“Süper İyi Günler”: Başka Bir Dile İhtiyacımız Yok!

Gonca Katman

Her bireyin belli bir yaşam görüşüne bağlı, çok yönlü ve zaman içinde gelişen bir gerçekliği vardır. Bu asal gerçeklik kim olduğu, ne istediği ve istemediği, ne yapması gerektiği, neyi seçtiği ve neyi hayal ettiği gibi ona has ve bütünlüklü bir kimliğin özüdür. Duygusal ilişkiler, sosyal yaşamın dönüştürücü baskısı, rutin bir iş yaşamı, ekonomik sorunlar, kazanma, sahip olma arzuları çarpıtır bu asal gerçekliği… İnsan bir yığın ardışık gerçekliğe teslim olup neredeyse asal gerçekliğini unutur, zamanla esas benliğini yitirir, istemediği bir insana dönüşür… Ve sonra bu biçimi bozulmuş olan kimliği, asal olan özü zanneder… Ve sonunda toplum bu kimliklere uygun yeni bir dil geliştirir, başka bir dil… 

Şimdi bunun tam tersini düşünmeye çalışalım. Asal gerçeğimizden uzaklaşmamıza neden olan, bizi değiştiren, dönüştüren tüm koşulların etkisiz kılındığı bir dünya tasavvur edelim. Aldatma, yalan, ikiyüzlülük olmayan, ego savaşlarının, var olma endişesinin, kendini ispat gayesinin gerektirdiği soğuk savaşın olmadığı, tek ve en iyi olma hırsının yıkıcılığının hiç düşünülmediği, ima ve söz düellolarının kalp kırmadığı, kısacası öfkenin barınmadığı bir dünya… Sade, yalın, öz… Düşünmesi bile çok güç; kirli detaylarla bulanıklaşan o asal gerçekliğe ulaşmak hiç de kolay değil… Ancak Christopher için öyle değil. Onun zihni insanlığın sonradan icat ettiği bu ‘yetenek’lerden arınmış durumda. Başka bir dili yok bu yüzden. 

“Süper İyi Günler”, Tiyatrokare’nin Tohum Otizm Vakfı ile dirsek teması kurarak farkındalık yaratmak için hazırladığı bir oyun. Ancak bir sosyal sorumluluk projesi olarak estetik ve tematik değeri oldukça derin ve kıymetli. Yalnızca bir farkındalık yaratmakla kalmıyor, finale kadar toplumsal ve insani pek çok konuda diyalektik tartışmalar yaratıyor, güldürüyor, problem çözdürüyor ve adeta hayal gücünün, zihnin sınırlarını zorlamaya teşvik ediyor. Süper iyi bir gün geçirmenin bir yolu da zaten bu sınırları aşmak ve hayat daha önce belki de hiç bakmadığımız bir noktadan, bütün kaygılardan, sorumluluklardan, hırslardan arınarak bakabilmek yaşama…

Mark Haddon’ın aynı adlı romanından Simon Stephens tarafından sahneye uyarlanmış olan metin, Nedim Saban’ın yönetmenliğinde teatral estetiğin verdiği hazzı birçok açıdan doruklara çıkarıyor. Çağdaş sahneleme anlayışının özel bir örneği olan bu oyunun görsel dinamizmi ve soyut sahne tasarımı, aynı zamanda Asperger Sendromuna sahip olan başkarakterimiz Christopher Boone’un zihninden geçenlerin ve onun düşünme yapısının anlaşılması bakımından isabetli ve özel bir çalışma.  

Asperger Sendromu, sosyal etkileşim, iletişim sorunları ve stereotipik davranışlarla karakterize olan, otizmden farklı olarak dil ve bilişsel gelişimde gecikme görülmeyen bir bozukluktur… Hans Asperger tarafından duygularını ifade etmede güçlük yaşayan, empati eksikliği ve toplumsal kabul görmüş konuları anlamakta zorlanan, ilgilendikleri konu ile ilgili ‘küçük profesör’ kesilen ancak ses ayarında, mimiklerini kullanmakta güçlük çeken bireylerdeki bozukluk olarak tanımlanan” (1) bu duruma ek olarak Christopher Boone karakteri üstün zekalıdır, nesnel veriye dayalı her konuda ve özellikle bilimde oldukça yeteneklidir. Dünyanın tüm başkentlerini, 7057’ye kadar tüm asal sayıları ezbere bilmekte buna karşın metaforik, mecazi, duygu odaklı söylemleri algılayamamaktadır. O, kendine özel bazı sınırları olsa da insanlarla iletişiminde sıradan insanlardan çok daha kibar ve düşünceli olmayı da başarabilir. Çünkü o, asal gerçekliğini dönüştürecek, çarpıtacak bütün durumlardan uzak tutmaktadır kendisini.

Oyun her ne kadar Christopher Boone’un farklı ve özel yanlarını, zihninin farklı katmanlarını görünür kılmaya çalışsa da asıl sanatsal değerini konu edindiği güçlü öyküden alıyor. Oldukça güçlü ve etkileyici bir dramatik yapısı olan oyun izleğini, özel gereksinimli bireylerin eksik ya da fazla yönlerini seyircinin gözüne sokarak anlatmıyor. Aksine, günlük yaşam gerçeğine sadık kalarak, bir o kadar da masalsı bir etkileyicilikle bu gerçekliği bir maceraya dönüştürüyor. Üstelik oldukça esprili bol kahkahalı bir maceraya…

Matematik Christopher’ın uzmanlık alanıdır ve bu alanda kimsenin çözemediği problemleri başarıyla ve hızla çözmektedir. Bu nedenle de okulunda gerçekleştirilen özel bir sınavı kazanmak, üniversite okumak, bir bilim insanı olmak istemektedir. Ancak beklenmedik gelişmeler onun bu amacına ulaşmasına türlü engeller çıkarır… Bir köpeğin öldürülmesi ile başlar macerası. Köpeğin ölümünden kendisi sorumlu tutulunca, biraz da Sherlock Holmes hayranlığından kaynaklanacak, asıl katili bulmak görevini üstlenir. Olası tüm ipuçlarını büyük bir dikkatle ve özenle inceler ancak asıl katil tahmin ettiği kişi değil, babasıdır!

Köpeği öfkesine kapılarak öldüren babasını affetmeyen Christopher, yeni bir şokla karşılaşır ve onu tek başına yollara düşmeye zorlayacak olan asıl macera da bundan sonra başlar: Babası, Christopher’a annesinin öldüğünü söylemiştir ancak Christopher tesadüfen bulduğu mektuplardan annesinin aslında hayatta olduğunu öğrenir. Babasına olanca öfkesiyle evi terk eder ve annesini bulmak için yola koyulur. Küçük kasabasından çıkıp Londra gibi büyük bir kente gitmesi Christopher için oldukça kafa karıştırıcı olacaktır… Yolculuğu boyunca dış dünyada bir başına kalan Christopher eğlenceli ve heyecanlı durumlarla karşılaşır. Ama hiçbir zaman mücadeleyi bırakmaz, tehlikelere karşı ayakta durur ve ailesi ile orta yolu bularak hedeflerini gerçekleştirmeye çabalar. 

Öykü, Christopher ve ailesinin serüvenlerini, iç ve dış çatışmalarını görünür kılmakla birlikte aslında Christopher’ın günlük yaşamdaki problemleri çözme biçimini ve algısını anlamak bakımından çok iyi veriler sunuyor. Ailesi ise içinde bulunduğu somut koşullarla anlatılıyor. Ailenin, bireylerin yaşamındaki sorumluluğuna dikkat çekilirken, bu türden özel durumlarda yaşanabilecek sıkıntıların doğal olduğu,  ancak aşılamayacak sorunlar olmadığını kanıtlıyor, ailelere bu anlamda güç veriyor diyebilirim. En önemlisi ise oyunun, Christopher’ın sıradışı özellikleriyle, sıradan insanların tutum ve tavırlarını bir üst boyutta karşılaştırıp tartışıyor olması. Farklı olarak nitelendirdiğimiz kişileri ya da nitelikleri farklılaştıranın ne olduğunu sorgulamadan salondan çıkmak olanaksız. 

Oyunun şüphesiz en dikkat çeken tarafı görsel tasarım ve teknoloji ile bütünleşmiş bir teatrallik. Bir barkovizyona yansıtılan üç boyutlu animasyonlar, hem dekor, hem atmosfer, hem düşsel hem de düşünsel bir anlatım aracı olarak birden fazla görev üstlenmiş durumda! Özel gereksinimli bireyleri konu edinen öyküleri genellikle sinemada izliyoruz. Ancak Süper İyi Günler bu anlamda bir ilki gerçekleştirerek, sanatı bir kürsüye dönüştürmeden estetik dili ön plana çıkararak, sahnenin ve tiyatronun olanaklarını günümüz dünyasına yaraşır bir şekilde kullanarak tiyatro seyircisine bir ilki yaşatıyor ve seyirci oyunun düşünsel, toplumsal derinliğinden kazanım elde ederken ajitasyon hissetmeden görsel ve işitsel bütünlüğün tadına varıyor. Oyunda hem karakterler, hem karakterlerin iç ve dış çatışmaları çok katmanlı. Hem bu katmanlar hem de Christopher’ın zihninin soyut yapısı, somut yaşamındaki olaylarla bütün bir halde oldukça başarılı bir tasarımla ortaya konuluyor. 

Büyük bir emek, güçlü bir prodüksüyon oyunu olan Süper İyi Günler’in oyuncu kadrosu da en az içerik ve biçim kadar kuvvetli ve dikkat çekici. Görsel efektlerin renklerine çeşitliliğine karşın oyunculuklar bir o kadar sade, temiz bir oyunculuk sergiliyorlar. Emir Özden, Christopher rolünde karakterin hem içsel hem de dışsal niteliklerini aktarmada oldukça başarılı, zor bir rolü sıkı bir çalışma ile ortaya koymuş. Neredeyse hiç sahneden ayrılmıyor, rolünden hiç çıkmadan iki buçuk saatlik süre boyunca zor bir bedensel formda performansını sergiliyor, buna karşın temposu hiç aksamıyor. Emir Özden’in dışında, Christopher’ın anne ve babasını canlandıran Korel Cezayirli ve Ayça Erturan’ın işeri oldukça zor. Nitekim Christopher kadar önemli karakterler oyunda; özel gereksinimli bireylerin ailelerinin yaşadıklarını bütün doğallığıyla, hissederek aktarıyorlar, Christopher kadar onlar da zor bir durumun içinde. Onlar da asal gerçeklikleri ile koşulların onlara sunduğu gerçeklik arasında devinip duruyorlar.Yalnızca anne baba değiller sonuçta. Onlar  hayalleri, istekleri olan, özel yaşamlarını sürdürürken Christopher’a en iyi şekilde bakmaya çalışan, kaygıları, sıkıntıları, öfkeleri olan ancak her şeye rağmen hem kendilerini hem de Christopher’ı korumak isteyen insanlar. Ayça Erturan ve Korel Cezayirli işte bu çelişkili duyguları ve durumları samimi bir tonda gösteriyorlar. Öte yandan, öğretmeni canlandıran Didem İlselel de özel bir öğrencinin koruyucu ve yönlendirici meleği olarak zor bir rolün üstesinden gelmeyi başarıyor. Ve Celile Toyon’un varlığı bile sahnenin gücüne güç katıyor. Toyon performansıyla, sahnedeki duruşuyla seyirciyi etkilemekten öte sahnede yaratılan dünyanın içine renk katıyor, insanın içindeki bahsettiğimiz o saf özü en güzel şekilde temsil ediyor.  

Oyunculukların hem sahneleme biçimiyle hem de metinde böylesi bir uyum içinde olmasının en önemli sebebi bana kalırsa Orçun Okurgan’ın koreografisi. Oyuncular incelikli çalışılmış bir düzenle sahneyi kullanıyorlar çünkü sıradan bir sahne değil bu. 80 metrekare bir alan içinde soyut ve somut olanın iç içe geçtiği bir sahne. Dekor yok, sabit ve sınırlı alanlar yok. Bunun yerine karakterlere ek olarak figüratif canlandırmalar var. Hem Christopher’ın zihninin yansıması hem de oyunun arka planındaki toplumun üyeleri olan ‘figür’lerin sık sık yer değiştirerek, değişik formlarda öyküye katılması müthiş bir buluş. Genç oyuncular bazen bir ‘banka atm’si bazen hızla yere düşen yağmur damlaları, bazen bir düşünce bazen tedirginliğin belirtileri oluyorlar hikâyede. Christopher’ın dünyasını anlaşılır kılan bu buluş, hem görsel efektlerle hem de Boone’un macerasıyla oldukça uyumlu. 

Bu uyumlu ekip çalışmasının önemli bir kolu da Arda Kemirgent ve Son Feci Bisiklet’in müzikleri. Sıradışı şarkı sözleri ile tanıdığımız grubun oyuna da sıradan olmayan bir müzik tasarımı gerçekleştirdiğini söyleyebilirim. Christopher’ın enerjisine uygun, görselliği destekleyen uyumlu ritmler…

Süper iyi bir gün yaşamamız için ne olması gerekiyor, yalnızca bir günden ne bekleyebilir insan? Christopher’a göre beş tane kırmızı araba aralıksız arka arkaya geçerse bu, süper iyi bir günün işaretiymiş. Beş tane kırmızı arabanın arka arkaya geçmesi mi daha imkânsız yoksa bizim böylesi ‘güzel’ tesadüflere inanabilmemiz mi daha imkânsız hale gelmiş durumda, açıkçası bu inanca çoğu zaman sahip olmadığımı düşündüğümden bu soruya da yanıtsız kalıyorum. Fakat sanırım O’nun gibi, eğer bir kekin içindeki sarı kısımları sevmiyorsak, sadece kırmızı olan kısımları seçip yememiz gerektiğini öğrenmemiz gerekecek. Ne sıradan yaşamınızda birbirinizi ne de benim gibi özel durumlara sahip kişileri anlamak zor değil diyor Christopher Boone. Sarıyı sevmemek belki de kırmızıyı sevmeye yol açacağı için bazı takıntılarının da abartılmaması gerektiğini düşünüyor… Fakat dil, onun için abartılabilecek bir sorun. O’na göre esas dilimiz, asal gerçekliğimiz, insan olmanın özü, saf sevgi ve doğruluk hepimiz için yeterli. “Başka dilde konuşmayın lütfen!” diyor… Gerçeğe farklı bir açıdan bakmaya ihtiyacımız olsa da başka bir dile ihtiyacımız yok Christopher, sen bunu bize çok güzel anlattın…

Christopher’ın bu etkileyici öyküsü kendini özgürce ifade edebilen, tüm başka’laştırma çabalarına rağmen ayakta duran, mücadele eden her özel birey için bir umut olsun. Gökyüzündeki yıldızlar dünyamızı yok etmeden önce, saklanmak, gizlenmek yerine yaşama katılmaları, güzel yürekleriyle yaşamı güzelleştirmeleri için ışık olsun…  

“Yeryüzü kötüdür, ancak o kadar da kötü değil.” Christopher Boone

Oyunun Künyesi:

Türkçeye Kazandıran ve Yöneten: Nedim Saban
Dekor& Işık Tasarım: Kerem Çetinel
Görsel Tasarım: Tufan Dağtekin
Koreografi: Orçun Okurgan
Soundtrack: Son Feci Bisiklet / Arda Kemirgent
İkinci Yönetmen: Halim Ercan
Sanat Koordinatörü: Bülent Seyran
Dramaturji: Ezgi Gülümser
Yönetmen Yardımcısı: Aysuda Dalğıç
Afiş Tasarım: İsmail Anıl Güzeliş
Oyun Fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Oyuncular: Emir Özden, Ayça Erturan, Korel Cezayirli, Didem İnselel, İbrahim Can Sayan, Şebnem Şeviktürk, Onur Kırat, Uğur Can Arıkan, Cem Arslan, Sevcan Aydın, Beste Koçak ve Celile Toyon.

 

Kaynakça:

1 Köşger, F., Sevin, S., Subaşı, Z., Kaptanoğlu, C., Erişkin Asperger Sendromu: Olgu Sunumu, Düşünen Adam, S:28 (2015), s. 382

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku