yakaladıkları enerjideki coşkunluk, şarkıları ve kostümlerin işlevselliği ile Ayak Bacak Fabrikası oyununu biz de Cihangir’de CAS’ta izledik.

Metnin hikâyesinin gücü bir taraftan keyifli zaman geçirmemizi sağlarken diğer taraftan da günümüz toplumsal/politik gündemini düşündürüyor. CAS Konservatuvar öğrencileri tarafından oynanan bu oyun, ince mizah anlayışını oyun boyunca hissettiriyor.

Oyuncu kadrosunda Aylin Büşra Gündüz, Barış Kaan Güven, Ela Güldüren, Kerem Aktı, Mithat Seçinti, Nihal Parlak, Özge Doğan, Seren Köken, Serhat Güney, Yusuf Kısa’nın yer aldığı oyun, derebeylerinin kendi çıkarları doğrultusunda hem din hem iktidar yönetimini arkalarına alarak halkı kullanmalarını konu ediniyor. İktidar değişse de çarkın değişmediği trajikomik hâlde devam eden oyun, ne yazık ki, bugünümüze ayna tutuyor. 

Evrensel değerler taşıyan ve güncelliğini yitirmeyen Ayak Bacak Fabrikası oyununu, Cihangir Atölye Sahnesi’ni, CAS Konservatuvarı’nın yapısı ve eğitim süreçlerini oyunun yönetmeni ve CAS’ın kurucularından Muhammet Uzuner ve oyunda rol alan konservatuvar öğrencileriyle konuştuk.

Hayat Her Zaman Öndedir Tiyatrodan”

Şirin İnci: Genç tiyatrocuları çalıştırırken ilk adım, Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki halkın özelliklerini tanımak en önemli ön çalışmadır der Özdemir Nutku, Sermet Çağan’ı anlatırken. Tiyatro olgusunun halkla kaynaşmış bir bütün olduğunu ve tiyatro estetiğinin seyircisiz bütünlenemeyeceğini bilen Çağan’ın oyununu sahnelerken genç oyuncularla gerçekleştirdiğiniz çalışma biçiminizi anlatır mısınız?

Muhammet Uzuner: Yönetmenler evinde çalışır gelir, dikte eder sonra oyun çıkar… Ben yönetmen olarak bunu yapamıyorum. Tabii ki oyun dünyasını yönetmen kuracak, o oyun nasıl bir oyun bahçesinde oynanacak, o oyunun temel bahsi nedir, oyuncuların istediği ile yönetmenin istediği örtüşüyor mu örtüşmüyor mu, örtüştürmesi mi lazım gibi soruların karşılığını alacak. Ben de sorularımın yanıtını yönetmen olarak veriyorum. Yönetmeni şöyle tarifliyorum: Oyuncuların enerjisinin bekçisi, yöneticisi, düzenleyicisi. Çünkü oyuncunun kendi içinden çıkan şeyi yapıyor olması lazım, dolayısıyla onları hep oraya itiyorum. Ayak Bacak Fabrikası’nda en büyük sıkıntı bu oldu, sıkıntı derken üslupsal açıdan öğrencilerin kendi kişisel fikir ve yorumlarını ortaya koymalarını istediğim için tartışmalarımız oldu ama sonunda çok güzel oldu. Çünkü oyuncu bir karakterin arkasında marke değil, çırılçıplak kendisi olduğu zaman işi zorlaşıyor ve bence bu da oyuncu için çok eğitici oluyor. Bu oyunda hepsinin politik ve kişisel yorumlarını da istediğim için nihayetinde amacına ulaşan bir oyun oldu. 

Yavuz Pak: Apolitikleşen bir toplumda, sistem ve iktidar eleştirisinden sakınan, politikayla ilgisi mesafeli, çekingen, dolaysız politik oyunlar sahnelemekten korkan bir tiyatro anlayışının giderek yaygınlaştığı günümüzde, politik tiyatro yapmak sizin için ne ifade ediyor? İçinden geçtiğimiz  süreçte bu tercihle oyun sahnelemek zor olmuyor mu?

Muhammet Uzuner: Oyunlarımızı seçerken bir repertuvar politikamız yok. Yani repertuvar oluşturmuyoruz; oyunları seçerken “politik olmalı” demiyoruz. Fakat bireyin toplum içerisinde şifa bulabileceğine inandığımız için, mutlaka toplumsal bir tonu, rengi, hikâyesi olan oyunları seçmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla da böyle bir oyun listesi ortaya çıkıyor aslında. Bir de şöyle düşünüyoruz; aslında tiyatronun en büyük faydasının, kendimden biliyorum, tiyatro yapana olması lazım. Yani tiyatro yapanın tiyatro ile gelişmesi gerek ki seyirci karşısına çıktığında bir şeyler söyleyebilsin, bu değerli ve geçerli olsun. Ben mesela seyirci olarak bana üstten aşağıya bir şey söylendiğinde “Sen de biraz duyarlı ol kardeşim!” dendiğinde, salonu terk ediyorum çünkü görüyorum ki sen duyarlı değilsin; dolayısıyla böyle bir gerçeklik dramaturjisi arıyorum. İşte biz de bunu kendi içimizde yapmaya çalışıyoruz. Yani sadece oyun oynamak değil, oyunla kendimizi de eğitmek amacımız. Hatta Ayak Bacak Fabrikası oyununda bir replik var, “bu halk unutur” diye. İşte orada “bunu seyirciye bakarak söylememelisin” diyorum. Yani seyirciye “siz unutuyorsunuz” diyemeyiz, çünkü biz de unutuyoruz; halk unutuyorsa biz de unutuyoruz. Yani, halktan ayrı değiliz, bu yüzden kendimizi herhangi üstün bir yere koyamayız tiyatrocu olarak. Tiyatrocu olmanın avantajı ancak daha çok araştırıyor olmak olabilir, bir şeyi daha iyi bilmek değil. O yüzden ukalalığa sahneden hiçbir zaman izin vermemek lazım, daha hemzemin bir ilişkide yürütmek lazım oyunu. 

Şirin İnci: Sermet Çağan, 1966’da Türkiye’nin ilk ve tek sendika tiyatrosu olan Tiyatro TÖS’ü (Türkiye Öğretmenler Sendikası) kurmuş ve kendisinin yönettiği Ayak Bacak Fabrikası ile Türkiye’nin bütün il ve ilçelerini, köylerine kadar uzanan bir turneyle dolaşmış. Sizin bu oyunla ilgili bir turne programınız var mı? Oyunun çalışmalarına ne zaman başladınız? Oyun iki perde; tek perdede sahnelerken neyi gözettiniz? 

Muhammet Uzuner: Oyuna pandemiden önce çalışmaya başladık ama çok ilerleyemedik. Oyun 60’lı yıllarda yazıldığı için metni budamak ihtiyacı oluştu, tekrarları vardı, ince eleyip sık dokuyarak bir dramaturji çalışması yaptık. Bu, uzun zamanımızı aldı ve sonra provalara başladık. 

Turneye gitmeyi tabii ki istiyoruz, ama turneye gitmek çok masraflı ve çok meşakkatli bir şey. Organizasyon lazım, para lazım. Şimdi festivaller bile artık transferleri karşılamıyor. Kendiniz gideceksiniz, bütün nakliyeyi kendiniz yapacaksınız, ona göre oynayacaksınız. Daha bugün işte birkaç oyunumuz için bir belediye ile konuştuk, onlar bu oyunları talep ediyor ama bize “masrafları siz karşılayın” diyor. Maalesef durum bu.

Yavuz Pak: Oyunun teknik tarafında da CAS’ın imzası var. Dışarıdan profesyonel destek almıyor musunuz? Yoksa tamamıyla kendi bünyenizdeki öğrencilerin yeteneklerini ortaya çıkarmak için mi böyle bir tutum gözetiyorsunuz?

Muhammet Uzuner: Aslında bu tutum buradaki iklimden kaynaklı. Örneğin, konservatuvar 3. sınıf öğrencileri bir oyun oynuyorlar ama bir başka atölyedeki yahut konservatuvardan daha önce mezun olmuş bir kişi “Hocam ben acaba kostümle mi ilgilensem?” diyor. “İlgilen” diyoruz ve süpervizörlük yapıyoruz hepsine. İşte Esra Nur, mesela o ışık operatörlüğünü yaptı çünkü bu konuda yeteneği var ve o aynı zamanda oyun atölyesi 3. sınıf öğrencisi. Şimdi bir ışık tasarımı atölyesinden burs kazandı, oraya gidecek, belki de önümüzdeki oyunların ışık tasarımını o yapacak. Birkaç tane daha böyle hevesli var, hevesli derken boş heves değil, bu işte yürüyebilecek insanlar. Oyunun kostüm tasarımını Selda Uyan yaptı. Selda konservatuvarın ilk mezunlarından ama dikişe yetenekli, çizime yetenekli, resim yapıyor, abuk sabuk çizimler yapıyor, (gülüşmeler) yani çok renkli ve çok değişik bir perspektifi var. İki yıldan beri aslında bu oyun atölyesi oyunlarına kostüm tasarlıyor. Bence en olgun oyunu da ABF oldu. Türkiye’nin en iyi kostüm tasarımcıları, ışık tasarımcıları olan arkadaşlarımız var ve onları da çağırıyoruz oyunlarımıza. Veli Kahraman, İki Efendinin Uşağı oyununun kostüm tasarımını yaptı; bu oyunda ise  süpervizörlük yaptı Selda’ya. Yani tutumumuz profesyonellerin buradaki öğrencilere el vermesi şeklinde ilerliyor, onların yapmasındansa içeriden birilerinin bu işi öğrenme sürecine girmesi bize üretim biçimi açısından daha mantıklı geliyor.

Koreografiyi Hicran Akın yaptı, aynı zamanda bizim dans hocamız, konservatuvarın da atölyelerin de hocası. O da CAS’ın kuruluşundan beri hemen hemen bütün oyunlara koreografi yapıyor. Kendisi bale mezunu ve flamenko alanında çok uzmanlaştı. Oyuna çok hizmet eden bir koreografi anlayışıyla katkı sundu. Çünkü dans yok dedik ve dans olmadan hareket düzeni çok güzel oldu bence. Berkay Özideş mesela: besteci, şarkıcı, klipleri de var. Fakat deli bozuk bir adam, kafası normal değil (gülüşmeler). Ben ona deli bozuk demeyi çok seviyorum çünkü üretken ve verimli olan ama normal olmayanlar çok yararlı bu işte… Berkay’dan herhangi bir abuk sabuk bulduğum bir öneri geldiği zaman asla hayır dememeyi öğrendim çünkü onun nereye vardığını, nereye varacağını tahmin edebiliyorum artık. Çok ilham verici bir müzisyen ve bu oyunun müziğinde çok emek verdi.

Yavuz Pak: Neredeyse tüm insanlığın ve Türkiye toplumunun kapitalist sistemin dayattığı bencil bireycilik ve egoizm cenderesine sıkıştırıldığı geçtiği bu neoliberal tarihsel süreçte, özellikle tiyatro camiası ego şişkinliğinden en çok nasiplenen camialardan biri ve bu oyunlara da yansıyor. Tek kişilik oyunlarda kafa sesi dinlemekten çok sıkıldığımızı söyleyebilirim. Bu tarihsel/toplumsal koşullarda kolektif tiyatro anlayışını hayata geçirmek, kolektif oyunculuğu, ekip dayanışmasını öne çıkartmak için neler yapılmalı sizce? 

Muhammet Uzuner: Ben kendi bildiğim tiyatro anlayışında dil birliği meselesini çok önemsiyorum. Bir meseleye bakış açısını çok önemsiyorum. Dolayısıyla bu şekilde olduğunda hep aynı bakışla içeriği tartışılabilir olmakla beraber, kabaca benzer bakışları olan insanların birlikte çalışmasının çok verimli olacağını düşünüyorum. Yani bizde şöyle bir şey var; bütün insanlar eşit, herkes kendi bilgi ve görgüsüne göre farklı pozisyonlar alabilir. Kimse bilgisiyle, tecrübesiyle bir diğerinden üstün olamaz burada. İnsan ne yapıyorsa itina ile yapmalı, ciddiye almalı çünkü onun kendisi ile hesabıdır o, başkası ile hesabından önce. İşte bu yüzden dilerseniz oyuncularımız, öğrencilerimiz, söz alsın kolektif oyunculuğun nasıl işlediği hakkında…

Nihal Parlak (ABF Oyunu Oyuncusu): Biz dördüncü yılımıza girdik sınıf olarak ve dört senedir burada, bütün derslerde, kuram derslerinden şan, drama, oyunculuk derslerine kadar, ben olmaya, bireysel olarak öne çıkmaya gerek duymuyoruz. Birinci sınıfta bir koro çalışması yapacağız diye girmişti mesela hoca derse. “Önce koro olabilmelisiniz, tek ses olabilmelisiniz, koroda kaybolabilmelisiniz…” demişti. Benim burada aldığım ilk ders buydu. Yani üç sene boyuncu bunu bütün sınıf beraber öğrendik. Doğal olarak, bu aslında ABF oyunu hazırlık sürecinde işin en kolay kısımdı oyun sürecinde. Yani kolektif olalım diye ekstra bir çaba sarf etmemize gerek olmadı.

Kerem Aktı (ABF Oyunu Oyuncusu): Şunu öğretti bize CAS: İyi oynayabilmemiz için, ben dediğimiz duygudan da vazgeçebilmemiz gerekiyor; onu bırakabildiğimiz zaman ancak birbirimizle paslaşabilmeye, birbirimizle iletişim kurabilmeye başlıyoruz. Bu açıdan en azından benim için oyunculuk açısından önemli olan şey, o duyguyu bıraktığınızda iyi oynayabilmek. Çünkü başka türlüsü mümkün değilmiş gibi geliyor. 

Yavuz Pak: Ben bu sorumu başka türlü sorsam… Tiyatrodaki hayatlarınızla dışarıdaki hayatlarınız, düşünce yapılarınız bir bütün. Sizin jenerasyonunuzun içine doğduğu toplumsal yapının benmerkezci bir tarafı var, belirttiğim gibi.  Peki, tiyatro dışındaki hayatlarınızda  da vazgeçebiliyor musunuz bencil bireycilikten? 

Kerem Aktı: Bir gün Muhammet Hoca ile konuşurken şöyle bir şey demişti: “Oyunculuk eğitimi yoktur, hayat eğitimi vardır.” Aslında hayat ile ilişki kurabildiğinde buraya taşıyabiliyorsunuz. Hangi düzenin içerisinde olursak olalım bence hepsini tanımak, bilmek, görmek gerekiyor, farkında olmak gerekiyor, iyisyle kötüsüyle her şeyi yaşamak gerekiyor. O yüzden, tabii ki zor oluyor ama onunla mücadele etmek de bir şey. Her şeyi kabul ediyoruz, anlamaya çalışıyoruz ve elimizden geldiği kadar da oyunculuğumuza taşımaya gayret gösteriyoruz. 

Seren Köken: Bu noktada belki farkındalık sözcüğü değerli bir noktaya taşınıyor benim hayatımda. Farkında olmakla yaptığın şeylere devam etmek arasında bir fark, bir delik oluşuyor. Burada öğrendiğimiz sistem bizim hayatımıza ne kadar çok sirayet ederse, o kadar çok farkındalığa ulaşmış oluyoruz ve dışarıdaki dünyada savaşmak veya mücadele etmek değil, onunla yürümeyi öğrenmek ve bu farkındalıkla beraber devam etmek daha iyi bir tanım gibi hissettirdi bana. 

Yavuz Pak: Muhammet Bey, konservatuvar giriş sınavlarında kişisel nitelik veya yetenek kriterleri dışında kolektivizme yatkınlık gibi bir kriteriniz var mı?

Muhammet Uzuner: Birinci sırada. Bizim bazı manşetlerimiz var, bir tanesi kolektif uyumluluk. Oyun atölyeleri giriş sınavlarında da bu birinci madde. Oyun çalışırken de birinci madde. Ve yaşarken de birinci madde. Çünkü bu olmadığı zaman istediği kadar yetenekli olsun, bizim için çok da bir anlam ifade etmiyor. Bizdeki gibi bir kolektif üretim içerisine katılıp üretimin değerini arttıracaktır zaten oyuncular. Buna hep dikkat ediyoruz.

Şirin İnci: Yanıldığınız oldu mu hiç peki bu konuda?

Muhammet Uzuner: Tabii. (Gülüşmeler) Zaten jüri olmak kendi başına ayıp bir durum. Yani birilerine “evet”, birilerine “hayır” diyorsunuz. Biz gerçekten, bütün hocalar, o utanç içerisinde sınavları yapıyoruz. Dolayısıyla da o sorumluluğu hissettiğimiz için çok ayrıntılı bir sınav yapmaya ve yanılmamaya çalışıyoruz. Bizim bir röntgen cihazımız yok. Var röntgen cihazlarımız mesleki olarak ama, o kadarcık bir süre içerisinde kişileri tanımak mümkün olmayabiliyor. Yine de şunu iddia edebilirim ki buradaki sınav sistemi Türkiye’nin hiçbir konservatuvara giriş sisteminde yok. Yani çocukları biraz bezdiriyoruz. Şöyle de bir fark var: Biz sadece yetenekli aramıyoruz, biz potansiyel olarak da yetenekliyi arıyoruz, o yüzden potansiyellerine ulaşmaya çalışıyoruz. Birçok okulda “biraz daha çalışsın gelsin” denir. Hayır, biz çalışmışı istemiyoruz, tam tersine potansiyeline baktığımız için o kadar didikliyoruz. Ama tabii ki yanılma payımız da var. Süreç içerisinde öğrencinin hayatı çok değişik işleyebiliyor. Bir hocamız söylemişti, “CAS beni çok terbiye ediyor” diye. Çünkü eylem tarzımız ne olursa olsun, buradaki iklimde başka bir eylem tarzı geliştirmek durumunda kalıyoruz ve bunu da mutlu olarak yapıyoruz. Dolayısıyla hem eğitiliyoruz hem de daha iyi bir insan olma yolunda ilerliyoruz. Birbirimizi kazanmaya yönelik yaşıyoruz daha doğrusu.

Yavuz Pak: Çok başvuru oluyor mu konservatuvara?

Muhammet Uzuner: Oluyor, son sınavda 250 kişi başvurdu, biz 12 kişi aldık. 

Şirin İnci: Süreç nasıl işliyor peki? 

Muhammet Uzuner: Bizim yönetmeliğimize göre, öğrencilerin hepsi tam burslu okuyor. “Okuldan çıktıktan sonra da şunları şunları yapacaksın, bilmem ne kadar şu şekilde çalışacaksın” gibi bir şey de yok. Yönetmeliğimizin birinci maddesi tam bursluluktur, ikinci maddesi başarılı olmak ve çalışmak; başka bir hükümlülüğümüz yok. Hiçbir geri dönüş istememize rağmen ilk mezunlarımızın hiçbirisi buradan gitmedi. Onlar şimdi asistan olarak süreci devam ettiriyorlar. Bizim asıl gayemiz yapının kendini üretmesi ve şu anda yapı iç motorlarını çok güçlü bir biçimde çalıştırıyor. CAS’ı kurarken hayalimizdi bu. Şimdi ilk mezunlar asistanlık yaptılar, süreçlerine göre stajyer hoca olanlar oldu, yakında da hoca veya yönetmen olacaklar. Her zaman şunu söylüyoruz: “Dışarıya açık olun, dışarıda gidin, iş yapın, ama ocağınız burası olsun, ama buraya bağlı hissetmeyin kendinizi.” Demin dediniz ya, dışarıda bambaşka bir yapı var, bambaşka bir ahlak var vb. “Onları da görün ama tek ocağınız burası olsun.” diyoruz biz de. Nihayetinde, çoğu öğrencimiz burada kalıyor.

Yavuz Pak: CAS Konservatuvarı’nın açılış hikâyesini dinleyebilir miyiz sizden? Hangi hedeflerle ne zaman yola çıktı ve bugün geldiği aşamayı nasıl değerlendirirsiniz?

Muhammet Uzuner: Zamanlama şans eseri oldu. Biz bu mahallede oturuyoruz. Burada BO Sahne vardı. Onlar buradan çıkma kararı aldılar ve sağ olsunlar çıkarken de bize söylediler. Arzu Gamze Kılınç ve ben 25-30 yıldır ders veriyoruz. Yani biz kendimizi bildik bileli oyuncu eğitmenliği yapıyoruz. Bahsettiğim bakış açısını ve birikimimizi kolektif yaşamımız içerisinde de paylaşmak istediğimiz için CAS’ı kurduk. Bu mesleğe bakış açısını önemsiyoruz, çünkü bir konuya yaklaşım o konudaki veriminizi ya da üreteceğiniz içeriği belirliyor. Oyunculuğun kolektif bir şey olduğunu, ekip çalışması olduğunu, insanların bir şeyleri hayatta da yalnız üretemeyeceğini, üretmemesi gerektiğini düşündüğümüz için bir kolektif yapı kurmak istedik. Aslında bizim profesyonel tiyatro kanalımız da bu yapının tamamlanabilmesi için, yani üretimlerin ortaya çıkabilmesi için bir mecra. Tiyatro ve oyunculuk okulu bir bütün; o yüzden biz CAS’a hiçbir zaman kurum demiyoruz, yapı diyoruz. CAS’ı bu kaygılarla 2017 yılında kurduk, pandemiden önce… Epey uğraştık, tadilat yaptık, araya pandemi girdi, sonra yavaş yavaş bugünkü haline geldi. Bir atölye ve bir konservatuvarla başladık, şimdi 16 atölyemiz ve 3. sınıfa geçen 2. mezunlarımız var. 

Şirin İnci: Peki konservatuvar ya da atölyelerinize gelen öğrenciler eğitimlerini tamamladıktan sonra oyunlarınıza dahil olabiliyorlar mı?

Muhammet Uzuner: Mezun olanlar CAS’ın oyunlarında, yani profesyonel oyunlarda görev alabiliyorlar. Eğer yönetmen isterse, ihtiyaç görürse, ya da öyle bir kadroya ihtiyaç varsa, mezunlarımız oyunlarda yer alıyor. Zaten ilginç şeylerle karşılıyoruz süreçte. Mesela konservatuvar 2. sınıfın oyun dersinde bir oyun çalışmıştık: Saloz’un Mavalı, ders projesi yani. Sonra bu oyun seyirci ile öyle bir buluştu ki, onu normal oyun statüsüne taşıdık ve 3 yıldır sahnede, festivallerden davet alıyor. Bir başka örnek vereyim: Bir oyun atölyesi oyunu, Filler ve Karıncalar… CAS’ta 4 oyun atölyesi var. İşte böyle durumlarda süreç kendi doğallığında ilerleyebiliyor. 

Yavuz Pak: Peki, profesyonel oyunlarınıza dışarıdan oyuncu alıyor musunuz?

Muhammet Uzuner: Almıyoruz aslında, biraz ekipçi mi davranıyoruz bilmiyorum ama, kendiliğinden öyle gelişiyor. Biz aynı dilden konuştuğumuz insanlarla tiyatro yapmak istiyoruz. Bana da dışarıdan “oyun yapar mısın, oynar mısın?” diye teklifte bulunanlar oluyor ama ben vaktim yok, sağ olun diyorum. Çünkü arka sokaklarını bilmediğim ya da arkadaş ya da dost olmadığım insanlarla tiyatro yapmak bana çok anlamlı gelmiyor. 

Şirin İnci: Eğitmen kadrosunu da bu anlayışla mı oluşturdunuz? 

Muhammet Uzuner: Evet; bildik, tanıdık, güvenilir insanlar… Onlar çok kıymetliler; bu yapının -özellikle, konservatuvarın- gönüllü eğitmenliklerini üstlendiler, hem de bir kuruş istemeden. Çünkü konservatuvarımız ücretsiz, bu yüzden eğitmenlerimiz de ücret almıyor. Dolayısıyla yapının çok önemli destekçileri onlar. Buraya gelip deli gibi çalışıyorlar, ders veriyorlar. Atölyeler ise ücretli olduğu için hocalarımıza az da olsa bir ücret verebiliyoruz. Onlar da aynı şekilde bu yapının ana destekleyicisi konumundalar. Aynı şekilde, aynı dilden konuştuğumuz, mesleğe aynı şekilde baktığımız insanları eğitmen olarak bünyemizde tutmak istiyoruz, bir bakış açısı meselesi dedik ya, o bakış açısı bizim için çok belirleyici. 

Yavuz Pak: Kapitalizmin bütün hayatı metalaştırdığı bir süreçte, ücretsiz konservatuvar çok istisnai bir olgu değil mi?

Muhammet Uzuner: Biraz deli işi galiba…

Yavuz Pak: Galiba. Fakat somut olarak da sorayım, gelirler ihtiyacı karşılayabiliyor mu?

Muhammet Uzuner: Hayır. CAS kurulduğundan beri Gamze ile ben kişisel gelirlerimizle destekliyoruz burayı. Tabii ki CAS’ın bir geliri var ama henüz binanın kirasını, masraflarını, elektriğini, çalışanların maaşlarını ödüyor konumuna gelemedi. Pandemiden önce denk gelmeye yakın gibiydi ama pandemi patladı. Şimdi tekrar o noktaya geliyoruz. Ama bu enflasyon fırtınasında bile biz enflasyon oranında arttırmadık ücretlerimizi. Dolayısıyla yetişemiyoruz. Biraz destekli gidiyor yani. Biz CAS’ı kurarken Gamze çok güzel bir şey demişti: “Gece hayatımız yok, içkimiz yok, kumarımız yok, vesairelerimiz yok, lüks tatilimiz yok, burası da bizim tatilimiz olsun.” Dolayısıyla bu bakış açısıyla bakıyoruz CAS’a. Yani bir yaşam biçimi tercihi bu. Burası ticari bir kurum değil bu anlamda. Ve biz çok mutluyuz böyle. O yüzden biraz delilik dedim… 

Şirin İnci: Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Muhammet Uzuner: Hayat her zaman öndedir tiyatrodan! Esas olan iletişim. İletişim yoksa hiçbir şey yapılamaz, iletişim varsa her şey yapılabilir. Yemek de yapılabilir, tiyatro da yapılabilir. Bizim için oyunculuk sanat değil çünkü; zanaat, işçilik.

Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederim.

AYAK BACAK FABRİKASI

Yazan: Sermet Çağan

Yöneten: Muhammet Uzuner

Müzik: Berkay Özideş

Koreografi: Hicran Akın

Kostüm Tasarım: Selda Uyan

Işık Tasarım: Muhammet Uzuner

Makyaj Tasarım: Ela Güldüren, Özge Doğan

Afiş Tasarım: Ali Can Elagöz

“Dokuz Köy”, “Cek Cak”, “Kara Ekmek” Şarkı Sözleri: Kıvanç Kılınç

Kostüm Uygulama: Selda Uyan, Gülnur Bulut

Işık Kumanda: Esra Nur – Selin Günay

Efekt Kumanda: Can Seçki – Gözde Yıldız

4

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku