Sarkaç Meselesi

Neslihan Ekim

İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturgi Bölümü ile Tiyatro Vakfının ortaklaşa gerçekleştirdiği ‘’Tiyatromuzda Tarih Konuşmaları’’ Seminerleri kapsamında Tanzimat’tan 1990’lı yıllara sahne müziği oturumu Akbank Sanat ev sahipliğinde gerçekleşti. Tiyatro tarihimizdeki müzikli oyunlar, müzikaller, operetler ve kabareler açısından irdelenerek, sahnelemelerin müzikal yapıları, şarkı sözleri, sahne performansları ve seyirciyle kurulan ilişkiler konuşuldu. Nihan Şentürk Doğu-Batı sentezi bağlamında Muhlis Sabahattin’in besteciliğini ele alırken, Ümit Erim ‘’İstanbul Efendisi’’ ve ‘’İstanbul’u Satıyorum’’ oyunlarında metin, müzik, anlatı unsurlarına değindi. Hasret Üstün Türk ise, ‘’Lüküs Hayat’’, ‘’Keşanlı Ali Destanı’’ ve ‘’Yedi Kocalı Hürmüz’’ oyunlarının toplumca çok sevilmesinin nedenlerini anlatırken, Sitare Bilge, Amerikan müzikallerinin Türk müzikalleri üzerindeki etkisinden bahsetti. Yaklaşık 2.5 saat kadar süren seminerde temel meselemizin ‘’Neden bizim ülkemizde müzikal kültürünün tam anlamıyla oluşmamış’’ oluşu olduğunu söylemek mümkün. Sitare Bilge’nin de ifade ettiği birkaç temel unsura değinmek ve şimdilerde dünyada müzikal anlamda neler olduğunu açıklamak isterim. 

En önemli sorun, müzikal oyuncusu yetiştiren okulların yetersizliği. Ne yazık ki ülkemizde sadece İstanbul Üniversitesi bünyesinde müzikal bölümü bulunuyor. Bir diğer sorun ise, tazimattan günümüze kadar süre gelmiş batı merkezli sanat anlayışı. Aklıma Fatih Akın’ın ‘’İstanbul Hatırası’’ isimli belgeseli geliyor. Müzik kültürümüzün çok renkli ve zengin olduğu bir coğrafyada neden kendimize ait bir müzikal tiyatro yapılamıyor? Elbette pek çok nedeni var. En önemlisi kendi kültürümüzden beslenmeyi ihmal ediyor oluşumuz. Antik Yunan’dan Mezopotamya’ya varana kadar Türkiye coğrafyası içindeki tarihimizi incelediğimizde, ritüeller de mitoslar da oldukça fazla. Fakat bunları kaynak olarak kullanmak için gerekli olan metamodern algı ne yazık ki henüz tam anlamıyla idrak edilebilmiş değil. Bir diğer temel mesele elbette ekonomi. Müzikal oyunların kalabalık kadroları ve prodüksiyonları için elimizde Zorlu Performans Sanatları Merkezi ve Tim Maslak Show Center dışında özel sahne yok. O halde bu misyonu üstlenmesi gereken kurumlar elbette Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları olmalı. Şimdilik müzikal oyuncusu yetiştiren üniversite sayımız 1 olsa da, örnek teşkil edeceğini ve diğer üniversitelerde de açılacağını umuyorum. Şarkı söyleyebilen, dans edebilen oyuncularımız yok mu peki? Elbette var. Olmasına rağmen, müzikal dışındaki operet, kabare, müzikli oyun gibi türlerin de sahnelemelerinin günümüzde oldukça az olduğunu söylemek mümkün. Bestecilerimiz, oyun yazarları ile birlikte yeni metinler yaratabilir. 

Şimdi sarkacımızı tiyatro sahnelerinden metamodern forumların şu an da gündeminde olan müzik tartışmalarına doğru sallayalım. Bildiğiniz üzere müzik, tiyatro sanatının nasıl ruhunu belirliyorsa, insanın da en temel ihtiyaçlarından biri. Ülkemizdeki 22:00’den sonra müziğin yasaklı oluşu, festivallerin yasaklanması gibi saçmalıklar hepinizin malumu…

Türkiye, TRT Genel Müdürlüğünün yaptığı açıklamayla da 2013’ten beri Eurovision’a katılmıyor. Metamodern forumlarda şimdilerde Eurovision tartışmaları yapılmakta. Belki ileride biz de tekrar katılırız umuduyla takip ediyorum. İçim buruk… Dilin sınırlarını aşmak, kültürel yapılanma, evrensel söylemin sahne showlarına ve kliplere nasıl yansıdığı tartışılan başlıklar arasında. Müzik ile ilgili tartışmalar ise eko eleştiri düzleminde ilerlemekte. Anladıklarım ölçüsünde sizlere biz yokken Eurovision’un geldiği noktayı özetlemek istiyorum. Çünkü, Eurovision sadece bir müzik yarışması değil. Batı merkezli şekillenmiş sanatın ve sanat yolu ile gerçekleşen kültür sömürgesinin tablosu. Aynı zamanda sanatçıların duyarlılıkları ile gerçekleşen, insana ait dertleri ortaya koymanın da bir biçimi elbette. Nasıl, Oscar adayı filmlerin gündeminde ki ‘’tema’’lar ve ödül alan filmlerin konuları evrensel dil ve dertler üstünden makro politikaya hizmet edecek şekilde belirleniyorsa Eurovision’da da aynı durumun laciverti söz konusu. Zaten TRT  de bunu bahane göstererek çekildi. Fakat bunun ısrarla yanlış bir karar olduğunu savunuyorum. Sanatçı sesini, sanatını ulaşabildiği her yerde duyurmalıdır. Kaldı ki şu an yapılan tartışmaları okuduğumda ülkemizden kim katılırsa katılsın derece ile dönerdi diyebilirim. 2013 yılından bu yana ülkemizde müziğin ve sanatın gelişimini ayrıca tartışırız elbette. Neden 2013 yılında bu karar alındı onu da tartışmak lazım!  

Metamodernizm, bildiğiniz üzere ‘’Batı’’ merkezli sanat anlayışı yerine ‘’sarkaç’’ kullanıyor. Global sistemdeki ekoeleştiri, kadın hakları, LGBT’-Q’lar gibi meseleler sarkacın ağırlık merkezini oluşturuyor. Müziklerden, kliplere varana kadar sarkaç salınımları benzer ağırlık merkezleri çevresinde sallanıyor. Theodor Andrei en çok konuşulan ve tartışılan isim bu noktada. ‘’Make love not war’’ söylemi, metamodern yapıyı cover olarak kullanması, sahnelemede kullandığı imgeler ve yalınlık… Müziğin fiziksel bir olgu olduğunu hatırlatıyor:

‘’Müziği oluşturan ses titreşimlerden meydana gelir ve bu nedenle fiziksel bir olaydır. Ses ve renk ilişkisi, fizik alanındaki bilim insanlarının da üzerinde çalıştıkları bir konudur. Örneğin Newton, notaları gökkuşağının yedi rengiyle ilişkilendirmiştir ve ışığı araştırırken ton aralıklarını renklerle açıklamıştır (Overly 2012: 1). Bunun üzerine Fransız matematikçi ve filozof Louis-Bertrand Castel, Newton’un teorisinden uzaklaşıp, kendi renk ve nota sistemini ‘‘do’’yu mavi renk ile sembolize ederek geliştirmiştir. Çalışmalarıyla renk ve müzik ilişkisini, kozmolojik fikirden uzaklaştırarak daha anlaşılır bir eşleştirmeyle basitleştirmiştir. Optik bir klavye inşa ederek, renkli ışık veren bir mekanizma geliştirmiştir. Castel’in bu icadı, renk teorisi üzerine yapılan önceki çalışmaları tamamlamış, artistik bir sentez geliştirmiştir. Bu çalışmalar, müzik eserlerinin resimlere çevrilmesine de imkan sağlamıştır. Castel’in bu makaleleri, Diderot, Mairan, Rousseau ve Voltaire gibi diğer entellektüeller arasında da resim ve müzikle ilgili tartışmaları başlatmıştır. Renklerin karışımının net ve kesin algılanabildiği, buna karşın müzikteki seslerin yarattığı ifadenin farklı olabileceği ve melodiler hafızada kalırken, renk dizilerinin aynı şekilde akılda kalmayacağı gibi fikirler ortaya çıkmıştır (Jewanski 2012: 2-3).’’

Literatürde farklı duyu ve algı sistemleri ayrı ayrı çalışılsalar da, günlük hayatta tüm duyu kanallarından eş zamanlı sinyaller alınır. Bu bağlamda algısal farkındalığın ardında yatan mekanizmalar metamodern müziği çok duyulu yapmaktadır. Görsel yanılsamalar kullanılarak yanıt aranan güncel araştırma konularından bir diğeri ise insanların zamanı nasıl algılayabildikleri sorusudur. Müziğin süresi; klipleri veya sahne performanslarını izlerken nasıl algılanıyor? Sadece işitsel olarak nasıl algılanıyor? Eğer bir sanat eseri video klipte farklı, canlı performans da farklı, salt işitsel düzlemde farklı zamansallıklarda bir algı yaratıyorsa sarkaç salınımı vardır diyebiliyoruz. Theodor Andei de bunu başarmış görünüyor. Klip zamanın yavaşlatıldığı postmodernizme selam veren parçalı bir yapıda. Kapıların olduğu koridorlardan yürüme eylemi ile gerçekleşen basit bir yapı sunulmuş. Canlı performas ise bedensel imgeler ve dijital ekran ile sınırlı. Dijital ekrandaki görüntüler optik illüzyon için özellikle seçilmiş. Şarkı sözleri ve müzikal kalite dışında her şeyi tartışıldı bu arkadaşın özetle.

Benim hoşuma giden, beğendiğim şarkıların ise adı bile anılmadı. Neden beğendiğimi sorguladım elbette bu noktada. Modernleşmenin etkilerini zihnimde bir yerlerle taşıyor olmalıydım ki estetik algım müzik zevklerimi etkiliyordu. En beğendiğim klip Almanya’nındı mesela… Sonra bir türkü açıyordum kulağımın Eurovision pasını silmek için. Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası belgeseli geliyordu aklıma. Kültürel anlamda bu kadar zengin bir ülkede yaşıyor olmak ve sesimizi henüz tam anlamıyla duymamış oluşları… Müziklerimiz çok güzel, danslarımız da öyle. Geleneksel dediğimiz ve belli kesimlerce aşağılanan kültür zenginliklerimiz metamodern yapının kendisi oluyor. Yeniden yapılanma için tek yapılması gereken şey sarkacımıza bir ağırlık merkezi belirlemek.

Benim ağırlık merkezim ‘’özgürlük.’’ Dil ile düşünüyoruz. Fakat sanatın dili evrenseldir. Wittgenstein’ın ilk dönemine (Tractatus) ait “dilimin sınırları, dünyamın sınırları” ifadesi, benlik ve bireysellik açısından belli bir dilsel solipsizmi ve sınırlı bir varoluşsallığı gösterse de, tarihsel, toplumsal ve kültürel olgu olan dilin sınırsız anlam dünyası içinde bu sınırlar parçalanmaktadır. Bedensel anlatım ve performans sanatları müziğin sözel dili ne olursa olsun işlevselliğini korur. Anlatım araçları için dilin sınırlarının da ötesine geçen algı kırıcılar, nörolojik ve somatik deneyimler sanatın kullanım alanına dahil edilmiş gözüküyor. İnsanın bilinçli şekilde bir sanat yapıtını beğenmesinin böyle bir ortamda ne kadar mümkün olduğu tartışılan başka bir konu. Hipnoz eden renkler ve ses frekansları, optik illüzyonlar ve çok daha fazlası kullanılmış bu yıl Eurovision’da. Bu da demek oluyor ki, pek çok ülke metamodernizmi sindirmeye başlamış ve kendi kültürel duyarlılığı ile ortaya koymak istediği sanatsal üretimlerini hiç çekinmeden Eurovision’da sergileyebiliyor.  

Peki biz neredeyiz? Metaverse evrenlerin, yapay zekaların olduğu bir yüzyılın içinde miyiz gerçekten? Yapacak çok işimiz, üretecek çok fazla şeyimiz var. Ortaçağ’dan 21.yüzyıla ışınlanmamız şart! Cumhuriyet’in 100. yılı özgürlüğün yüzyılı olsun. Süpernova günler!

NESLİHAN EKİM
0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku