Balıklıova Köy Tiyatrosu: Atla deve değil, sahne istiyoruz!

Mustafa Kara

Balıklıovalılar “Yaparız ya ne var” diye çıktıkları tiyatro yolculuğunda Prof. Dr. Semih Çelenk’in eşliğinde 13 yılı devirdiler. Profesyonel festivallerde sahne alacak kadar özenli, “İKSV bizi niye davet etmiyor?” diyecek kadar özgüvenliler. “Kendi üslubu olan sempatik bir grubuz” diyen Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun hayali kendi sahnesine kavuşmak. Çünkü artık restoranda değil, “sıcak bir sahne”de prova yapmak istiyorlar.

Başrollerde eğlenceli bir muhtar, eşi kapıları kilitleyince camdan kaçıp tiyatroya gelen tiyatro sevdalısı genç bir kadın, “Yaparız ya ne var” diyen bir balıkçı, 50 yaşına kadar tiyatroya adım atmamış çiftçi bir kadın, yani çiftçisi, balıkçısı, turizmcisi ile köy halkı var. İzmir’in Urla ilçesine bağlı Balıklıova Köyü burası.

Muhtar Akın Yılmaz tam hatırlamıyor ama “Belki de rakı içip muhabbet ediyorduk” diyor ilk tiyatro fikrinin çıktığı anı anlatırken. O dönem Balıklıova’ya gelip giden ve sonra da yerleşen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi eski Dekanı Prof. Dr. Semih Çelenk’e gitmişler hemen: “Biz de tiyatro yapalım.”

Prof. Dr. Semih Çelenk, bu başlangıcı şu sözlerle anlatıyor: “Burada kışlar çok sıkıcı oluyor. Tabii sanatın yapılması meselesi de biraz sıkıntıdır. Sıkıntıdan yola çıkmak, bir şey yapma ihtiyacı duymak önemli.” Önder Kutlu “Yaparız, niye yapmayalım” rahatlığıyla çıkmış yola. Semra Özçelik ise, o zaman 50’li yaşlarda olduğunu ve daha tiyatroya seyirci olarak bile adım atmadığını hatırlatıyor. Üstelik eşi, annesi, babası “yapamaz, üzülür” diye karşı da çıkmışlar başta. Hiçbirini dinlemeyip yola devam etmiş. Sonraları oyunda rol arkadaşı ona evlenme teklif ederken, “Evlenme teklifi mi? Hem de kocamın önünde!..” diyerek en önden oyunu izleyen kocasını oyuna katar hale gelmiş.

Esin Karagöz ise zaten tiyatroya sevdalıymış, evlenip geldiği köyde ilaç gibi gelmiş tiyatro. Onun da kocası istememiş, hatta üzerine kapıları kilitmiş. Durmamış Esin Karagöz, camdan çıkıp çıkıp gelmiş provalara… Sibel Yılmaz da etraftan “ne işiniz var” eleştirisini sıklıkla duymuş: “İşiniz yok da mı tiyatro yapıyorsunuz, baksana sen kendi işine, diyenler de oldu. Çok iyi yapmışsınız diyerek, biz nerede oynamaya gitsek arkamızdan dolmuş tutup gelenler de oldu.” Sibel Yılmaz da şimdi o günleri anlatırken “cahil cesareti” ile yola çıktıklarını söylüyor ama ekliyor: “Bilmeden ne olduğunu, atladık, girdik. Keşke daha önce yapsaymışız. Çok severek oynuyoruz.”

“KARİZMAYI, KARİYERİ BURADA GÖMERİM”

Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun ilk oyunu Oktay Arayıcı’nın “Rumuz Goncagül”ü olmuş. Şimdi restoranında tiyatronun provalarına ev sahipliği yapan Sibel Yılmaz’a önermişler başrolü. Semra Özçelik de anne olmuş. İlk çalışmalarda ekip metni okur gibi oynayınca biraz sıkıntı olmuş. Semih Çelenk, Balıklıova Köy Tiyatrosu macerasına başlarken kaygı duymuş epeyce. Tiyatro alanında çalışan bir “profesör” ve “profesyonel sanatçı” olarak haksız da değil elbette. “Onlara çok söylediğim için anlatabilirim” deyip başlıyor ilk andaki duygularından söz etmeye: “Bütün karizmayı, kariyeri burada gömerim, dedim. Böyle okudukları gibi oynarlarsa ben mahvolurum, dedim. Bunu yapmak için mi gittin oraya, diyebilirler diye düşündüm. Fakat sanatta da bilimde de problem önceliklidir. Problemsiz buluş olmaz. Biz de bir buluş yaptık ama önce problemi yaşadık. Bizim toplumda genellikle problemden kaçılır. Ama problemle yüzleşmek ve çözmek lazım. Sonra bir baktık ki çözüm bizim içimizdeymiş.”

Çelenk, “Sizin yaparken zevk almanız gerekiyor” diyerek kendisinin de bu işten fazlasıyla keyif aldığını vurguluyor: “Bir profesyonel olarak seyrettiğimden haz almam lazım. Yaptığımız işin tiyatro içinde de bir anlamı olmalı, sadece bizim için bir anlam ifade etmemeli. Metni öğrenmeye, ezberlemeye başladıklarında, doğallaşmaya başladı her şey. Metinle olduğunda yapay oluyordu. Şimdi değil tabii, tiyatromuz kumpanya artık, çok yol aldı. Çok daha pratik çalışabiliyoruz.”
Yeni bir oyuna başlarken çok insan aradıklarını dile getiren Semih Çelenk, kadınların daha cesur, erkeklerin daha çekingen olduğunu söylüyor.

“BİR KUMPANYA ÜSLUBU OLUŞTU”

“Öyle anlar yaşadık ki zor kolay oldu, kolay da zor oldu” diyen Muhtar Akın Yılmaz, “dünya tatlısı Semih Hoca”nın nasıl “bir ejderhaya dönüştüğünü” anlatıyor. İlk yıllarda Narlıdere AKM’de oyun sahnelerken, işi henüz o kadar ciddiye almadıklarını söylüyor. 2 tane sandalyeyi getirmeyi unutmuşlar ve anlattığına göre Semih Çelenk çok kızmış, sonra da çekip gitmiş. Prova alacaklar ama moral yerlerde. Önder Kutlu gitmiş bir kasa birayla dönmüş, o ara arkalarından “Bunlar amatör bile olamaz” diye de konuşuluyormuş. Oyun saati gelince Semih Çelenk’te çıt yok ama ekip hiç hatasız, sular seller gibi oynamış. Akın Yılmaz’ın deyimiyle “şiir gibi” gitmiş oyun. Bir eleştirmen “Bunlar mı amatör bile olamazlar dediğiniz oyuncular” demiş hatta.

Prof. Dr. Semih Çelenk, ilk günlerde yaşadıkları zorlukları nasıl atlattıklarını da anlatıyor: “Gündelik hayattaki gibi bir üslup gelişti. Yani köyde olaylara nasıl yaklaşıyorsak, nasıl konuşuyorsak öyle. ‘Vatan Kurtaran Şaban’ oynuyoruz, ‘Rumuz Goncagül’ oynuyoruz ama kendimizce oynuyoruz. Yazmak serbest, espri eklemek serbest, arada laf atmak serbest. Böyle bir kumpanya üslubu oluştu. Bugünden yarına oluşmadı, zaman içinde şakalaşarak, espri yaparak…” Semih Çelenk, Ankara Ekin Tiyatrosu döneminden kabare tiyatrosunda, güncel tiyatroda deneyimli. Kalemi işlek olduğu için, arada konuşurken bir espri çıktığında hemen kaleme döküyormuş: “Bir prova geçiyor mesela, 10 tane espri bulmuşuz. Tekstte olmayan, ama tekste de aykırı olmayan espriler. Giderek oyun böyle köpürmeye başlıyor. Gırgır şamata içinde çalışıyoruz. Aslında beni çeken birazcık o oldu.”

Buraya gelmek kolay olmamış elbette. Muhtar Akın Yılmaz, ilk başlarda hem oyuncu hem yönetmen olmaya çalıştıklarını, Semih Çelenk’in öğretmeye çalışmasına karşın, pek de dinlemediklerini itiraf ediyor: “Bir oyunda ön oyun yazmış hoca bize. Okumaya başladık; sanki bizim olduğumuz yere alıcı teyp koymuş, aramızda ne konuşuyorsak var. Dediğimiz, yaptığımız şeylerin hepsini yazmış. Ondan sonra dedik ki, hakikaten hocalığın kerameti var, siz oyununuzu oynayın, hocanın işine karışmayın.”

Semih Çelenk de tüm bu süreci özetlerken, “İlk oyundan itibaren zaman zaman grup benim çok tehditvari fırçalarıma denk gelse de, genel olarak ben çok mutluyum” diyor ve ekliyor: “Balıklıova Köy Tiyatrosu tecrübesi benim hayatımda en az profesyonel tiyatro kadar önemli ve en az onun kadar değerli, hatta belki daha değerli.”

Muhtar Akın Yılmaz

TİYATRONUN TUNÇ YASALARI KÖYDE İŞLEMİYOR

Prof. Dr. Semih Çelenk, şehirden gelen ve tiyatroyu okulda öğrenen bir profesyonel olarak köyde yaşadığı zorlukları ve deneyimlediği farklılıkları da dile getiriyor. Tiyatrocular için saat, dakikanın önemli olduğunu, “Provaya gelinmezse cenazedir, o da kendi cenazendir” gibi tiyatronun “tunç yasaları” olduğunu hatırlatan Çelenk, köylülerden saat beklediğini ama farklı yanıtlar aldığını aktarıyor: “Semra abla diyor ki, Süleyman ağabeyinin yemeğini koyup geleceğim. Önder abi, kabağı kaybettim bulunca gelirim, diyor. Ağ atmış da ağın ucundaki şamandıra kaybolmuş. Çünkü onun için hayati olan o. Benim için önemli olan prova kaçta başlayacak? Zamanla ben de ‘bir ara yaparız’a dönmeye başladım. Tiyatronun disiplinini onlara anlatmaya çalıştım ama ben de onlara tabi oldum. Çünkü köyde bir tane hayat var, ona tabi olacaksınız. Burada tiyatronun hayatımızda bir yeri olacaksa, buradaki hayata saygı duyarak olacak.”

Prof. Dr. Semih Çelenk, köyde tiyatro yaparken “sene sonu müsameresi” gibi bir iş de yapabileceğini, ancak Balıklıova’da çok farklı bir şey yaptıklarını anlatıyor. “Biz Adnan Saygun Salonu’nda çıkıp oyun oynuyoruz, profesyonel festivale gidip oyun oynuyoruz. Yaptığımız işin kalitesine güvenmesek oraya girmeyiz. Küçük yerleşim yerlerinde bu işleri yapan bir yığın insan var. Hepsi aynı kalitede değil.”

Çelenk, “Ben amatör bir mahalli grupla istediğim türde bir tiyatro yapabilir miyim?” sorusuyla yola çıktığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Belki bir iki sene grubu çalıştırıp üçüncü sene bir öğrencimi asistanımı gönderebilirdim. Ama şimdi mesela başkasına bırakasım gelmiyor. Çünkü biz hep birlikte toplanıp yemek yiyoruz, çay içiyoruz, muhabbet edip öyle tiyatro yapıyoruz.”

Sibel Yılmaz

“KENDİ ÜSLUBU OLAN SEMPATİK BİR GRUBUZ”

Balıkçı ve çiftçi Önder Kutlu, tiyatronun kendisini nasıl değiştirdiğini şöyle anlatıyor: “Eskiden söyleyeceklerimi net söyleyemiyordum. Şimdi lambur lumbur, böyle dümdük söylüyorum. Rahatsın, gelecek cevabı da sezmeye başlıyorsun.” Semra Özçelik de, tiyatro yapmaya başlamadan önce biri gelip “10 kişi toplanmış, gelip onlara bir şey söyleyeceksin” dese söyleyemeyeceğini ama artık 600 kişiye, bin kişiye rahatlıkla oyun oynayabildiğini vurguluyor. “Şaşırdığımız zaman da oldu, lafı topladık beri getirdik. Şimdi isterse bir milyon insan olsun, ben orada çıkıp konuşurum artık” diyor. Unlu mamüller sektöründe çalışan Esin Karagöz, evlenip Balıklıova’ya gelince başladığı tiyatro serüveninin kendisini nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Eskiden bir sınıfta kalkıp öğretmenin sorduğu soruyu bile yanıtlayamazken, tiyatronun kendisine “istediğini konuşma, fikirlerini söyleme” yeteneği kazandığını dile getiriyor.

Muhtar Akın Yılmaz ise Antalya’da festivale gittiklerinde Midas’ın Kulakları’nda oynayan çocuklardaki özgüveni gördüğünü vurguluyor. “Sanki Antalya Kaş’ta değil de, Balıklıova’da ilkokuldan çıkmışlar çarşıya yürüyorlardı” diyen Akın Yılmaz, bu özgüvenin kendisine de büyük enerji verdiğini dile getiriyor.

Semih Çelenk, “Midas’ın Kulakları” oyununun yazarı Güngör Dilmen’in eşi Güngör Dilmen’in Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu izledikten sonra, “Ben hayatımda yüz tane Midas’ın Kulakları izlemişimdir. Ama hayatımda sizin oynadığınız kadar sempatiğini görmedim” dediğini aktarıyor. Bunların önemli motivasyon ve gurur kaynağı olduğunu ifade eden Çelenk, Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun “kendi üslubu olan sempatik bir grup” olduğunu ve “o sempatiyle seyirciyle bir ilişki kurduklarını” vurguluyor.

2012 kadrosuyla Balıklıova Köy Tiyatrosu

“EN BÜYÜK EKSİĞİMİZ SICAK BİR SALON”

13 yıllık bir topluluk olarak pek çok işe imza atmalarına rağmen kimsenin “Kışları ne yapıyorsunuz?” diye sormamasından yakınan Prof. Dr. Semih Çelenk, “Sempatik geliyoruz, ama probleminiz var mı, diye kimse sormuyor. Bazen festivale giderken araç ihtiyacı, ilçede salon ihtiyacı gibi şeyleri karşılıyorlar. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin çok destek olduğunu söyleyebilirim. Ama biz istiyoruz ki burada bu bir modelse, bu köye ait bir değerse, 50 sene sonra da olsun burada, biz yokken de olsun” diyor. Bunun için Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun bir mekanla bütünleşmesi gerektiğini vurguluyor.
Sibel Yılmaz, restoranında çoğu zaman provaya öncelik verip, müşteriyi ertelemiş, kapıdan çevirmiş. Yılmaz, restoranı kapatmak zorunda kalırsa ne yapacaklarını ise hiç bilmiyor, “Kim mekanını kapatıp prova yaptıracak?” diye soruyor. Sibel Yılmaz sahnede çalışmak için masaları kenara çekip itiş kakış çalışmanın farklı olduğunu da özellikle vurguluyor. Semra Özçelik ise kışın 12 saat yerlerde zeytin topladıktan sonra eksi 2 derece soğukta prova aldıklarını hatırlatıyor ve “En büyük eksiğimiz sıcak bir salon” vurgusu yapıyor. Önder Kutlu da “hiçbir şey konuşmaya gerek yok” diyerek sahne ihtiyacının altını çiziyor. Kutlu, tiyatro grubundan Sibel Yılmaz’ın restoranını açtığını ve orada çalıştıklarını hatırlatarak, “Sahnemiz yok, en son provayı gidip üç saat dört saat önce oyun oynayacağımız yerde yapıyoruz. Sahnemiz yok” diyor.

Muhtar Akın Yılmaz bu durumu metaforlarla anlatarak şunları söylüyor: “Biz burada yemeği pişiriyoruz ama servisi sıkıntı. En azından sahne çalışması yapamıyoruz. Restoranda prova alıyoruz ya da akşam evin salonunda prova alıyoruz. Kısa bir çalışmaya oyunu çıkarabiliyoruz. Salonumuz olsa her şey farklı gelişir. At var ama meydan yok, meydan lazım bize.”

Balıklıova Köy Tiyatrosu için hayallerinin “kurumsallaşması” olduğunu ifade eden Çelenk, kurumsallaşma için bir mekanın, sahnenin ön koşul olduğunu dile getiriyor. Çelenk, 13 yılın sonunda “başarı”nın bir mekanla bütünleşmek ve gelecek kuşakların bu geleneği devam ettirmesi olacağını belirterek, “Mekanda gençler koro kurarsa, folklar grubu kurarsa. Kültür merkezinde insanlar gidip ders çalışırsa, bir şey yaparsa, bu benim için işin finali olabilir” diyor. Önder Kutlu da bu isteği “Bize hiçbir şey vermesinler, bir sahne yapsınlar Allah için ya! Atla deve istemiyoruz ki… İnşallah duyarlar.” diye özetliyor.

Çelenk’in dikkat çektiği bir başka durum ise Ankara, İstanbul gibi kentlerde oyun oynayabilmek. İKSV’nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’ne gönderme yaparak, “Her türlü oyun var, Madagaskar’dan bile oyun geliyor. Ama bu topraklara ait, tiyatro alanındaki bir önemli faaliyete ayrı başlık açıp, ‘Köy Tiyatroları’ deyip 3 tane davet edebilirler. Hiç öyle bir şey yapmadılar”.

Haklılar da hep İstanbul’dan topluluklar taşraya, köye turneye gidecek değil ya! Bu kez de “köyden şehire” gelsin tiyatro; hayatın ritminin farklı aktığı “köyün tunç yasaları” ile yapılan oyunlar izleyelim. Hem Balıklıova Köy Tiyatrosu hayal ettiği sahneye kavuştuğunda da onlar İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den, başka köylerden oyunlara ev sahipliği yaparlar.
Ne dersiniz, çok güzel olmaz mı? Atla deve değil ya!

MUSTAFA KARA

* “Türkiye’de Kamusal Tiyatro Deneyimleri ve Olanakları” projesi bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı tarafından finanse edilmektedir.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku