“Sahne Bir Mertebedir ve Sahneye Çıkılır”

Ayçe Özyiğit

Bazı sanatçıları tanımlamak için, en seçkin sözcükleri seçmek, en parlak cümleleri  kurmak istersiniz. Bu çok doğaldır çünkü sanatlarında yetenekleri ve deneyimleri ile devleşmiş isimler her türlü güzel sözü sonuna kadar hak ederler. Bu yazıyı yazarken uzun uzun düşündüm. Hangi kelimeler anlatır, Suna Keskin’i? Hangi cümleler tamamlar Melek Baykal’ı? Yazarken anladım ki, bazı sanatçıları anlatmak için söz kifayetsiz kalabiliyor. Önemli olan onları tanımak, onlarla bir zaman dilimini paylaşmak o kadar değerli ki, anlatamasanız da onları yaşamanın mutluluğu tarifsiz bir güzellik. Bu anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum ki böyle naif, kibar ve tiyatro sevdalısı sanatçıları tanıma şansına eriştiğim için. 

Sözcükler demişken, Suna Keskin’in özellikle altını çizerek vurguladığı ve buradan tüm tiyatro camiasına duyurmamı istediği bir rahatsızlığından bahsetmeliyim. “Sahne almak” tabirine dikkat çekiyor Keskin: “Ben bu ‘sahne almak’ ifadesine çok takılıyorum. Sahne almak diye bir şeye ben inanmıyorum. Sahne almak şarkıcının işidir. Biz eskiden şu ifadeyi kullanırdık: “Sahneye çıkıyorum”. Çünkü sahne bir mertebedir ve oyuncu bunu bilerek oraya çıkar. Ben bunu yıllardır fırsat bulduğum her yerde dile getiriyorum ve bunu özellikle yazmanızı istiyorum. Özellikle gençler bunu gözardı etmemeli.”

Süslü ifadelere ihtiyaç bırakmayacak sadelikteki yaklaşımları, keyifli, akıl dolu ve son derece zarif kişilikleri ile sonsuz saygıyı hak eden Melek Baykal, Suna Keskin ve Nedim Saban ile tiyatro üzerine, “Ahududu” oyunu üzerine ve hayat üzerine kısa bir söyleşi yaptık. 

Ayçe Özyiğit: “Ahududu” benim tiyatroda ilk izlediğim oyun. Bu yüzden Ahududu oyununun yeniden sahnede olması beni çok heyecanlandırdı. Nasıl bir hazırlık süreçci geçti, nasıl karar verdiniz oyuna ve nasıl bir araya geldiniz? 

Nedim Saban : Ahududu benim de çok sevdiğim bir teksttir. Oyunun nostaljik bir havası olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle teksti her sene okurum, oyuna cast düşünürüm. Hatta Suna Abla ile birkaç defa konuştuk oyunu sahnelesek mi diye. Daha önceden bana bir oyunumda oynama sözü vermiş olan Melek Baykal’ın televizyon programı bitip Suna Abla ile birlikte “biz hazırız” dediklerinde, “O zaman ben de gözümü karartıyorum, Ahududu’yu sahneliyorum.”  dedim. Tabii, teksti yeniden uyarladım, çevirisini biraz değiştirdim. Oyuna yeni bir gözle baktım. Daha modern bir çeviri, sahneleme ve yorumlama oldu.

Melek Baykal : Bizler de bu çalışmaya büyük mutlulukla başladık. Nedim’le ve Suna Abla’yla senelerdir birlikte bir oyunda yer almak istiyorduk. Ben, yoğun televizyon programım nedeniyle bu güne dek hiç uygun olamadım. Kararlaştırmadık, ama hepimizin uygun zamanı bu projeye çok denk geldi. Bu sezon oyunun üçüncü sezonu ve çok sevdiğimiz bir oyunu oynuyoruz. Seyircimiz de çok mutlu bu oyundan. Hatta Suna Abla’nın bir arkadaşının söylediği şu sözü hiç unutmuyorum: “O kadar sevdim ki bu oyunu maktul olasım geldi!”

Ayçe Özyiğit : Suna Hanım, oyuna başlamadan önce sizin çekinceniz seyircinin tepkisi olmuş. Ben de daha çok 1997’de Çetin İpekkaya rejisiyle sahnelenen Ahududu oyunu ile kıyaslama olur mu diye düşündüm. Öte yandan, konusu itibarıyla biraz tedirgin edici olabilirdi, ama bütünsel olarak bakıldığında “mizahi bir dil”  söz konusu.

Suna Keskin : Çünkü başka türlü bir yorum biraz ürkütücü olabilir, seyirciyi başka yerlere götürebilirdi. Biz seyirciyi biraz daha eğlendirerek, oyunu daha keyifli, daha seyredilir hale getirdik. Gerçekten çok eğlenceli oldu. Oyunun dokusunda değişen bir şey yok. Yine aynı oyun, fakat Nedim’in yorumuyla güzel bir komedi haline geldi. Sizin seyrettiğiniz Çetin Bey’in rejisini ben de seyretmiştim. Nedim bana bu oyunu 5-6 sene öncesi de getirmişti. O zamanlardada seyircinin tepkisini alabiliriz, seyirciyi korkutabiliriz diye düşünmüştüm. İki tane kadın bu tür garip olaylara karışıyorlar. Fakat biraz değişince, yorum farklılaşınca inanın çok güzel oldu. Benim seyrettiğim eski rejisi kadar keyifli bir oyun oldu diyebilirim.

Nedim Saban: Basri Rıza’nın tiyatromuza hediye ettiği çok eski bir oyun Ahududu. Neredeyse Darülbedayi ile yaşıt. Sonrasında defalarca oynanmış evet ama biz bu oyunu şiddetin bu kadar kanıksandığı bir dönemde, şiddetin kesinlikle sorgulanmadığı bir dönemde oynuyoruz. Bu çok kritik bir nokta. Gerçek şiddet nedir? Bizim gözlemlediğimiz şeyler şiddet midir, yoksa görünmeyen şiddet de var mı?  Şimdilerde biliyorsunuz mobbing diye bir şey de var. Şiddet illa ki yaralamak, öldürmek demek değil. Durum katilin gözünden de izlenebilirdi. Dolayısıyla bu çok boyutlu bir sorgulama ve düşünsel, eleştirel yanı en az mizahi yapısı kadar öne çıkan bir oyun. Bu yüzden repertuvarımızda yer alması çok önemliydi.  Reji ve yorumda biraz değişiklik yaptım. O yorum da seyircilerin çok hoşuna gitti. Evet, iki kadının üstünden anlatılan bir hikâye, fakat yan karakterler de öyküyü çok besliyor. Biz bu oyun için çok uzun süre hazırlıklar yaptık, oyuncu arayışına girdik. Tüm kadro ile masa başı çalışması yaptık   ve derdimizi nasıl anlatmalıyız, oyuna hangi yönden bakmalıyız gibi sorulara cevap aradık. Kimseyi küçümsemek gibi algılanmasın, ama bu tip oyunlar böyle dekorlarla, kostümlerle, oyuncularla oynanır. Demem o ki, tiyatro gibi tiyatroyuz. (Gülüşmeler)

Melek Baykal : Suna Pekuysal’ın  ve Ani İpekkaya’nın oynadığı Ahududu da çok güzel bir oyundu gerçekten. Her ikisini de sahnede seyretmek çok güzel bir duyguydu. O reji de çok iyiydi, ama bizimki de inanın çok güzel oldu. Nedim bizim oyuna farklı bir takım atraksiyonlar da ilave etti ve metni zenginleştirdi.

Suna Keskin : Bu tarz oyunlar, Nedim’in söylediği gibi, ister tiyatroda ister sinemada ya da televizyonda olsun, katilin gözünden de oynanabilir, seyredilebilir. Kim haklı kim haksız kim neyi neden yapıyor tam olarak belli değil, bilemiyoruz. Kimbilir belki temelinde haklı nedenler vardır, onu da bilemiyoruz. Tabii ki bu olayda haklılık yanı yok, ama katilin gözünden de düşünecek olursak bambaşka yerlere varılabilir.

Ayçe Özyiğit : Bazı metinler uyarlama sırasında güncelleştirmeyi taşıyabiliyor. Bu metnin onu kaldırmayacağını sanıyorum. Dokusunu bozduğunuz takdirde oyunun bütününe zarar verilebilir.

Nedim Saban : Çünkü komedi dediğiniz şey zamanlama ile alakalı. Dünyanın en güzel esprisi de olsa, en komik olayı da olsa o söz yanlış zamanda söylenirse uçar gider. Biz bu oyunu mücevher gibi işledik. Ben çok fazla doğaçlama istemiyorum mesela. Sen aklına geleni söyleyeceksen o zaman ben niye 7 haftadır prova yapıyorum? “Seyirci çok eğlendi.” Seyirci eğlendi de, sen onu ekle, başkası başka bir şey eklesin, o zaman işin içinden çıkılamaz. Seyirci oyunun bütününden etkilenmeli. Tiyatrokare öyle bir yer artık. En azından bizim oyunlarımızı izleyenler asıl bir disiplinle çalıştığımızı biliyorlar. Şu günlerde bir oyunumuzda bir cümlenin devrik mi düz mü söylenmesi daha iyi olur diye tartışıyoruz. “Ve” ile mi başlayalım yoksa “ve” bağlacını sona mı koyalım diye tartıştığımız bunu bir ortamda 7 hafta sonra oyuncu kafasına göre hareket ederse yönetmen de kırılıyor haliyle.

Suna Keskin : Yönetmenin de getireceği bir yorum oluyor. Belki bazı yerlerin biraz kesilmesi gerekecek. Ben bir oyunun kısaltılmasına, değiştirilmesine hiç kıyamam. Metinde ne varsa öyle kalmalı diye düşünürüm. Ama artık kısaltmanın da gerektiğine inanıyorum. Bu oyunda inandım.

Nedim Saban: Tiyatroda zamanın kısıtlı olması da çok önemli. Mesela dizilerde oyuncunun istediğini yapması yönetmenin işine gelir. 2 dakikalık şey 7 dakika olur, ama tiyatroda o 2 dakika çok önemli. Oraya başka bir şey eklediğin zaman aslında diğer oyuncunun 2 dakikasından çalarsın.

Ayçe Özyiğit :Ahududu oyununu zayıf bir kadronun kaldıramayacağını düşünüyorum ben. Bu nedenle Nedim Bey kadroyu açıkladığında çok rahatlamıştım. 

Nedim Saban : Oyun, 1920’lerde yazılmış ilk kara komedi örneklerinden. Bu nedenle tiyatro edebiyatında da önemli bir yer tutuyor. Oyunu doğru yorumlamak için de gerçekten iyi bir kadro çok önemli. Ayrıca gerçekten biz çok çalışıyoruz; çünkü komedi sanılanın aksine çok zordur. Sahneye çıktığınızda kimse gülmeyebilir de. Oyunu seyirciye geçirebilmek çok önemlidir o yüzden. Herşey bir yana, benim için en güzeli şu oldu: Bu kadınlar gerçekten yaşayan kadınlar. Bu komedi yaşayan bir komedi… Yönetmen olarak ben orada olmaktan çok mutluyum.

Melek Baykal : Tabii burada Nedim Saban faktörü de var. Zeki Paşa’yı o kadar sevimli oynuyor ki, ben bir başkasını Nedim’in yerinde, Zeki Paşa rolünde görmeyi hayal edemiyorum. Nedim’in de sahnede bizimle beraber oynaması oyuna bütünsellik getirdi.

Nedim Saban : Bu rolü dünyada hep çok önemli oyuncular oynadı. Benim için de ekibin arasında yer almak çok hoş oldu gerçekten. Ekip de bu kadar iyi olunca, oyuna her defasında büyük bir mutlulukla geliyorum. Çok uyumlu çalışıyoruz. Gerçek tiyatro insanlarıyla çalışmak başka bir şey. “Bugün de mi oyun var” yerine “Yaşasın, bugün oyun var!”  diyebilmek çok önemli. Hepimizin dizileri, reklamları, filmleri oluyor. Hepimiz çok yoğunuz ama tiyatroya da hak ettiği değeri vermek gerekiyor. Bu yüzden buradayız.

Ayçe Özyiğit : Yanılmıyorsam Ahududu henüz turne yapmadı. Ahududu ile de turneye çıkacak mısınız?

Melek Baykal: Ben bu sabah geldim üstümü çıkarttım ilk söylediğim şey şu oldu: “Suna Abla bir turnemiz olsa da turneye gitsek. Çünkü oradaki insanlar da oyunumuzu izlemek istiyorlar.  Anadolu halkının da hakkı oyun izlemek.

Nedim Saban: Tiyatrokare kurulduğu günden beri oyunlarımızı aynı kalite ile, yani aynı dekor aynı kostümle, Ege’ye, Elazığ’a Mardin’e, Türkiye’nin pek çok yerine turneye götürdük. Kesinlikle bir koltuk almayalım, bir sandalye eksik gidelim dahi demiyoruz. Oradaki seyircinin de müthiş bir enerjisi oluyor. Bu sene hem “Şen Makas” hem “Leyla’nın Evi” Diyarbakır’a kadar gitti. Şimdi de sıra “Ahududu” oyunumuzda. Çok şanslıyız zira Anadolu’da seyirci bizi çok seviyor. 

Ayçe Özyiğit : Anadolu’da durum nasıl peki? Tiyatroların sıkıntıları orada da buralardaki gibi mi?  Yoksa daha mı kötü?

Nedim Saban :Anadolu’da da İstanbul’daki gibi sorunlar söz konusu. Salon sıkıntısı epeyce çözülmüş durumda ama kabul edilemeyecek derecede yüksek kiralar talep ediliyor. Mantık şu: burada başka oyun oynamasın, tiyatro yapılmasın. Devlet Tiyatrosu’nun yeni Genel Müdürü’nün vakti olursa buna bir bakması gerekiyor. Devlet Tiyatrosu’nun kuruluş ilkeleri arasında “DT özel tiyatrolara yardım eder ilkesi” de var. Eleman ücretlerinde orada olmayan elemanlara 8 saatlik ücret ödüyoruz ve 8 saat 1 dakika olduğu zaman o 1 dakikayı da size saat olarak ödetiyorlar. Bir oyunun 8 saatte bitmesi mümkün değil. Işık zaten 5 saat sürüyor. 2-3 saatte oyunu oynuyorsunuz, bunun toplanması da var. O zaman orada da size şöyle bir subliminal mesaj veriliyor: Sen buraya bir tane sandalye ile gel, oyuncun da oyundan 15 dakika önce gelsin, atar topar oynayıp gidin. Türkiye’de bu sorunun çözülmesi gerekiyor. Salon bulamıyoruz, bulduğumuz salonların da kiraları ve eleman ücretleri inanılmaz pahalı.

Melek Baykal : Özel tiyatroların eti ne budu ne zaten. O kiraları karşılamaları çok zor.

Ayçe Özyiğit: Bilet fiyatlarını da yükseltemezsiniz haliyle.

Melek Baykal : Bilet fiyatları yüksek olunca da seyirci gelemiyor.

Nedim Saban : Tiyatrokare ilk kurulduğu zamanlar ailemle kavga etmiştim.Tiyatro kuruyorum diye çok moralleri bozuldu. Bugüne kadar tiyatrodan ayakta durabilen olmamış çünkü. Kurulmadan önce oturup klasik bakkal hesabı yaptık. 110 seyirci geldiği zaman tüm masrafları karşılıyorduk ki, bunun içinde Macide Tanır’ın İstanbul’daki ev kirası da vardı. Oysa bugün 250’ye yakın bir seyirci var ve masrafları ancak karşılayabiliyoruz. Böyle bir şey olamaz. Bu tiyatrolar nasıl yeni işlere cesaret edecek?

Ayçe Özyiğit : Sanıyorum amaç da bu. Tiyatrolar cesaretlenmesin, yeni işlere kalkışmasın. Oynayacak salon bulamasınlar.

Melek Baykal :  Ben şu konuya da özellikle  değinmek istiyorum. O kadar AVM yapılıyor. Neredeyse her köşe başında bir tane var. AVM’lerin içinde sinema salonları var, yanına neden bir de tiyatro salonu yapılmıyor? Sizin aracılığınızla AVM inşa eden firmalara seslenelim. Tiyatro salonu da yapsınlar. Salon sayısının artması gerekiyor; çünkü yeterince tiyatro salonu yok.

Nedim Saban: Onunla ilgili şöyle bir anım var. İstanbul’da bir AVM yapılıyor. Ben de sahipleri ile görüşmeye gittim. “Buraya bir iki tane tiyatro salonu yapsanız” dedim. Hanımefendi bana dedi ki: “Bizim yerimiz çok değerli, siz biliyor musunuz buranın bir metrekaresi kaç yüz bin dolar? Tiyatro salonu çok büyük bir alan istiyor, yükseklik istiyor, genişlik istiyor…”. “Peki”, dedim, “Ama yapsaydınız iyi olurdu çünkü bu şehirde A kitlesi de var.” Bu defa bana “Beyefendi bizim A-B kitlesine ihtiyacımız yok. Zaten burası dolacak taşacak.” dedi. Hakikaten de iyi satış yapan bir AVM. Ama iki sene sonra iki tane sinema salonunu tiyatro salonuna çevirmek durumunda kaldılar. Bin komik yanı, deli gibi para harcadılar tiyatro salonları için. Güzel olmadı ama. İnşaattan yapılsaydı en azından düzgün bir iş yapılacaktı; çünkü tiyatro dediğin sadece sahneden ibaret değil. Kenter Tiyatrosu’na bakın., her detayı o kadar güzel düşünülmüş, tam bir tiyatro yapısı.

Suna Keskin : Ben AVM’de tiyatro olayını hiç sevmiyorum. Kenter Tiyatrosu gibi müstakil bir tiyatroyu tercih ederim. O yapılarda oyun oynamak, oyun seyretmek daha keyifli bana göre. Keşke buraları yaşatabilsek…

Melek Baykal : Suna Abla, evet çok haklısın ama artık insanlar tiyatroya geldikleri zaman otoparkını düşünüyorlar, metroya mesafesini düşünüyorlar, yemek yiyebilecekleri yer olup olmadığını düşünüyorlar. Bu olanakları yoksa, insanlar o tiyatroyu tercih etmiyor, çünkü günümüzde insanların zamanı çok değerli, eskisi gibi değiliz. “Ben arabamı nereye park edeceğim?” diyor. “Metro ulaşımı yok. Nasıl gideceğim?” diyor. Dolayısıyla AVM tiyatrolarını tercih ediyor. AVM’ler de tiyatroyu düşünerek yapılsa ne kadar hoş olur.

Nedim Saban: Yurtdışında tiyatro paketleri var. O paketin içinde vale servisi, restoran  imkânı vb. hepsi dahil oluyor. Ama Türkiye’de tiyatro sektörleşmediği için bu gibi imkânlarımız yok maalesef. Sinema bir sektör haline geldi, ama tiyatro hala bir sektör haline gelemedi. Meslektaşlarımızın tiyatroyu hobi olarak görüp küçümsemelerinden, tiyatrodan para kazanılamayacağını düşünmeleri yüzünden tiyatroyu sektör haline getiremedik. Biz sektör olsun dediğimiz zaman ticari bir talep gibi algılanıyor. Oysa bu bir kurumsallaşma sorunu.

Ayçe Özyiğit : Oysa, tiyatronun sektör haline gelmesi ışıkçısının, teknisyeninin bütün çalışanlarının yaşamını sürdürebilmesi demektir. Geniş bir bakış açısıyla bakıldığında, bir tiyatronun çevresindeki tüm işletmeleri etkilediğini de görülebilir. 

Nedim Saban: Kesinlikle… Daha ilgincini söyleyeyim. Bazı AVM’lerde  dükkân sahipleri gelecek oyunlara ve oyunculara bakarak o günün hâsılatını tayin ediyorlar. Şu oyunu getir, öteki oyun gelmesin diyen bile oluyor AVM sahiplerine. Yani aslında tiyatro sektör olarak başka sektörleri de besliyor. 

Melek Baykal : Mağazası da iş yapıyor lokantası da iş yapıyor. Hepsi birbirini etkiliyor aslında.

Ayçe Özyiğit : Suna Hanım, sizin çok uzun bir tiyatro geçmişiniz var. Tiyatronun günümüzdeki konumuyla geçmişteki durumunu bugünle kıyaslarsanız, kısaca ne söylersiniz acaba? 

Suna Keskin : Ben hep söylüyorum 1960’lı yıllarda ülkemiz tiyatrosu altın çağını yaşadı.  Tiyatroların hepsi dolup taşıyordu. Hatta ve hatta haftanın 6 günü oynuyorduk, bir gün tatil yapıyorduk. Cumartesi ve Pazar matine-suare oynuyorduk. Ben Genar Tiyatrosu’nda ve Dormen Tiyatrosu’nda oynuyordum. Matinede Genar Tiyatrosu, suarede Dormen Tiyatrosu’nda oynuyordum. Pazar günü Genar’dan çıkıp koşarak Dormen Tiyatrosu’na gidiyordum, orada oynuyordum. Öyle yoğun ve güzel bir dönem yaşamıştık o yıllarda.

Nedim Saban: Bir dönem Suna Abla iki oyunumuzda birden oynuyordu. “Çelik Manolyalar” ve “Bu da Benim Ailem”. Bir gün, Suna Abla’ya nostalji yaşatmak için matinede “Çelik Manolyalar” oyununu Kenter Tiyatrosu’na koydum, suarede diğer oyunu Akatlar’a koydum. Tam eski günlerdeki gibi.

Suna Keskin : Senin mesafe uzak olmuştu ama. Eskiden ulaşım da kolaydı. (Gülüşmeler)

Ayçe Özyiğit : Ben günümüzde de tiyatronun tıpkı 1960’lardaki gibi yeniden canlandığını düşünüyorum. Birileri önünü kesmeye çalıştıkça insanlar daha bir canlılıkla sarılıyorlar sanki tiyatroya. Salonlara bakıyorum, neredeyse boş koltuk yok. Birileri mutlaka bir şekilde dolduruyor salonları.

Melek Baykal:  Hakikaten son 4-5 senedir tiyatromuzda önemli bir gelişme ve değişim süreci yaşanıyor. Bu da sanıyorum ülkenin içinden geçtiği süreçten kaynaklanıyor. İnsanlar artık sokağa çıkmak, tiyatroya, sanata yönelmek istiyorlar. Sahip çıkıyorlarlar sanata ve tiyatroya. Biliyorlar ki sahip çıkmazlarsa, tiyatro da elden gidecek.

Nedim Saban : Evet, şimdilerde de tiyatro  bir altın çağ yaşıyor ve beni bu süreçte en mutlu eden şey, yerli oyun yazarlarımızın yapıtlarının sahnelenmeye başlaması oldu. Çünkü ben sadece iyi oyuncusu olan, ancak iyi yazarı ve iyi yönetmeni olmayan bir tiyatroya inanmıyorum. Şimdilerde yazarların da önü açıldı, iyi bir çağ yakaladık. Ama şunu da sorgulamamız lazım. Sahnelenen oyun sayısı günümüzde geçmişe kıyasla arttı fakat tiyatro seyircisi de aynı oranda arttı mı? Hayır. Nasıl doluyor bu salonlar o zaman? Çünkü eskiden yılda iki oyuna giden bir insan artık, Melek Hanım’ın da söylediği gibi, sokağa atıyor kendisini  ve en az 6-7 oyun seyrediyor. 

Ayçe Özyiğit : Konu tiyatroların sıkıntılarına gelmişken, her tiyatronun bir derdi vardır. Sizin derdiniz nedir?

Nedim Saban :Bizim derdimiz saymakla bitmez. (gülüşmeler) Fatih’te yaşayan insanları da taksi şoförlerini de salonlara getirebilmeyi istiyoruz. Biz bu işi, meslektaşlarımızın bizi seyredip, “Ay ne güzel oynadılar” demeleri için yapmıyoruz. Biz bu işi gerçekten seyirci için yapıyorsak, herşeyden ince bu konuda özeleştiri yapmamız lazım. İkincisi; bazen seyirciden fazla jüri oluyor. Her dalda her kategoride… Gerek yok bu kadar jüriye. Üçüncüsü tiyatronun bir sektör olarak ayakta kalabilmesi için prova yapılabilecek salonlara ihtiyaç var. “Süper İyi Günler” diye bir oyun sahneleyeceğim, genel prova yapılacak salon bulamıyorum. Bugün bir arkadaşımla konuştuk, “30 prova yaptık 3 provada ekip bir araya gelebildik” diyor. O zaman ben asistanları alayım, Suna Hanım ve Melek Hanım gelmesin., asistanlar söylesin nereden girip çıkacaklarını. Böyle tiyatro yapılmaz.

Melek Baykal : Ben bunu duyduğum zaman çıldıracaktım. Mesela oyuncu dizi setinden provaya gelemiyor ama facebook’tan facetime yapıp provaya katılmış gibi yapıyormuş. Böyle bir şey olabilir mi?!?

Nedim Saban: Setler gerçekten çok acımasız. Bir arkadaşım anlattı, yardımcı rollerden birisinin 20.30’da prömiyeri varmış ve saat 19:00’da ancak sahne çekimi bitmiş! Oyuncu oyuna zor yetişmiş. Hal böyle olunca, o oyuncunun ne dizide oynadığı rolden hayır gelir ne de sahnede oynadığı oyundan.

Ayçe Özyiğit :Dizilerin çoğu seyirciye somut bir şey de önermiyorlar. ereksiz bir biçimde uzun saatler sürüyor. Dizi 3 saat sürüyorsa 2 saati gereksiz bakışmalar, uzun müziklerle dolduruluyor.

Nedim Saban: O bizim oyunculuk stillerimizi de etkiledi. Mesela tiyatroda doğal oyunculuk diye auditiona geliyor. Audition nedir? Bir buçuk dakika içinde en güçlü şekilde o rolü almak için savaşmak. Bakıyorum. “Mıy mıy mıy…“ “Ee…yani” diyorum. “Doğal oynuyorum” diyor. Sen git evinde öyle doğal oyna! Bazı arkadaşlarımız doğal oyunculuk diye televizyonun ritmini tiyatronun ritmine uydurmaya çalışıyorlar.

Melek Baykal : Hiçbir şey yapmamak artık doğal oyunculuk sayılıyor. Sadece durup bakıyorlar. Böyle bir şey yok. Diyelim ki büyük bir salonda oynuyorsunuz. Salonun son sırasındaki seyirciye kadar lafınızı duyurmak zorundasınız. Seyirci reaksiyonunu almanız lazım. Tabii ki sizinle konuştuğum gibi konuşursam bu tiyatronun ritmine de uymaz.

Suna Keskin :Hiç inanmadığım ve doğru bulmadığım bir şey. Tiyatrodaki birinci kural; lafını, sözünü en arkadaki kulağı duymayan seyirciye duyurabilmektir. Önce olayı, konuyu anlatacaksın. Budur kural! Öyle kedi gibi miyav miyav olmaz.

Ayçe Özyiğit : Gerçi şimdi onun da çaresini bulundu: Mikrofon kullanılıyor.

Nedim Saban : Mikrofon kullanmak da çok önemli değil. Sizin reaksiyonunuz önemli. Sadece sesinizin değil, bedeninizin reaksiyonunu  da sanki sms yolluyormuşsunuz gibi en arkaya yollamanız lazım. Hiç unutmam, bir gün 30 kişilik bir tiyatrodayız, oyuncu o kadar kısık sesle konuşuyor ki ustalarımızdan birisi oturduğu yerden bağırdı: “Duyamıyorum!” Duyamıyorum dediği küçücük bir alan aslında ama oyuncu içselliği kısık sesle mırıldanmak gibi algılıyor. Oysa tiyatronun başka bir gerçeği var. 

Suna Keskin : Ruh çok önemli. Bu oyunda da o ruhu hissedebilirsiniz; çünkü biz bu oyuna başlarken “ne kadar güzel oynarız” diye düşünerek başladık ve o şekilde devam ediyoruz. Ekip ruhu da çok önemli. Bugünlerde genelde genç arkadaşlarımız genelde tek kişilik, iki kişilik işlere giriyorlar; çünkü ekip ruhu yok.

Nedim Saban : Tiyatroda atlanılmaması gereken önemli nokta, ekip ruhudur. Biz ekibimize önümüze gelen herkesi çağırmıyoruz ya da Melek Hanım yok onun yerine başka birisini bulalım demiyoruz. Sahip olduğumuz bu ekip ruhunu tüm çalışanlarımızla beraber yaşamamız lazım ki, beraber üretebilelim. Birbirini hiç tanımayan insanlar bir anda biraraya gelip oyun oynamaya kalkışıyorlar. Bu hakikaten delilik! Ve kısa zamanda dağılıp gidiyorlar. Ekip ruhu yoksa sürdürülebilirlik imkansızdır. 

Ayçe Özyiğit : Ekibin başında usta bir oyuncu olması da çok önemli diye düşünüyorum. Adı bile yeterli derler ya, ustaların öyle bir etkisi var. Afişte isminin yer alması dahi oyunun sağlam temeller üzerinde inşa edildiği duygusunu yaratıyor insanlarda.

Nedim Saban : Tiyatro disiplinini almış olmak da çok önemli. Mesela konservatuarda size prova başlamak üzereyken yemek yenilmeyeceğini öğretmiyorlar. Bunu öğretebilecek bir hoca da lazım. Tiyatro adabı, tiyatro jargonu dediğimiz bu kavramları sorgulamak gerekiyor. Ahududu oyununun en büyük şansı hem Melek Hanım’ın hem de Suna Abla’nın disiplinli yaklaşımı oldu. Ben her zaman oyunlarımda bir usta isterim; çünkü onlar bir şekilde derleyip topluyorlar ekibi. Ustası olmayan oyunlarda da oyuna sahip çıkan birisinin olması gerekiyor.

Melek Baykal : Ben de konservatuar mezunuyum; ama biz konservatuarda tiyatro disiplinini öğrendik. Tabii ki usta-çırak ilişkisi vardı ve o saygı da hep vardı. Şimdiki gençlerde bu pek görmüyorum. Biraz amiyane olacak ama, “bir baş geldiği zaman o popoların kalkması lazım” derler. Şimdilerde bırakın kalkmayı tam tersi oluyor. Suna Hanım orada oturuyor değil mi? Yanına biri geliyor ayağını uzatıyor burnuna kadar. Umurunda değil. Bizim zamanımızdaki hocalar ustalara saygıyı da, adabı da öğretiyorlardı. Ama yeni nesilde ben bunu görmüyorum ne yazık ki.

Suna Keskin : İronik bir biçimde Teşekkür ederim şekerim yer verdiğin için” deyince “Suna Ablacığım buyurun”  diyerek yer veriyorlar.

Melek Baykal : Bunu demek zorunda bırakıyorlar.

Suna Keskin : Öyle yetişmişler. Şu anda öyle bir kültür geliyor.

Nedim Saban: Etik nedir? Yazılı olmayan kurallar. Gerçi yazdığınız zaman da bir şey değişmiyor. Telefonunuzu kullanmayın diyorsun. Bunu telefon sesini kısmak olarak algılıyorlar. Gerçi son zamanlarda cep telefonları çalmaz oldu. Sesini kısmayı öğrendiler, ama oyun sırasında telefonu fotoğraf makinesi ve sosyal medya olarak kullanmamayı öğrenemediler. Oyun esnasında sahne karanlık ama seyirci koltukları ışıl ışıl! Herkes cep telefonuyla fotoğraf çekiyor. O zaman da telif hakkı dediğimiz olay doğuyor. Eskiden Agatha Christie’nin “Fare Kapanı” oyununun çok uzun sürmesinin nedeni şuydu: Oyunun sonunda oyuncu çıkar herkese: “Sakın oyunun finalini kimseye söylemeyin.” derdi. Oysa bugün,  daha oyun bitmeden bütün detaylar sosyal medyada!

Ayçe Özyiğit : Şimdilerde bunu söyleseniz dahi bir şey ifade edeceğini sanmıyorum. 

Melek Baykal : Şu şekilde önlenebilir sadece: Tiyatroya girerken herkesin telefonlarını toplarsak…

Suna Keskin : Çok faşistçe bir şey olur o da. (Gülüşmeler) Onu da kimse kabul etmez.

Ayçe Özyiğit : Son olarak… Oyunun finaline dair bi soru sormak istiyorum. Sanırım pek çok insanın merak ettiği bir şey bu. Oyunun finalini neden değiştirdiniz?

Nedim Saban: Aslında daha farklı bir final düşünmüştüm, fakat teknik nedenlerden biraz da acelemiz olmasından dolayı onu yapamadık. Sonuçta böyle bir noktaya geldik. Çok düşündüm acaba olmalı mı olmamalı mı? Oyuna ihanet mi oluyor, diye. Finalde zaman atlaması gibi bir durum söz konusu… Gün değişmiş,  hangi zamanda ve mekânda olduğumuz belli değil. Belki zaman 20-30 yıl atlamıştır, belki mekân değişmiştir. Bu şekilde bugünden bir imza algısı yaratmak istedim. Hatta bunu çok tartıştık, oyun uzun mu, o kısımlar çok eklektik mi, diye. Ama seyirci o kısmı çok sevdi. Sanki Ahududu oyununa 10 yıl sonrasından bir bakış gibi oldu.

Suna Keskin : Onu hala konuşuyoruz. Fakat seyirci onu o kadar istiyor ki, o sahnede alkışlarla, umutla karşılıyor bizi. Belki yeri değil, belki oyun bozuluyor diye düşünülebilir. Ama seyirci öyle algılamadı.

Melek Baykal :Bu haliyle kabul gördü. Seyirci onu o kadar iştahla alkışlıyor ki. Demek ki buna ihtiyacımız varmış diye düşünüyoruz. Evet, finali hala biz de düşünüyoruz. Suna Abla’nın bir dostu “Ülkemizin şu anda buna ihtiyacı var. Bize umut içinde olmamız gerektiğini anlatıyor bu final” demişti. Oyunun dışında gibi görülebilir belki ama seyirci öyle algılamıyor ve o finalden çok mutlu.

Ayçe Özyiğit : O halde finalde sizin sorduğunuz soruyu ben de size sorayım: Güzel günler geri gelir mi dersiniz?

Melek Baykal : Ben hala geleceğini umut ediyorum ve istiyorum. Mutlaka gelecektir; çünkü öyle bir temel var. Bizler Atatürk’ün çocuklarıyız, genlerimizde var bu. O öyle sağlam bir temel atmış ki ki bu ülkede, tüm güzelliğiyle mutlaka geri gelecektir diyorum.

Nedim Saban : Ben gelse de fark etmeyeceğimizi düşünüyorum. O kadar kavram karmaşası içindeyiz ki. Her konuda kafamız karışık.  Dolayısıyla ciddi bir distopyaya doğru gidiyoruz. Türkiye’de meslektaşınla konuşamıyor, arkadaşına derdini anlatamıyorsun. Öyle bir iletişimsizlik ve sevgisizliğe doğru gidiyoruz. O yüzden sanki gelse bile biz fark etmeyecekmişiz gibi geliyor.

Melek Baykal: Ederiz, ederiz. (Gülüşmeler)

Nedim Şaban: Eder miyiz? O zaman sen bana söylersin.

Suna Keskin : “Geldi” deriz biz sana. Ümit ediyoruz. Gelmesinden yanayız.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku