Burgtheater’de “Üç Kız Kardeş”… Yoksa “Bizde Daha İyisi mi Vardı?”

Robert Schild

Robert Schild

Ödenekli bir tiyatroda yaz aylarında opera ve oyun izlemek ayrıcalığını geçtiğimiz hafta içinde Viyana’da yaşadık! Kısa bir iş seyahatimin ilk akşamını Volksoper’de “Traviata”nın o ölümsüz aryalarını dinleyerek geçirdik, diğerini ise özellikle “Üç Kız Kardeş”i kendi sahnelerimizde gördüklerimiz ile karşılaştırmak üzere Burgtheater’de…

Aenne Schwarz (Mascha), Katharina Lorenz (Olga)

Aenne Schwarz (Mascha), Katharina Lorenz (Olga)

Mart ayında 275. (iki yüz yetmiş beşinci!) yılını doldurmuş olan Avusturya’nın bu “Devlet Tiyatrosu”, 1888’de taşındığı kentin ünlü Ring caddesindeki 1175 koltuklu görkemli binasında yılın en az on ayı boyunca, neredeyse her akşam üç ayrı sahnesinde perde kaldırıyor. Geçtiğimiz sezonda 19 yeni yapım sunmuş olup, 2016/2017 için de aynı sayıda prömiyer yapmayı tasarlıyor.

Bu önemli tiyatroda yedinci sezonunu geçirmekte olan 38 yaşındaki yönetmen David Bösch, daha önce Almanya’da da sahnelemiş olduğu Shakespeare, Ibsen, Brecht veya F.X.Kroetz ile T.Dorst gibi çağdaş yazarların oyunlarının ardından şimdi de bir Çehov klasiğine el atmış. Yollarımızın kesiştiği “Üç Kız Kardeş”i izlemeden, 24 Mart 2016’da prömiyer yapmış olan bu oldukça yeni yapım hakkında (Türkiye için hayal edilemeyecek biçimde, ülkenin belli başlı 7-8 gazetesinde hemen bir gün sonra!) çıkmış olan eleştirilere göz gezdirirken, kimilerinin yarı olumlu, bazılarının ise yıkıcı olduğunu görmüştüm – ancak gene de oyunu “kendi gözlerimizle” görmek istedik!..

Avusturya’nın saygın kültür adamı Heinz Sichrovsky, 25 Mart 2016 tarihli yazısında Çehov’un bu anıtsal oyununu sahnelemek için üç önemli neden sıralıyor. Bunlar sırasıyla, “Üç Kız Kardeş”te erkek oyuncular için de son derece önemli, çoğu simgesel rollerin bulunması; bu oyunun, kendine güvenen bir yönetmene zengin açılım olanakları sunması; nihayet, bunca sevilen bir yapımın her tiyatronun repertuarında zaman zaman yer alması gereğidir… Oyunu izledikten sonra, Sichrovsky’nin ilk savına katılabiliyoruz – ancak ne yazık ki, başta Maşa’nın “iki erkeği”, kocası Fyodor Kuligin ve sevgilisi Alexander Verşinin gibi erkek rollerinin başarılı icrası, kız kardeşlerinin oldukça sönük performanslarını örtemiyordu! İkinci –ve belki en önemli– neden, Bösch’ün yönetiminde tamamen ıskalanmıştı: Burgtheater’deki bu “Üç Kız Kardeş”, daha önce izlediğim ve literatürden bilinen nice değişik yorumlar aysberginin su yüzeyindeki ucu bile olamazdı! Olsa olsa, yukarıda aktardığım üçüncü neden yerini bulmuş gibiydi – ancak neredeyse üç saat süren bu “okul versiyonu” bile, Die Presse’de oyunu irdeleyen Barbara Petsch’e göre zaman zaman “esnemelere yol açan can sıkıntısı”na yol açmaktaydı…

Marie-Luise Stockinger (Irina), Aenne Schwarz (Mascha), Katharina Lorenz (Olga)

Marie-Luise Stockinger (Irina), Aenne Schwarz (Mascha), Katharina Lorenz (Olga)

Gerçekten de, dışarıdaki 30 dereceye varan yaz sıcağına rağmen koca tiyatro salonunu dolduran yüzlerce seyircinin suçu neydi, bu “düz” yorumu izlemek için?! Sahne sanatlarını asırlar boyunca sunmasını bilmiş Viyana gibi bir metropolün tiyatro geleneği ile yoğrulmuş, hele Burgtheater gibi saygın bir kurumun izleyicilerini düşünmeye yönlendirmeyecek bir Çehov oyununun hiçbir albenisi olamaz! Çok ayrıntıya girmeden (ve okurlarımız için pek bir anlam taşımayacak ekip isimlerini hiç zikretmeden), bu yorumun ana hatlarına kısaca değinelim şimdi:

-Rus devrimi öncesi zaman çerçevesini, oyuncuların çağdaş giysileri ile çok ileriye taşımayı amaçlamış olan yönetmen, bunu düello gibi, askeri garnizon gibi erken 20. Yüzyıl özellikleriyle nasıl bağdaştırıyor?
-Keza, oyun öncesi üst fuayede kısa bir tanıtım sunumu yapmış olan dramaturgun övgü ile sözünü ettiği yeni metin çevirisi, günümüzün pop-Almanca’sına gerektiğinden fazla göz kırpmasıyla bu zaman kakofonisini daha da ileriye götürdüğü için, hepten sınıfta kaldı…
-Oyunun belki en övünülesi yanı, kardeşlerin baba yadigârı evlerinin sağ, sol ve arka duvarlarının naylon brandalardan oluşması, çatısının üstünde (simgesel) sonbahar yaprakların bulunmasıydı. Ne var ki, İrina’nın ikinci perdenin sonunda sağdaki duvarı parçalaması ile bize acaba algılatmaya çalışılan “kaçış” devinimi (?), daha sonraki sahnelerde sürdürülmemekle tamamen ortada kalıyordu…
-Sahi, oyun süresince sürekli olarak somut ve de soyut biçimde yinelenen “Moskova’ya!” arzusu/çağrısının, üstelik onu dile getiren postmodern Almanca’nın ışığında ne derece gerçekçi olduğu, ciddi kuşkular yaratıyor! Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü, sağlıksız büyümüş bir metropol “cangıl”ı olan Moskova’ya bugün kim kaçmak/sığınmak ister ki!
-Çehov’un önde gelen özelliklerinden sayılan mutsuz karakter etüdlerini sahnede canlandırmaya çalışan yönetmenin talimatıyla neredeyse her oyuncunun sürekli olarak sigara içmesi, acaba neye/kime yarıyor – oyunculara mı, ön sıralarda oturan bahtsız seyircilere mi, o görkemli salona mı – hele “klasik” bir oyun izlemeye gelmiş olan gençlerin gelişimine mi?!
-Oyunculara gelince – kanımca en dengeli/istikrarlı performansı sergileyen, yaşamından bezmiş Olga’ydı; Maşa ve İrina’nın devinimlerindeki iniş-çıkışlar beni oyun boyunca rahatsız etti, açıklayamayacağım bir huzursuzluk aşıladı… Üç yıllık süreç içinde evdeki gelişmelerin dengesini alt-üst etmekle yükümlü baldız Natalya bu yöndeki eylemlerini sergilerken, oyunun hiç kuşkusuz en başarılı rolünü üstlenmiş. Erkeklerin arasında öğretmen Kuligin ve teğmen Verşinin başı çekerken, onlara alkolik askeri doktor İvan Çebutikin de ziyadesiyle katılmasını bilmiş….

Ensemble

Ensemble

Çehov’un bu oyunda ortaya çıkarmaya çalıştığı iki ana öğe olan karakter etüdleri ile akan zamanın insanları nasıl şekillendirdiği, ne yazık ki ancak çok muğlak biçimde dışa vurulabiliyor – hele Rus devrimi öncesi değişim dönemi ve onun getirdiği eskiler/yeniler çatışması, Burgtheater’in dev sahnesinde havada kalıyor gibi… Bu iddialı yapımı, üç yıl önce Mehmet Birkiye’nin İstanbul Devlet Tiyatrosu için yönettiği, Melih Korukçu’nun dramaturjisi ile şekillenmiş yorum ile karşılaştırırken, hiç sevmediğim “onlardan kat kat üstünüz!” gibi sıradan bir kanı oluşabiliyor kolaylıkça. Ancak niye altını çizmeyelim – İDT’nun bu yapımı da “klasik” çizgiye uymakla birlikte, asla “düz” biçemde değildi ve hiç de “esnetmiyordu”! Bunu her ne kadar başta Ayşe Lebriz Berkem, Veda Yurtsever İpek ile İmer Özgün “kardeşlerimize” mal edebilirsek de, belleklerde yer edinmiş bu beğeniyi, zeki bir reji/dramaturji ile çok yetkin sahne/giysi tasarımlarına borçluyuz. Bundan öte, son İstanbul Tiyatro Festivali’nde Aleksandar Popovski’nin uyarlayıp yönettiği Hayal Perdesi’nin son yapımı, yukarıda değindiğim “aysberg”in en derinlerine dalıyor! Çehov’un bu çağdaş yorumlanmasında rol alan Özge Özder, Selin İşcan ve Tuba Karabey aslında kardeş değil, “Üç Kız Kardeş” oyununu sahnelemek üzere Berlin’e gitmek isteyen üç sığınmacı tiyatro oyuncusudur! Aynı tiyatroda, gene dostu Popovski ile birlikte Boris Vian’ın “Şümürz”ünde de çalışmış olan Sven Jonke’nin naylon brandalı dekorları her ne kadar Burgtheater’deki sahne tasarımını andırıyorsa da, bunlar bu kez bir sınır kapısındaki duvarlardır! Hayal Perdesi’nin bir önceki yapımını çok beğenmiş olmakla birlikte, bu uyarlama hakkında tiyatrodergisi.com’da okuduğum Pınar Çekirge’nin çok, ama çok olumlu eleştirisine hiç, ama hiç katılmıyorsam da, Festival’deki prömiyeri kesinlikle aceleye getirilmiş olan bu yenilikçi yapımın önümüzdeki sezona başarılı bir şekilde hazırlanacağına eminim!

Ama konumuz o değil – şimdilik sadece Burgtheater’deki Çehov by Bösch’ü eleştiriyoruz! Büyük bir düş kırıklığı ile tiyatrodan ayrılırken, kimi yorumculara göre Beckett’in bir öncüsü olarak görülen Çehov’un bu oyunuyla kendimce hep kurguladığım “Godot” = Moskova ile “Endgame” = Çarlığın son demleri eşleştirmelerinin bu yapımda da ıskalandığını düşünüyordum – ancak bu konudaki beklentilerim halen sürüyor…

Fotograflar: © Georg Soulek

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku