Uğur Kanbay İle “Rem” Oyunu Üzerine Söyleşi

Ayçe Özyiğit

Uğur Kanbay’ın bir paravan ve küçük bir puftan oluşan dekor eşliğinde bizlerle “gullum eden” Eylül’ü hepimizi çok etkiledi.  Eylül’ün gerçek ve trajik hikayesi, artık onun için bir şey yapamayacağımız ve de yapmamış olduğumuz gerçeği ile yüzleşmekti belki bu oyunu bizim gözümüzde çok daha üst bir noktaya taşıyan. Fakat bir gerçeği göz ardı ettik sanıyorum. Eylül’ü bu kadar etkili, bu denli unutulmaz kılan aslında Uğur Kanbay’ın oyunculuğuydu. Uğur gerçekten çok yetenekli bir oyuncu. Bundan sebep onu, Umut (Rem), Mahsun (Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur) Ramon (Kırlangıç) ya da başka bir karakterde izlerken ilk olarak Eylül’le kıyaslamak Uğur’a yapabileceğimiz en büyük haksızlık olur. 

Sıfır Pozitif topluluğunun kurucusu Uğur Kanbay ile yeni oyunu Rem ve tiyatro üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Ayçe Özyiğit: 2018 yılında üç kişiyle kurdunuz Sıfır Pozitif’i. Sen Eylül’ü sahnelerken diğer arkadaşların da bilet satışı ile ilgilendiğini okumuştum. Birçok oyuncu topluluğuna nazaran uzun, sağlam adımlarla, kaliteli işlerle epey yol aldınız. Sıfır Pozitif’in ve tabii ki senin bu kadar kısa sürede bu kadar çok tanınmanızı neye bağlıyorsun? 

Uğur Kanbay : Sıfır Pozitif’i 2018 yılında ben, tek başıma kurdum. Sonrasında iki arkadaşım (Yunus Eski ve Ali Bal) Eylül’de bana dış göz olarak yardımcı oldular. Üretimlerimizde birbirimize destek olabilmek açısından ekip arkadaşı olduk. Bundan sebep o dönemlerde grubumuza gelen röportajlara, sorulara hep üçümüz cevap verdik. Daha sonra Ali İngiltere’ye gitti. Yunus ise yine Sıfır Pozitif çatısı altında olan oyunlarda oynadı. Hatta kendisi geçen sene Talihsiz Çocuk Parkı Yaralanmaları oyununu sahneleyip Afife ödüllerinde En Başarılı Genç Kuşak Oyuncu ödülünü aldı. Biz ilk olarak Eylül’ü sahneledik. Eylül seyirci tarafından beğenilip sevildi ve bunun da kurduğumuz tiyatro grubuna katkısı oldu ama bizim açımızdan şöyle de negatif bir durum gelişti: Biz bütün oyunlarımızı Sıfır Pozitif çatısı altında çıkarıyoruz ama Eylül ya da Rem gibi tek kişilik oyunlar sahnelediğimiz için bu durum Sıfır Pozitif yerine daha çok Uğur Kanbay’ı ön plana çıkarıyor. Henüz o markalaşmayı yakalayamadığımızı düşünüyorum. Mesela; seyircilere bizim tiyatro grubumuzun adını sorsak belki cevap bile veremeyebilirler. Ben o konuda ne yazık ki iyi bir PR yapamadığımız kanısındayım. Yine de kısa sürede sürekli ürettiğimiz, yerli ve yeni metinler oynadığımız için belki de yeni kurulan ya da bizimle birlikte kurulan ekipler arasında bu bizi biraz daha öne taşımış olabilir.

Ayçe Özyiğit: Yazdığın oyunlara dışarıdan müdahale olmaması için oyunlarını kendin yönetmeyi seçiyorsun diye duydum. Dışarıdan gören göz olarak Eylül çok başarılı bir oyundu. Rem de öyle. Fakat yazıp yönetip oynamak oldukça meşakkatli görünüyor. Bir yerden sonra tıkandığın olmuyor mu? Dışarıdan müdahale değil ama, farklı bir bakış açısı, ya da farklı bir teknik belki senin düşüncene de katkı sağlayabilir. Ne dersin?

Uğur Kanbay: Oyunlarımı yazarken genelde bir dünya kurarak yazdığım için kendim yönetmeyi tercih ediyorum evet ama bu kesin, kati bir kural değil neticede. Örneğin şu aralar Oyun Atölyesi’nde Birkan Uz’un yönettiği Kırlangıç oyununda da oynuyorum ve orada da dışarıdan gören göz olarak eşimiz, dostumuz ya da yönetmenin gözüne güvendiği insanlar provalara gelip oyunu seyrediyorlar. Oyunlarımı kendim yönettiğimde de aynı şekilde gözüne güvendiğim, geri bildirimlerine, fikirlerine saygı duyduğum insanlarla provalar sırasında hasbıhal ediyorum. Mesela, ben Rem oyunumu yazarken dekorun bile nasıl olacağını kafamda kurguladım. Ama Eylül ve Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur oyunu biraz da imkânsızlıklardan ötürü bu şekilde oldu. Tabii ki biz de gözüne güvendiğimiz yönetmenlere okutuyoruz oyunlarımızı, ama şu dönemde –belki de her dönemde- bir yönetmeni ikna etmek, projeye inandırmak, yönetmenin ve çalışmak istediği ekibin maddi-manevi yükünü karşılamak ciddi bir güç istiyor.  Yoksa ben de isterdim bir yönetmenle çalışmayı ama profesyonel bir iş yapıyoruz ve bazı durumlar romantizmle olmuyor. Ben buradan ekmek kazanıp geçimlerini sağlayan ekibimi de düşünmek durumundayım.  Yine de belki yakın bir zamanda benim yazdığım ama başka birinin yönettiği bir projeyi yapabiliriz. 

Ayçe Özyiğit : Şimdilerde yeni kurulan topluluklarla konuştuğumda hepsinin derdi aynı. “Biz oyunculuk eğitimi aldık ve bu mesleği yapmak istiyoruz” diyorlar. Ama salon derdi, sahneleme, işin ekonomik boyutu, tiyatroya destek politikalarının yetersizliği…. Sıfır Pozitif olarak siz de aynı meşakkatli yollardan geçtiniz. Hatta 2019’da dergimizde yayınlanan, Pınar Çekirge ve Yavuz Pak ile Eylül oyunu üzerine söyleşinde diyorsun ki; “Peruğa gelince, Tarlabaşı’nda bir mağazaya gittim. İstediğim peruk 130 TL’ydi ve cebimde sadece 80 TL vardı. Durumu, yani öğrenci olduğumu, oyuna hazırlandığımı anlattım.10 TL’yi yol parası olarak ayırsam, geriye ödeyebileceğim 70 TL kalacaktı. Duvara yaslandım bir an, yaşadığım çaresizliği fark eden mağaza sahibi 70 TL’ye o peruğu bana satmayı kabul etti. Bu arada afiş, broşür ve diğer giderler için bir arkadaşım bankadan kredi çekip bana verdi.” Rem oyununu sahnelerken de benzer zorluklar yaşadın mı? Yoksa kat ettiğin mesafeyi düşünürsek, ekonomik zorlukların üstesinden gelmek biraz daha kolaylaştı diyebilir miyiz? 

Uğur Kanbay: O arkadaşım şimdilerde oyuna ortak olmadığı için çok pişman (gülüşmeler). “Bilseydim oyuna ortak olurdum ve o krediyi hiç istemezdim senden” diyor. Bana o dönemlerde bunu deseydi –o parayı almayayım senden diye- ben hemen kabul ederdim. Çünkü o dönemlerde ben o krediyi her ay 500-500 nasıl ödeyeceğimi çok düşündüm. Oyunu sahneleyeceğiz ama seyirci gelecek mi, gelen seyirci oyunu beğenecek mi, biz grubumuzun devamlılığını sağlayabilecek miyiz?  O zamanlarda çok dert ettik bunları. Şu an o arkadaş Rem oyununa ortak olmak istiyor mesela. (gülüşmeler) Eylül’de en sıkıntılı dönemimizi yaşadık ama Anne yoksa Evde Kimse Yoktur oyununu sahnelerken Eylül dönemine göre biraz daha iyiydik. Ayrıca, biliyorsunuz Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur oyunu -pandemi öncesi ve pandemi sonrası- iki farklı versiyon olarak oynandı. Pandemiden önce başka bir dekorla sahneledik, sonra dekorumuz çalınınca Cihan Aşar daha uygun maliyetle bize yeni dekor yaptı. Evet, Eylül’de imkânımız yoktu, biz de oyunculuğun gücüne yaslanarak tek bir paravan dekor ile bir şeyler anlattık ve seyirci de bunu sevdi ama, tiyatro benim için dekoruyla, ışığıyla, müziğiyle, bütün dünyasıyla bir bütün. Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur oyununda o dünyayı yaratmayı çok istedim. Bunun için çok uğraştım. Ekonomik şartlar tabii ki hiç bir zaman doruk noktada olmuyor; özellikle de tiyatro yapıyorsanız. Eylül oyunumuz çok ses getirince, Rem oyununu daha iyi şartlarda yaptık. Sonuçta bir oyununuz seyirci tarafından kabul görüp de bileti satılıyorsa, oradan bir ekonomi oluşturup yeni oyunları yapabiliyorsunuz. Aslında Sıfır Pozitif’in bugüne kadar yaptığı her işin altında Eylül’ün seyirci tarafından sevilip kabul edilmesinin payı var. O yüzden, şimdi çok şükür arkadaşlarımıza ya da eşimize dostumuza kredi çektirmiyoruz. (gülüşmeler) Daha farklı imkânlarımız da var. Mesela Hann Sahne bizim arkamızda duruyor. Bir şey olduğunda oradan destek isteyebiliyoruz. Sponsor olabiliyorlar. Kendi imkânlarımız da tabii ki biraz daha çok geliştiği için oyunlarımızı daha rahat çıkarabiliyoruz.

Ayçe Özyiğit : Avrupa yakasında genellikle Hann Sahne’de oynuyorsunuz ve yanılmıyorsam sen Hann Sahne’de aynı zamanda eğitim de veriyorsun. Hann Sahne ile bağlantınız nedir?

Uğur Kanbay: Ben Hann sahnenin genel sanat yönetmenliğini yapıyorum aynı zamanda. Genelde Hann Sahne’de oynuyorum çünkü Avrupa yakasında çok az sahne var. Olan sahnelere de ışık, dekor gibi teknik imkânlardan ötürü bazı oyunlarımızı götüremiyoruz ama Anadolu yakasında Oyun Atölyesi, Baba Sahne, Alan Kadıköy’de rahatça oynayabiliyoruz. 

Ayçe Özyiğit: Eylül oyununa dair tek bir olumsuz eleştiri okumadım. Diğer oyunlarınız açısından Eylül çok iyi bir referans oldu. Sizi izlemeye gelen herkes performansınızı, konuyu, sahneleme tekniğini öncelikle Eylül ile kıyaslıyor. Eylül oyunu hala devam ediyor ve bu yeni oyunlarınıza karşı bir kıstas niteliğini taşıyor. Bu sizi nasıl etkiliyor?

Uğur Kanbay : İnsan kariyerinin başlarındayken hangi işinin seyirci tarafından kabul görüp tutacağını ya da oyunculuk anlamında kendisini ön plana çıkaracağını tam kestiremiyor. Ben Eylül’ü sahneye koyduğum dönemlerde bir gün Rem ya da Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur, diye bir oyun yazacağımı bilmiyordum. Bir şeyler üreteceğimi tabii ki biliyordum ama, bir şeyleri görebiliyor olsaydım belki de Eylül’ü ilk oyunum olarak sahneye koymazdım. Eylül sahnelendiği andan itibaren bizim beklediğimizden çok daha başka bir noktaya gitti. Eylül sayesinde bize kapılar açıldı ama şimdilerde yeni bir oyun sahnelediğim zaman –evet ben de okuyorum eleştirileri- ilk olarak Eylül üzerinden kıyaslama yapılıyor. Eylül’ün trans bir birey olması ve bundan dolayı çok büyük acılar ve problemlerle mücadele etmesi, Eylül’ü çok uç bir hikâye yapıyor. Sahneye koyduğum her oyunumu da, Eylül’den daha etkili olsun ya da ben Eylül’den daha iyi bir performans göstereyim diye ele alamıyorum. Olmaz. Tiyatronun doğasına aykırı bir durum bu… Mesela Anne Yoksa Evde Kimse Yoktur oyunu 70 dakikalık bir oyun ve onu 4 kişi oynuyorduk. Eylül’de ben 2 saat boyunca tek başıma birden fazla karakteri canlandırıyorum. O yüzden böyle bir kıyaslama yapılmamalı. Ayrıca beni, benimle kıyasladıklarını düşünürsek tuhaf bir kıyaslama oluyor. Şöyle denilse anlarım; “bir sonraki işi bir önceki işine göre… “ O zaman ona bütünüyle bakmak lazım. Biz zaten her işimizi bir öncekinden daha profesyonel, daha çok boyutlu yapmaya çalışıyoruz. Eylül’ü şu anki imkânlarımızla bugün yapıyor olsaydım, dekoruyla, ışığıyla hatta metniyle bile çok farklı bir oyun olurdu. Ben Eylül’ü yazdığım dönemlerde tiyatroya şimdilerde baktığım gibi bakmıyordum. 10 yıl sonra da şu zamandaki gibi bakmayacağım muhtemelen. O yüzden bu kıyas ya da kıstas tiyatronun çok hayrına değil bence. Benim de hayrıma değil. Ne yapayım o zaman yazmayayım mı? Belki Eylül’ü ben kariyerimin sonuna kadar oynayacağım da diğer oyunlarımı Eylül kadar sahnelemeyeceğim ama sonuçta onu da ben yaptım. Bunu da ben yapıyorum. Önemli olan şu; eleştiri yaparlarken, “Eylül’ü yapmış birisi nasıl böyle vasat bir iş yapmış?” demesinler. Arada 3-5 kişi bunu diyebilir. Buna hiçbir şey diyemeyiz. Yerli metinler üretirken, hiç oynanmamış oyunları oynarken sadece; ‘bu ekibin diğer oyunları bizi ne kadar mutlu etmişti de bu ne şimdi’ denmesin diye uğraş veriyoruz. O yüzden metin, oyun, oyuncu olarak işlerimizi belli bir kalitede tutmak istiyoruz.

Ayçe Özyiğit : Rem oyunundan bahsedebilir miyiz? Her oyunun bir derdi vardır. Rem de gördüğüm kadarıyla dertli bir oyun.

Uğur Kanbay: Rem, hayallerinin peşinden giderken yaşadığı coğrafyanın kaderine maruz kalan bir çocuğun tiyatro aşkını anlatıyor. Kişisel olarak baktığımızda, çocuğun yolculuğunda tiyatroya neden ve nasıl aşk beslediğini görüyoruz. Henüz kişiliğinin oturmadığı yaşlarda ebeveyn ve ebeveynsizlikten; yaşadığı ve yaşayamadığı durumlardan dolayı oluşan travmaları onu sahne üstünde görünme arzusuna itiyor ve çocuğun bu görünme arzusuyla birlikte tiyatrocu olmaya karar vermesini izliyoruz. Toplumsal olarak bunun altına yerleştirdiğim şey şuydu; ben Beşiktaş’taki bomba olayından çok etkilenmiştim. Şehir dışında tıp okuyan bir kardeşimiz, İstanbul’a bir gün gezmeye gelmiş ve stadın oradan geçerken o günkü patlamada vefat etmiş. Bu beni çok etkilemişti. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, her an her şey olabiliyor. Örneğin; metroya binip bir süre sonra havaya uçabiliyoruz. Herkesin/hepimizin hayalleri, hedefleri, amaçları var ve bunların yok olması sadece bir saniyeye bakıyor. Rem oyununda da hayallerinin peşinden koşan bir çocuğun hikâyesini anlattık aslında.

Ayçe Özyiğit : Rem’de birebir olmasa da senden, hayatından da bir şeyler var mı?

Uğur Kanbay : Tabii ki. Rem, benim kendi oyuncu olma isteğim ve yolculuğumla çok bağlantılı ama her noktası için benim hayatımla birebir bağlantılı diyemeyiz. Mesela ben hayatımda babaanne ile o tarz bağı olan bir çocuk değildim. Tabii ki kendi hayatımdan da zaman zaman ögeler ekliyorum. Mesela bütün oyunlarımda –çoğunlukla buna girmeyeceğim dememe rağmen- patlak veren baba meselesi var.

Ayçe Özyiğit: Pokemonların senin çocukluğunun mutlu dönemlerini anımsattığını okumuştum. Bundan sebep oyuna dahil odular diyebilir miyiz?

Uğur Kanbay: Ben Pokemon’u çok severdim. İzlemeyi, tasolarıyla oynamayı. Bir de bizim dönemimizde internetten açıp bir şeyler izleyebilme gibi imkânlarımız yoktu. Bazen büyükleri zar zor ikna ederek tam saatinde o televizyonun başına geçip izlerdik.  Pokemon, benim çocukluğuma dair çok güzel hisler uyandıran, çok mutlu olduğum bir dönemi anımsatan bir çizgi filmdi. İmkânlarımızın ya da şartlarımızın maddi olarak çok iyi olmadığı dönemlerde bile, onu seyrettiğim zaman bütün her şeyi unuttuğum ve kendimi mutlu hissettiğim bir dönemi hatırlatıyor bana. O yüzden oyundaki çocuğun dünyasına onları koymak istedim. 

Ayçe Özyiğit: Pokemonlar 90’larda vardı. Ben 80’ler çocuğuyum. Ama yine de kendi çocukluğumu yakaladım Rem’de. Öğretmenler, veliler, sınıf anneleri, platonik aşklar… 

Uğur Kanbay: Tabii ki yazarken bunları gözlemledim ama şu da bir gerçek ki, bu insanlar hepimizin hayatında var. Şimdilerin sınıf annesi –gerçi artık yasaklandı sanırım- idareye ve öğretmene yakın olan biri bizim dönemimizde de vardı. İsmi sınıf annesi değildi sadece. 50 kişilik bir sınıf okuyan hemen hemen herkes bu insanlarla karşılaşmıştır sanıyorum. 

Ayçe Öyiğit: Oyunda şöyle bir repliğin var: Abi bence sen çok iyi bir oyuncu olacaksın” Oyunculuk kariyeri anlamında bu repliğinin karşılığını gerçek hayatta bulabildin mi?

Uğur Kanbay: Bu kıyası ben yapamam ama, umarım insanlar benim çok iyi bir oyuncu olduğumu düşünüyordur. Aslında benim, çok iyi bir oyuncu ya da vasat bir oyuncu olduğumu düşünmem bana göre çok da önemli değil. Çünkü biz oyuncular kendimize inanırız. Herkes bir noktada iyi oyuncu olacağına/olduğuna inanır. Ben kimsenin çok samimi olarak ben çok kötü bir oyuncuyum dediğini hiç duymadım mesela. Genelde buna dışarıdan bakan insanlar karar verir. İyi oyuncu-kötü oyuncu kıyasını dışarıdan bakıp izleyenler yapabilir. Benim de konservatuardayken kendimle ilgili inancım eğer bu meleği yapacaksam iddialı bir oyuncu olabilmek yönündeydi. Okul dönemlerinde başkalarıyla değil de kendimle yarışırdım. Her dönem kendi yaptığım işin biraz daha ilerisinde bir şey yapmak isterdim. Ben iyi bir oyuncu olmak istiyordum. Çünkü 17 yaşındayken benim hocam Yıldız Kenter’di. Konservatuara girdiğimde hocam Zeliha Berksoy oldu. O insanları görünce onların yapabildiğinin %1 kadar bile olsa bu mesleği iyi icra etmek istiyorsunuz. Ama iyi oyuncu olmak konusunda –oyundaki replikteki gibi- bunu bilemiyorum. Bunu bana değil de beni seyreden seyircilere, hocalarıma ya da tiyatro erbabı insanlara, ustalarımıza sormak lazım. Yani eminim beğenmeyen de vardır, beğenen de vardır. Ama seyirci seviyor ki oyunlarımız talep görüyor.

Ayçe Özyiğit: Trans birey Eylül Cansın’ın videosu ve intiharı seni çok etkilediği için Eylül oyununu kaleme aldın, sahneledin. Rem’de de Beşiktaş patlamasından etkilendiğini dile getirdin. Seni etkileyen ‘bunu mutlaka sahnelemeliyim’ dediğin olaylardan, 3. sayfa haberleri diye nitelendirilen haberlerden esinlenerek kaleme döktüğün/dökeceğin yeni oyunların var mı?

 Uğur Kanbay: Var, evet. 3. sayfa haberi diye kategorize ettiğimiz haberler; seneler önce gazetelerin sadece üçüncü sayfalarında yer alan ve çok az rastlanan, ama okuduğumuzda tüylerimizi diken diken eden vahşet, cinayet, katliam, intihar gibi olaylardı. Ama artık bunlar bizim 3. sayfa haberimiz değil. Artık gazetelerde -günümüzde gazete kültürü kaldı mı orası da muamma ama- sosyal medyada, her yerde bu tür haberlerle karşılaşıyoruz. Bunlar artık ülkemizin 1. sayfa haberi… 20 yıl önce yılda 3 kere kadın cinayeti haberi görürmüşüz ama şimdi her gün, günde 10 tane kadına şiddet haberine denk geliyoruz. Bazılarını duymuyoruz bile. Bu olaylar beni etkiliyor mu? Tabii ki etkiliyor, bu ülkede yaşayıp da bu olaylardan etkilenmemek imkânsız. Bazen her yazma deneyimimde –çünkü ben bir yazar değilim, yazarlığı deneyimleyen kendi kendine bununla mücadele eden biriyim- her oyunumda, acıyı biraz daha sağaltmaya çalışıyorum, olaylara başka bir yerden bakmaya, bir başka boyut, perspektif kazandırmaya çalışıyorum. Yazdığım şeylerin çok sert olduğunu da düşünüyorum ama inatla bunları yazmamın bir sebebi de şu; bazen ülkemize yurt dışından oyunlar, ekipler geliyor ya da bazı yabancı yazarların oyunları bizim ülkemizde oynanıyor. “X ülkesinden bir yazar oyunda ülkesini çok derinden sarmış bir terör hikâyesini anlatıyor ve o text şimdilerde o ülkede kapalı gişe oynuyormuş” gibi tanıtım yapıyorlar. Ben oyunu izliyorum ve diyorum ki “bu bizim ülke için dişimizin ağrısı kadar bir acı”. Çünkü biz burada yolda yürürken patlayabiliyoruz. Biz burada bir durakta beklerken canlı bomba eylemine maruz kalabiliyoruz. Biz burada üzerimize benzin dökülüp yakılabiliyoruz. Tabii ki acıları yarıştırmıyorum ama biz bunları yaşarken de o tür hikâyeleri anlatmak beni çok cezbetmiyor açıkçası. Oynamaz mıyım, oynarım. Oynamadım mı? Şimdi Oyun Atölyesi’nde oynadığım Kırlangıç oyunumuz Orlando katliamını anlatıyor örneğin, ama ben yazarken anlatılması gerekenin çok büyük dertler ve meseleler olması gerektiğini düşünüyorum.

Ayçe Özyiğit : Eylül ya da Rem, seyrederken bizleri 3.sayfa haberlerinin içine sokup orada boğmuyor. Evet, belki dram yükü ağır, belki insanları ağlatıyor ama sen bu hikayeleri kaleme alırken acıyı da mizahla harmanlayarak sunduğun için her duyguyu dozunda hissediyoruz.

Uğur Kanbay: Bu herhalde yazar olarak benim üslubumla alakalı olsa gerek. Rem oyununda 3. sayfa haberini daha farklı bir şekilde ele aldık. 3. sayfa haberi diyoruz ama, Rem baştan sona sanki üçüncü sayfa haberini okuyoruz hissiyatı yaratmıyor. Eylül de öyle değil. Eylül gullum tadında başlar gitgide trajikleşir. Bazen şöyle tavsiyeler de alıyorum, “bir de komedi mi yazsan?” Kenarda bekleyen öyle denemelerim var, belki bir gün sahnelerim ama bence Tennessee Williams’a kimse “bir de vodvil yaz” dememiştir ya da Ray Cooney’e kimse “neden Çehov gibi öykü yazmıyorsun?” dememiştir. Sanki benim de üslubumun, tarzımın, tavrımın oturması gereken bir süreç var. Daha çok başındayım ama şöyle bir şey de var; belki de bundan 20 yıl sonra bir metnim birinin eline geçtiğinde ‘bu metni Uğur Kanbay mı yazdı?’ denmeli. Bunun için uğraşmıyorum ama yazar olarak zaten ister istemez bir tavrın içine bürünüyorsunuz. Bakıyorum çoğu yazara, hepsinin bir üslubu, bir tavrı var. Ben de evet bunları yazıyorum. Bu olaylar beni etkiliyor. Seyircinin benden bu yönde bir beklentisinin oluştuğunu da görüyorum. Ben de sanırım buradan devam edeceğim. 

Ayçe Özyiğit : Yazdıklarının çok sert olduğu yönünde eleştiriler alıyor musun? Evet, oyunlarının mizahi yönü de var ama insanları gerçeklerle yüzleştiren bir tarafı da söz konusu.

Uğur Kanbay: Evet, benim oyunların sonu genelde acıyla biter ama oyunun içinde biz hiç dudak oynatmayacağız diye bir şey yok ki. “Çok acı şeyler yazıyorsun” diyorlar, olabilir ama nasıl ele alıyorum bu önemli. Ben bu konu üzerinde de düşünüyorum. Bazen evet 5 yıl önce yazdığım bir metne bakınca “bunun burası da çok bıçak sırtı olmuş. Bunu aslında şöyle yazabilirmişim” diyorum. Bence bunu her yazar söylüyordur. Ben bu 3. sayfa denilen bizim ülkemizin gerçeklerini acının içinde kahkaha attıran noktayı da unutmadan yazmaya çalışıyorum. Çünkü hayattaki dramatik şeyler bazen dışarıdan baktığımızda bize çok komik gelebilir. Hayatta sadece komik olana gülmeyiz. Güldüğümüz her şey komiktir ya da komedidir de diyemeyiz.

Ayçe Özyiğit: Peki, son olarak senin eklemek istediğin bir şey var mı?

Uğur Kanbay: Yerli metinler üretmeye devam edeceğiz. Tabii ki bizim de çok daha büyük ve kalabalık prodüksiyonlar yapmak gibi hayallerimiz var,  ama bugün bu ülkede tiyatro yapmak zaten çok zorken, onca insanı bir araya getirip prova yapmak da çok zor. Kurum tiyatroları için bile zor. Bu durum pandemiden sonra daha da zorlaştı galiba. Geçinebilmek bile bu kadar zorken bir de insanlara bir şeyin garantisini verebilmek daha da zor. Düşünsenize iki ay bir oyunun provasına giriyorsunuz. Ondan sonra kaç oyun oynayacağınız da her zaman garanti değil. Çünkü biz bir Zorlu değiliz. Devlet Tiyatrosu ya da bir kurum tiyatrosu da değiliz. O yüzden çok zor. 

Ayçe Özyiğit : Uğur Kanbay ismi insanlara cesaret verebilir diye düşünüyorum.

Uğur Kanbay: Evet. Mesela ben eş dostla da oyun yapabiliyorum. Şu an da çok eminim, tanıştığım yeni mezun çok yetenekli arkadaşlarla oyun yapacak olsam, 20 kişiyi buraya getirebilirim. Gelirler ve oynarlar. Çünkü onlar şu anda görünmek istiyorlar. Fark edilmek, tanınmak, yeteneklerini göstermek istiyorlar. Çünkü çok yetenekliler ama ben kimseye tiyatro romantizmi adı altında tiyatro yaptırmak istemiyorum. Ben asistanlarımı bile ‘gelin burada bizim yanımızda bir şeyler öğrenirsiniz’ diye gönüllü olarak çalıştırmıyorum. Bunu sevmiyorum. O ekonomiyi sağlayamadıktan sonra insanlara umut aşılamanın anlamı yok bence. 150 kişilik sahnede 10 kişilik oyunu yaparsam ben oyuncuya nasıl, ne kadar para verebilirim? Bugün bir oyuncuya belli bir seviyenin üzerinde oyun başı kaşesini ödeyemezsem o tiyatroyu da ben yapmak istemem, açık konuşmak gerekirse. Bir de şöyle bir şey var; bu bizim işimiz sonuçta. Bu yüzden sadece yeni keşfedeceğimiz, yetenekli genç insanlarla da yapılamaz. Çünkü bilet kaygısı da güdüyorsunuz o zaman. Seyircinin birinin ismine de gelmesi gerekiyor ki oyununuz 15 kişiye oynamasın. Yoksa oyun üç kere sahnelenip kalkıyor bu defa, bu da tamamen bir hüsran oluyor.

Ayçe Özyiğit: Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim.

Uğur Kanbay : Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederim.

AYÇE ÖZYİĞİT

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku