Uzun Bir Yolculuk Hikâyesi: “Ben Eskiden Küçüktüm…”

admin
1,6K Okunma

Pınar Çekirge

“Ben Eskiden Küçüktüm”; Türk tiyatro tarihinde çıkılmış uzun bir yolculuğun hikâyesi aslında. Bu yolculuğun neredeyse her an’ının, repliklerin, tekstlerin, program dergilerinin, oyun aksesuarlarının kaydedildiği fotoğraflar, bilet koçanları, defterler, el yapımı kuklalar arasında ilerliyor izleyici, yaklaşık iki saat boyunca. Hayat gibi bir oyunda buluyor kendini ister istemez. Mutlu oluyor, gülüyor, umudunu yitiriyor, gözleri doluyor, tam sonsuza kadar yenildiğini hissederken bir umut beliriyor uzakta, heyecanlanıyor.

Ustalığın doruğuna erişmiş, nice sınavdan geçmiş bir aktörün tanıklığı ve hatıralarıyla şekilleniyor oyun an be an… Bir dönemin amansızlığından, geçmişe uzanan medcezir dalgaları. Kendimizi kendimizle yüzleştiren sorularla karşılaşıyoruz. Doğrusu ya, hazırlıksızız. Telaşa kapılıyoruz. Tıpkı, dümeni kilitlenmiş bir gemi gibiyiz. Derken, tiyatronun hayata dediği o muhteşem an’a şahit oluveriyoruz.

Ali Poyrazoğlu’nun bir başka zirvesi, hiç kuşkusuz, “Ben Eskiden Küçüktüm”. Yaşam boyu biriktirdiklerini cömertçe paylaştığı sahneler… Oyunda, izleyicide yaşamaya devam edecek ve onu hemen hiç terk etmeyecek öyle detaylar, öyle duygusal sarsıntılar var ki.

Bugün üzerine seçkin bir ağıt da, diyebiliriz “Ben Eskiden Küçüktüm” için. Hızla değişen değerler, değişen tiyatro, değişen oyunlar, oyuncular, seyirci yapısı.

“Ben Eskiden Küçüktüm”ü izlerken, yıllar öncesine gittim yeniden. “Hakkımı Ver Hakkı”ya, “Deliler Boşandı”, “İpteki”, “Ali Harikalar Diyarında”, “Kelebek”, “Kobay”dan “Çılgınlar Kulübü”ne, “Evet Evet”e, “Orkestra”, “Aş Bunları Aş”, “Tak Tak Takıntı”ya…

Ali Poyrazoğlu bir kez daha uçsuz bucaksız sahne dehasıyla anılardan yola çıkarak, bugüne, dünden yarına ilikliyor izleyicisini. Üstelik şaşırtıcı sürprizlerle. “Orkestra” oyunundan hiç bilmediğimiz bir detayı öğreniveriyoruz örneğin. Tipi arasında kaybolup giden Zeki Müren ve bugün bile, Uşak Firs olarak gözlerimin önünde duran İsmet Ay’ı hatırlıyoruz özlemle.


Altan Erbulak, Savaş Dinçer, Ferdi Özbeğen, Ajda Pekkan, Uğur Yücel, Demet Akbağ, Ayla Algan, Sedef Ecer; herkes, hepsi, hepimiz oradaydık. Sahnede. Ali Poyrazoğlu’nun birer oyuncusu, vokalisti olarak. Açık arttırmada satılan tekstlere, şapkaya, Küçük Prens kuklasına talip olduk heyecanla. 1600 kez sahnede kalmış o orkide dalına dokunmayı istedim en çok. Ahh, evet, ya o tiyatro koltuğu?

1965 yılıydı. İlk kez tiyatroyla tanışmıştım. Beş yaşındaydım. “Dans Eden Eşek” oyununu büyülenmişcesine, izlediğimi hatırlıyorum. Birsen Kaplangı’ya aşık olmuştum adeta. Üstün Akmen’in ifadesiyle, ‘koltuk tozu’nu tam elli iki sezon içine çekmiş biri olarak, o kırmızı kadife koltukta gözüm kalmadı, diyemem.

Meğer Vahi Öz Tiyatrosu’nun koltuklarıymış. Aklımda doğru kalmışsa, Aksaray’da geniş bir binanın alt katındaydı Vahi Öz Tiyatrosu o senelerde. “Bekar Biti”nde izlemiştim Vahi Öz’ü (nam-ı diğer Rükneddin) son kez. (Bediaaaa’nın gözü çöplükte kalmış, kart horoz aşığıydı Rükneddin. Ve biz, Vahi Öz ile Mualla Sürer’i evli sanırdık. O filmleri de gerçek. Neyse, lafı şirazesinden çıkartmaya, gerek yok şimdi.) Vahi Öz batıp, tiyatroyu kapatınca o koltuklar Asuman Arsan Tiyatrosu’nun koltukları oluyor. Sonra Saadettin Erbil Tiyatrosu, Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda seyirciyle buluşuyorlar. Derken Dormen Tiyatrosu’na geçiyor ve Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nun demirbaşı oluveriyorlar. Nasıl bir serüven, değil mi?

Müşfik Kenter’in cenaze töreninde, Müşfik Kenter’i telaşla alıp götürmeye gelen Gazanfer Özcan, Altan Erbulak, Kamuran Yüce. Ne tuhaf, o gün ben de Kenter Tiyatrosu’ndaydım ve benzer şeyler düşünmüştüm.

Ölen oyuncuların nereye gittiklerini öğreniyoruz Ali Poyrazoğlu’ndan. Meğer ölen oyuncular, ‘Göçmüş Oyuncular Bahçesi’ne giderlermiş. Sonra, oyun saati yaklaştı mı, hep beraber aşağıya inerlermiş bir heyecanla. Eğer, salonda boş koltuk kalmışsa geçer usulca otururlarmış, yoksa sahnenin kıyısında köşesinde dolaşır, meslektaşlarına yardımcı olmaya çalışırlarmış.


Özü, sözü olan bir oyun, “Ben Eskiden Küçüktüm”. İzleyiciyle, aktör arasında kurulan o organik bağ kadar; İncelikli, tartımlı, eşsiz bir oyunculuk tekniğiyle, giderek virtüöziteye dönüşen, etkileyici bir oyunculuk gösterimi, aynı zamanda.

Ali Porazoğlu olağanüstü sahne dili ve hakimiyetiyle, daha ilk antresinde sarıp sarmalayıp, bambaşka bir dünyaya götürüyor seyircisini. Tiyatro izlemenin keyfini yaşatıyor. Bir başka ifadeyle; tekst, oyunculuk, dekor, müziğiyle ‘en iyi’lerin özenle kesiştiği, üzerinde uzun süre konuşulacak  bir oyun “Ben Eskiden Küçüktüm”.

Bir müzayededeyiz, diyelim. Lunapark atlı karıncalarından birinin atı, envai çeşit kukla, demin bahsettiğim tiyatro koltuğu, giysiler, oyun tekstleri, yere düşen bir gözyaşının sesi, kırılan kalbin çığlığı ve sahne aksesuarlarını satıyor Ali Poyrazoğlu. En çok verene. Hayır, satmıyor aslında. Emanet olarak, devrediyor onları. Sahip çıkacak, özenle koruyacak, yarına taşıyabilecek biri yada birilerine. “Fahrenheit 451”i hatırlayın, işte öyle bir durum.

Müzayedenin bir yerinde Ali Poyrazoğlu, “tiyatro dediğimiz şey’den bahsediyor: “Tiyatro oyuncu ile seyirci bir araya geldiğinde gerçekleşiyor. Kıvılcım çakıyor, insan kadar eski, insana bakma, insan üstüne düşünme, gülerek, kahkaha atarak, bir arada oturup, yaşama meydan okuma dediğimiz şey; Tiyatroda siz ve biz karşı karşıya geldiğimiz zaman gerçekleşiyor.”

Tiyatro koltuğunda aklım kalmıştı ya, acaba İsmet Ay’ın makyaj kutusunu mu satın alsam, diye düşünüyorum. Sahi, nasıl oldu da, Haldun Taner imzalı o teksti kaçırdım?

Şimdi düşünüyorum da, oyun sürprizlerle dolu bir belgesel aslında, Suavi Sualp, Aziz Nesin, Haldun Taner ile Eftalipos Kahvehanesi’nde soluklanıyoruz birkaç dakikalığına, Bergenbenzen Toplama Kampı’nın fırınları önünde buluyoruz birden kendimizi. Orkestra çalmaya devam ediyor. Ansızın gözümüz Rud Fayon’un yirmi üç sayfalık mektubuna takılıyor. O sonsuz iç burukluğuna teslim olduğumuzu hissediyoruz yeniden. Yıldız Kenter, işte tam da o esnada, ‘pavyon ruhsatlı ‘Yeşil Kabare’de bir İrlanda türküsü söylemeye başlıyor. Şaşkınlık içindeyiz. Bu zaman ve mekân kaymaları bir Nazlı Eray romanı gibi içine çekiyor bizi.

Ali Poyrazoğlu en son sahne tozunu satıyor. Var mı almak isteyen? Sahne tozu bu, hani insanın bir kez genzine kaçtı mı, artık iflah olamayacağı. Kar kadar beyaz. Kar kadar temiz, saf, insanı yerden yükselten. Sahne tozunu satıyor…

Elimi kaldırıyorum.

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku