Yetenekten Yaratıcılığa, Birikimden Üretkenliğe: GONCAGÜL SUNAR

Yavuz Pak

Tiyatro kendi doğası gereği öncelikle hem görsel hem de işitsel bir eyleyiş. Sanatın her branşıyla etkileşime giren, farklı disiplinlerden beslenen ve tüm sanatları eyleyişine ortak edebilen bir yapıya sahip. Goncagül Sunar, tiyatro ile başladığı yolculuğunu televizyon ve sinema oyunculuğu ile devam ettirmiş, müzik ile bütünleştirmiş bir oyuncu olarak farklı alanlardaki yeteneklerini, yaratıcı gücüyle ve birikimleriyle pekiştirerek yol alıyor sanat dünyasında. Düşüncelerini, duygularını aklının ve yüreğinin tüm açıklığıyla paylaşmaktan çekinmeyen bir doğallığa ve samimiyete sahip.

İçini boşaltıp sanatçıyı bir tasarım ürününe dönüştürerek nesneleştiren popülizme ve öğüttüğü herşey gibi sanatı da metalaştıran vahşi sisteme inat; üretkenliği ve etik duruşuyla özne olmayı başarabilmiş ender sanatçılarımızdan biri Goncagül Sunar.  Kendisiyle tiyatrodan, sinemadan, müzikten ve hayattan konuştuk uzun uzun. Şahika Tekand’dan Mam’Art’a, Çemberimde Gül Oya’dan Empatopya’ya, sahneden gitara uzanan renkli ve keyifli bir söyleşi oldu. 

Ve Goncagül Sunar yakında çıkacak dijital albümünün adını ilk kez bizimle paylaştı: “En Uzak Yakın”.

Stüdyo Oyuncuları ile Tiyatroya İlk Adımlar…

Tiyatro yolculunuz ne zaman ve nasıl başladı? 

Çocukluğumdan itibaren o klişe haller bende de vardı. Büyüklere rol kesme, şarkı söyleme gibi. İlkokul öğretmenim aileme beni sanata yönlendirmeleri için tavsiyede bulunmuştu ama ailem pek sıcak bakmamıştı. Lise yıllarımda oyuncu olmaya karar verdim aslında. Tiyatro yolculuğum Stüdyo Oyuncuları ile başladı.1988’de Şahika Tekand ve Esat Tekand tarafından oluşturulan Oyunculuk ve Sanat Stüdyosu’nun gösteri topluluğu olarak kurulan ve 1990 yılında profesyonel bir nitelik kazanan Stüdyo Oyuncuları bünyesinde açılan oyunculuk atölyesine katıldım. 1990’ların başında tiyatroya adımımı atmış oldum diyebilirim böylece. Sonrasında ailem de anlayış gösterdi ve desteklediler beni.

Ailenizle nasıl uzlaştınız oyunculuk yapmanız konusunda?

Bu konuda Şahika’nın katkısı büyük. Ben bir gün Stüdyo’ya çağırdım babamı ve Şahika bizzat konuştu kendisiyle ve benim yetenekli bir genç olduğumu, oyunculukta başarılı olacağımı anlatarak ikna etmeyi başardı babamı.

Çok iyi bir başlangıç yapmışsınız… Stüdyo Oyuncuları ve Şahika Tekand sadece ulusal değil, uluslararası alanda da boy gösteren son derece başarılı bir kurumsal yapı. Nasıldı eğitim süreci?

Şahika Tekand beni ilk büyüleyen kadındır. Hem sahne üzerindeki tavrı, duruşu, konuşması hem de tiyatroya ve sanata bakışıyla beni çok etkilemiştir. Çok doğru bir yerden başladığımı sonradan farkettim çünkü doğal oyunculuğa yakın bir metod ile oyunculuğu kavramanın önemini ancak deneyimle anlayabilirsiniz. Şahika bize sık sık “entelekti rafa kaldırın, sezgileri kullanın” derdi. Ben bugün rol kişisine sezgisel yaklaşmayı çok önemsiyorum ve bunun ilk eğitimini aldığım Stüdyo Oyuncuları benim oyunculuğumda hala çok değerli bir yerdedir. Bugün düşününce, Türkiye’de alternatif tiyatronun tohumlarının atıldığı yerden başladığımı çok daha iyi anlıyorum. 

O zamanlar televizyon bugünkü kadar sokulmamıştı hayatımıza ve beni tiyatrocu olmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Stüdyo Oyuncuları bünyesinde sahnelenen eğitime dönük oyunlarda yer aldım. 

Şahika Tekand’ın performatif sahneleme ve oyunculuk yönteminin sizin oyunculuğunuzda belirleyici bir yeri olduğu söylenebilir sanırım. Peki zihinsel ve bedensel olarak da bu oyunculuk yöntemi ile uyuştuğunuzu söyleyebilir misiniz?

Evet, kesinlikle. İlk eğitimimi orada almış olmam etkiledi tabii ama daha da önemlisi benim bedenimle ve aklımla bu yöntemle sağladığım uyumdu. O zamanlar genç bir insan olsam da aklım bir karış havada değildi. Bizim kuşağımız klasikleri okur, iyi müzikler dinler, nitelikli filmleri izler ve dünyaya, hayata kafa yorardı. Sanat, edebiyat, felsefe bizim için çok önemliydi. O yüzden, içinden geçtiğim süreçleri doğru kavrama ve yaşama kendi pratiğimi aktarabilme gibi konularda oldukça özenliydim. Ve tiyatro yolculuğumun daha başında benim düşünce yapıma, dünya görüşüme ve yaşam pratiğime çok uygun bir yere geldiğimi anlamıştım. Dolayısıyla, 1,5 yıl kadar süren bir zaman diliminde Şahika bana oyunculuğu seçmemin ne kadar doğru olduğunu gösterdi ve bu yolda yürümemde çok büyük bir katkıya sahiptir. 

Kamera Önü Oyunculuğu; Diziler ve Filmler…

Sonra Stüdyo Oyuncuları’ndan ayrılıp kendi yolunuza devam ettiniz…

Evet. O sırada bir müzikli kabare oyunu gündeme geldi ve Şahika benim orada olmamı istedi. Ve ben profesyonel anlamda ilk kez bu müzikli oyunla oyunculuğa başladım, turnelere çıktım. Rahmetli Erdal Tosun ile birlikte oynuyorduk bu oyunda. Levent Tülek de bu kadrodaydı. O sırada beni bir oyunda seyrederek beğenen Kandemir Konduk’un teklif ile televizyon maceram başladı. 

Televizyon yolculuğunun başlaması ile birlikte tiyatroya uzun bir ara veriyorsunuz…

Evet.. Televizyona adımımı attıktan sonra gerisi geldi. 

Televizyonda pek sevildiniz ve aranan bir oyuncu oldunuz kısa zamanda. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Televizyonda da iyi bir yerden başladım sanırım. Uzun soluklu, akılda kalıcı, iyi dizilerde rol aldım diyebilirim. O dönem televizyonun ve dizilerin daha kalıcı oldukları, parlak bir dönemdi. Diziler zincirleme devam etti. Mahallenin Muhtarları, Asmalı Konak ve Çemberimde Gül Oya dizileri peşpeşe geldi. 

Dizi oyunculuğunu sevdiniz mi?

Televizyon tatlı ve kolay geldi açıkçası ve dizi oyunculuğunun rehavetine kapıldım sanırım uzun zaman. Gençliğin de getirdiği bir rehavet hali diyebilirim. Bu dönemde beni en çok etkileyen Çemberimde Gül Oya dizisi oldu. Çok naif, çok doğal, çok güzel bir diziydi ve oradaki karakterimi çok sevdim. Kariyerimin dönüm noktası oldu Çemberimde Gül Oya.

Sinemada da pek çok filmde rol aldınız. Bunların içinde sizde iz bırakan bir film var mı?

Çok fazla filmde rol aldım ama sinemada benim için çok öne çıkan, iz bırakan bir film olmadı şimdiye kadar. 

Neden böyle düşünüyorsunuz desem?

Çünkü bizim ülkemizde hâlâ bir eril hakimiyet sözkonusu sinemada ve erkek oyuncular çok şanslı. Gerçekten içselleştirebileceğim bir kadın tiplemesine rastlamadım ben henüz. Kasın tiplemeleri klişe, sıradan ve eril dünyaya tabi olan kadın tipleri. Çok katmanlı, farklı, çarpıcı bir kadın rolü yazılmıyor bizim sinemamızda. Senaristlerimiz de çoğunlukla erkek olduğu için mi böyle acaba? Bütün kadın tiplemeler cefakar, vefakar, çok anne ya da çok romantik ve aşıklar. Kendi kimliği ile varolan, kendisini gerçekleştirebilen ya da bu çabada olan, zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla kendisi gibi olabilen sahici kadın tiplemeleri pek yok sinemamızda ve televizyonumuzda. Bu algıyı kıran sadece Kelebekler filmi oldu son zamanlarda benim için. Daha çok eril dile ve hakimiyete yedeklenmiş bir kadınlık söz konusu. Ben bütün sahici hatlarıyla bir kadın hikayesinde olmak isterim. Sinemada beni gerçekten tatmin eden bir film olmadı şimdiye kadar maalesef. 

Sinemada sizi mutlu eden bir proje olmamış anlaşılan…

Sinema sektöründe farklı dinamikler var ve köşebaşları tutulmuş halde. Adeta bir “klan” yapılanması var. Bağımsız filmler sözkonusu olduğunda bile bu klanlaşmayı aşmak ve gerçekten istediğiniz işleri yapabilmek çok zor. 

Sinema filmi var mı bugünlerde peki?

Evet, Müslüm filminde yer aldım. Ayrıca, 8 Şubat’ta vizyona girecek “Babamın Kemikleri” filmi var. Özkan Çelik’in yönettiği filmde bir baba-oğul hikayesi var ve ben anneyi oynuyorum.

Sahne oyunculuğu ile kamera önü oyunculuğu arasında en belirgin farklar nelerdir sizce? Her iki alanda da başarılı olabilmenizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kamera oyunculuğu da çok önemli ve oyuncunun ruhunu yansıtabilecek tekniklere sahip. Kameranın gözlerin hissediyorum adeta ve içgüdüsel  olanı, en doğal olanı yakalayabiliyor o gözler. Bu benim benimsediğim oyunculuk anlayışına oldukça yakın. Ancak tiyatro bambaşka bir platform ve ustalarımızın dediği gibi bir er meydanı. Gerçek oyuncular sahnede kendilerini belli ediyorlar. Dizi ve filmlerde oyuncu ile seyirci arasında giren aygıt oldukça belirleyici ama sahnede aracısız, doğrudan ve çıplak olarak seyirciyle karşıya geliyor oyuncu. Bu çok daha gerçek bir oyunculuk deneyimi çünkü tek bir şansınız var seyirci karşısında. Montaj yok, yeniden deneme şansınız yok. Ve güzel olan bir başka boyutu, tiyatroda alkışı peşin olarak alıyorsunuz. Yıllar sonra yeniden sahneye çıktığımda tiyatronun daha değerli olduğunu anlatmış oldum.  Özellikle televizyonda sapla samanın birbirine karıştığı bu dönemde tiyatroda olmak büyük mutluluk benim için. 

Ait olduğunuz yere, sahneye döndüğünüzü söyleyebilir miyiz böylece? 

Evet, tiyatronun benim için çok daha değerli olduğunu farkettim bu süreçte. Kamerayı da seviyorum ama bugünün koşulları kamera ile aramdaki aşkı engelliyor.

Hem kamera önünde hem sahnede çok başarılı olmuş, her iki alanda da oyunculuk gücünü ve yeteneğini ispatlamış bir oyuncusunuz. Bu ikisi birarada ender görülen bir durum…

Bu konuda şanslı hissediyorum kendimi gerçekten. Ama bugün şartlar çok değişti ve artık geçmişte ne yaptığınızın, neler ürettiğinizin bir anlamı yok. Sadece şu an, şimdi var. Kaotik bir süreçten geçiyoruz. Ve en bu süreçte nefes alabildiğim tek yerin sahne olduğunu duyumsuyorum.

Sahneye Dönüş…

Ve tekrar tiyatroya dönüyorsunuz… 2013 yılında nihayet yeniden sahnelerde görüyoruz sizi…

Evet. 2013 yılında Birol Güven‘in aynı adlı kitabından sahneye uyarlanan “Yatak Odası Diyalogları” adlı tiyatro oyununda Levent Ülgen ile beraber oynadık. Levent Ülgen ile bir dizide birlikte oynuyorduk zaten. Onun ısrarı ile girdim oyuna ama itiraf edeyim çekindim biraz yeniden sahneye çıkarken. Çok tatlı bir tedirginlik yaşadım yeniden sahneye döndüğümde. Bu tedirginlik aynı zamanda bir oynama gücü veriyor bana. Ama anladım ki sahneden bu kadar uzun süre ayrı kalmak hataymış. Bir oyuncunun sahnede olmaması, biraz albüm yapmış ama canlı şarkı söyleyemeyen bir şarkıcının durumunu andırıyor. Düşünün, şarkıcısınız, albümünüz var ama konser veremiyorsunuz. Bir oyuncunun sahneden uzak kalması da bence benzer bir durum. 

Tersi bir durumda sözkonusu sanki. Tiyatroda büyük beğeni toplayan kimi yetenekli oyuncular kamera önüne geçmiyorlar ya da kamera önünde olamıyorlar…

Evet, kimi oyuncuları kamera sevmiyor. Ama daha çok, sinema ya da televizyon sektörüne girmenin zorluğundan kaynaklanıyor bu durum. Tiyatroda izlediğimiz nice yetenekli, muhteşem oyuncular var ama sektör kendilerine şans vermediği için milyonlarca insan onları izleme şansından mahrum kalıyor. Çok az nsan izleyebiliyor bu oyuncuları. Ama bazen de az olsun, öz olsun diyorum; hatta bunu bazen kendim için de düşünüyorum. 

Yatak Odası Diyalogları ile sahneye dönüşünüz muhteşem oluyor. 250’den fazla oynuyorsunuz bu oyunu…

Evet, inanılmaz bir ilgi gördü oyun ve 6 sezon boyunca oynadık, turneler yaptık. Levent Ülgen ile çok iyi bir ikili olduk, benim hem hocam hem partnerim oldu. Ben bu oyunla unuttum herşeyi hatırladım, sahnede piştim adeta yeniden. Ve nihayet sahneyle aşk yaşadığımı hatırlattı bana Yatak Odası Diyalogları. İtalyan sahnede bir romantik komedi idi ama temposu yüksek bir oyundu. 

Mam’Art Huzur ve Güven Veren Bir Aile…

Ve ardından Mam’Art Tiyatro geldi. Mam’Art ailesine nasıl dahil oldunuz? 

Yatak Odası Diyalogları’nda oynarken sevgili Tuğrul Tülek benimle iletişime geçti. Nereye Gitti Bütün Çiçekler oyunu için şarkı da söyleyebilecek bir oyuncu arıyorlardı. Ardından Feri Baycu Güler ile görüştük. Feri’yi çok sevdim. Bir insana bu kadar çabuk ısındığımı hatırlamıyorum. Aynı dili konuştuğum, çok hakkaniyetli, çok merhametli, çok esprili, çok akıllı, çok cesur, çok öngörülü, çok özel bir insan Feri. İnsana kendisini iyi ve güvende hissettiren bir yapı Mam’Art. Çok doğru oyunlar ve çok iyi hikayeler seçen bir tiyatro. Nereye Gitti Bütün Çiçekler oyunu ile Mam’Art ailesine dahil oldum. Oyunda gitarla şarkı söylemek de benim için inanılmaz keyifli bir deneyim oldu. 

Ben Mam’Art’ın kolektif yapısını ve ortak aklını önemsiyorum. Bugün artık bencil bireyciliğin hakim olduğu bir coğrafyada ve egoların hayli şişkin olduğu oyunculuk camiasında kolektif bilinçle hareket edebilen ender yapılardan biri Mam’Art. Eşitlikçi bir yaklaşımla ve ortaklaşa bir üretim kendisini hem sahnede hem de gözlemleyebildiğim kadarıyla kuliste hissettiriyor. Popülizmin egoları bu kadar şişirdiği bir zamanda böyle bir yapıda yer almak nasıl bir duygu ve oyuncu olarak seni nasıl etkiliyor?

Çok doğru. Bu çağda böylesi bir kolektifin içinde yer almak çok mutluluk verici benim için ve oyunculuğuma katkıları oldukça fazla. Feri’nin oyuncu seçiminde gözettiği ilk şey, ekibe katılacak oyuncunun iyi bir insan olması ve bu kolektif yapıya uyum sağlayıp sağlayamayacağıdır. Birbiriyle uyumlu ve ortak irade ile üretebilecek, yanyana durabilecek insanları özenle seçiyor. Bunun en bariz örneği yedi kadının oynadığı Nereye Gitti Bütün Çiçekler ekibidir. Defalarca oynadık, turnelere gittik, bir kere bile birbirimize sesimizi yükseltmedik. Birbirimize hep açık ve dürüst olduk, gayet mutlu yıllar geçirdik. Bu durum bizim camiada mucize gibi bir şeydir. Keza Empatopya’da, farklı yaşlardan, farklı cinsiyetlerden, farklı oyunculuk anlayışlarından gelen 13 kişi var ve hiç sorun yaşamadan, güle oynaya çıkıyoruz her seferinde sahneye. Büyük bir dayanışma ve ortaklaştırma hali var Mam’Art’ta. 

Bu hal oyun boyunca tavırlarınıza, selama çıktığınızdaki coşkunuza açıkça yansıyor. Hiyerarşinin, kastlaşmanın yerine eşitlikçi bir dayanışma ruhunu seyirci koltuklarından gözlemlemek mümkün. Hatta daha da ileriye giderek bir aile gibi göründüğünüzü söyleyebilirim. 

Gerçekte olan şey yansıyor seyirciye de elbette. 13 kişilik bir ekipte rastlanması pek zor olan bir uyum var ve birbirimize sevgi ve saygıyla kenetleniyoruz. Oyundaki gibi ütopik bir ortam belki de yaşadığımız. Kulisteki mutluluk sahneye de yansıyor doğal olarak. Sadece doğru bir cast değil, çok doğru insanlar sahneye çıkanlar. Feri’nin kurmaya çalıştığı belki tam da bu: Bir aile yapısı ve işleyişi. Be benim için çok kıymetli çünkü ben çalıştığım yerde herşeyden önce huzur arıyorum. Mam’Art huzur ve güven veren bir yapı. 

Ardından Empatopya oyunu geldi. Biraz risk alarak başladığınız bir oyun oldu sanırım…

Evet. Başlangıçta biraz tedirgin olduk açıkçası. Çok sıradışı, güzel bir metin ama sahnelendiğinde seyirciye geçip geçemeyeceği konusunda tereddütlerimiz vardı. Ben daha çok toplumsal gerçekçi hikayeleri seviyorum. Sözkonusu bir ütopya olunca seyircinin nasıl bir karşılık vereceğini kestirmek güç.

Seyircinin de çok alışık olmadığı ve metnin seyirciye ulaşabilmesi için sahneleme olanaklarının, özellikle oyunculukların çok belirleyici olduğu bir oyun. Ama seyircinin müthiş tepkisine bakılırsa aldığınız riske değmiş ve seyirciye çok güzel yansımış metin.

Hikayeyi nasıl anlattığınız çok belirleyici elbette bu türden metinlerde. Gerçekçiliği bu kadar benimseyen biri olarak benim tereddütlerimi de tümden yok eden ve seyirciyle bütünleşebildiğimiz bir oyuna dönüştü. Seyirciden aldığımız olumlu tepki sahnede bizi de çok besliyor ve oyunun başarısı bu karşılıklı etkileşimle artıyor. Yönetmenimiz Oğuz Utku Güneş’in başarılı rejisinin de payı büyük elbette bu başarıda çünkü oyunu inanılmaz akıcı ve dinamik bir boyuta taşıdı sahnede. Oynarken büyük keyif aldığımız bir şölen dönüştü adeta oyun ve sanırım seyirciye bizim aldığımız keyif de geçiyor. Oyun bittiğinde seyirci bir rock konseri finalindeki gibi coşkuyla alkışlıyor bizi ve çok mutlu oluyoruz.

Yine çok kolektif bir anlayış görüyoruz sahnede Empatopya’da. Rol dağılımları, oyuncuların oyuna içtenlikle ortak oldukları ve eşitlikçi bir yerden sahiplendikleri gözlemleniyor.

Evet, tam bir takım oyunu çünkü. Metinle de çok uyumlu bu anlamda. Ütopik bir dünyanın dayanışma ruhu bizim oyunculuklarımızda somutlaşıyor diyebilirim. Kolektif bir yapının dışavurduğu kolektif bir oyun Empatopya. Bu haliyle sahnede bizleri birbirimize daha da bağlayan bir yanı var. Tam bir Mam’Art oyunu diyebiliriz.

Bugünlerde tiyatroya ilgi giderek artıyor. Hem ödenekli hem özel hem de alternatif tiyatrolarda bir patlama hali yaşanıyor son birkaç sezondur. Oyun sayısı, seyirci sayısı giderek artıyor ve inanılmaz bir hareketlenme var. Bu hareketliliği neye bağlıyorsunuz?

Tabii ülkenin içinden geçtiği koşullar son derece zorlu, insanlar bir sıkışmışlık hali yaşıyorlar. Televizyon dizileri artık eskisi gibi karşılık bulamıyor insanlarda ve çok ciddi bir tüketim, büyük bir hızla devinen ve hızla yok eden bir sirkülasyon var televizyonda artık. Sektör olarak da televizyonda kapitalistleşmenin tavan yaptığı bir zaman dilimi yaşanıyor. Ekonomik krizin de tetiklediği bir kriz ve panik hali var artık televizyonda. Ne oyuncunun ne yapımcının ne senaristin hiçbir garantisi yok artık. Bütün bu koşullar düşünüldüğünde, sözünü söylemek isteyen, üretmek, yaratmak ve seyircisiyle doğrudan temas etmek isteyen her oyuncu tiyatro yapmak, sahnede olmak istiyor artık. Dolayısıyla oyun sayısı ciddi biçimde arttı. Ve televizyondan sıkılan ve kendisini sokağa atan insanlar kaliteli işler, söz söyleyen oyunlar görmek için tiyatroya koşuyorlar. 

Size göre alternatif tiyatrolar tiyatromuzun geleceğini belirleyecek bir güce sahipler mi? Uzun soluklu olabilecekler mi?

Bu süreçte gerçekten nitelikli işler yapan tiyatrolar daha öne çıkıyor. Yeni metinler, yeni oyunculuklar, farklı deneyimler tiyatroyu da zenginleştiriyor. Umarım bu süreç böyle devam eder. Sanatın kalbi alternatif tiyatrolarda atıyor diyebiliriz bugün ve bu çok kıymetli. Bence uzun soluklu olacaklar bu tiyatrolar. Kötüleri ayıklanacak belki zaman içinde ama iyi işler yapan, çizgilerini nitelikli yapımlarla birleştirebilen tiyatrolar seyircileri kendilerine çekmeye devam edecekler. Bu süreç tiyatromuzun geleceği için de oldukça olumlu ve umut vaad ediyor. Diğer yandan,  alternatif tiyatrolar bir yaşam umudu veriyor insanlara ve bu anlamıyla bir direniş alanı oluşturuyorlar. İnsanların yaşamlarını, duygu ve düşünce dünyalarını doğrudan etkileme potansiyeline sahip bu tiyatroların varlığı hem tiyatromuz hem insanlığımız için son derece değerli diye düşünüyorum. 

Goncagül Sunar’ın Dijital Albümü “En Uzak Yakın” Yakında Çıkıyor

Son olarak müzik çalışmalarınıza değinmek istiyorum. Müziği ve şarkı söylemeyi çok seviyorsunuz ve bu alandaki yeteceğinizi de üretkenliğe dönüştürüyorsunuz. Gitar çalıyorsunuz, Türkçe sözlü besteleriniz var ve özellikle folk-rock türünde etkili bir sese sahipsiniz.  Bu alanda çalışmalarınız ne aşamada ve gelecekte ne gibi müzik projeleriniz var?

Müzik benim için çok özel bir alan ve yaşamımı güzelleştiren bir olgu. Gitar çalmayı, beste yapmayı ve şarkı söylemeyi çok seviyorum. Benim için müzik geçici bir heves değil, 1990’lardan beri müziğin içindeyim ve 2000’li yıllardan itibaren gitar çalıyorum. Bir şarkıcı değil, müzisyen ve söz yazarı olarak adlandırıyorum kendimi. Birkaç single yayınlandı ve klip çekildi onlara. Şubat ayında 8-9 şarkının yeraldığı bir dijital albümüm çıkacak. Albümün adı belli oldu ve ilk kez size açıklıyorum: “En Uzak Yakın”. Dijital platformlarda yayınlanacak bir albüm olacak çünkü artık fiziksel albümler tedavülden kalktı. Henüz seyircilerim müzisyen kimliğimle tam olarak tanışmadılar ve yadırgıyorlar belki. Çünkü dizilerde basmalı elbiseler içindeki alaturka tiplemelerden tanıdıkları bir oyuncuyu Batı formunda müzik yaparken görmek tuhaf geliyor onlara. Ama zamanla bu alandaki çalışmalarım arttıkça benimseyecekler diye düşünüyorum. Müzik alanında oyunculukta olduğumdan daha çok yaptığım işin arkasında olduğumu söyleyebilirim. 

Çok teşekkürler sevgili Goncagül Sunar… Sizinle sohbet doyumsuz bir güzellikti…

Ben teşekkür ederim… Tiyatro…Tiyatro…Dergisi’ne başarılar dilerim.

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku