“Pencere”den Eskilere Doğru Bakarken…

Robert Schild

Robert Schild

Tiyatro Festivali’ndeki ağaçlardan ormanı gözden kaçırmamak için Oyun Atölyesi’nde bir soluklanalım derken, eski günlere açılan bir “pencere” bulduk! Meğer böyle oyunları özlemişiz – İtalyan sahnesinde açılıp kapanan perdesi (perde arası bile!) olan, tam donanımlı sahne dekorlu, sosyal içerikli iletiler taşımakla birlikte moralimizi (daha da) bozmayan konuları ve de en yalınından toplumsal diyalektiğiyle…

pencere-3808

David Hare’in önemli ve ödüllü oyunlarından, 1995’den gelme Skylight’ı Haluk Bilginer gerçekten de “Pencere” olarak çevirmiş; üstelik yazarın oldukça somut betimlemesinin yerine koyduğu bu başlığı da program notlarında kendine göre yorumlamayı yeğlemiş. Ama buna takılacak değiliz; asıl önemli olan, bu oyunun bize bir çeşit ilaç gibi gelmesiydi – ilk reji denemesinde Birkan Uz’un yönetimi, Gamze Kuş’un dekorları, Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımları, Çağrı Beklen’in giriş müzikleri ve tabii ki oyunculuklarıyla! Bilginer her zamanki sahne hakimiyetiyle, işinde başarılı / gönül ilişkilerinde sınıfta kalmış girişimciyi; nice dört dörtlük sahne performanslarında çok beğendiğim Esra Bezen Bilgin özgür düşünceli öğretmeni; küçük bir rolde de olsa, sanırım ilk kez profesyonel olmuş Kürşat Demir de genç oğlanı örnek biçemle karşımıza getiriyorlar.

Diyaloglar son derece akıllıca oturtulmuş: Restoranlar zinciri sahibi, kendinden emin Tom’un alaycı/ısırıcı yergileri komik dereceye varacak ironik; Kyra’nın gözlemleri gerçekçi, toplumsal girişimleri hakkındaki görüşleri doğru, Tom hakkındaki yargıları da son derece yerindedir – dahası, bu bağlamda belki feminist bir oyundan dahi söz edilebilir! Kurgulama belli ki yetkin bir kalemden geliyor; Tom’un oğlu Edward’ın oyunun giriş ve çıkışında belirmesiyle hem tablonun ilk fırçalarını atmasına, hem de son derece anlamlı, simgesel bir final çizmesine şapka çıkarmadan edemiyoruz! Kaldı ki, inişleri/çıkışlarıyla neredeyse iki saati bulan, nice anlamlı geriye dönüşler içeren, zamanlaması başarılı patlayış noktasıyla çözümlenen konu, yalın olmakla birlikte hiç de sıkıcı gelmiyor…

1.foto_-660x330

Konu mu? Londra’nın oldukça yoksul bir mahallesinde eski eşyalarla döşenmiş, doğru dürüst ısınmayan küçük bir dairede oturan otuzlu yaşlarındaki öğretmen Kyra’nın kapısını aynı akşam beklenmedik şekilde önce genç Edward, ardından ise babası Tom çalar. Kyra üç yıl öncesine kadar bu aile ile yaşamaktaydı; bir yandan Tom’un restoranında çalışıyor, ayrıca çocuklarına da bir çeşit ablalık ediyordu – ta ki Tom’un eşi, aralarındaki ilişkiyi keşfedene dek… Bunun üzerine, ani bir şekilde evden ayrılıp kentin bir kenar mahallesi okulunda ders vermeye başlayan Kyra’nın izini şimdi bulmuş olan Edward, onları niye terk ettiğini sorgular, annesinin uzun hastalığı ve ölümünün ardından babasının gittikçe garipleşen davranışlarına artık dayanamadığını anlatır. Oğlu ayrıldıktan az sonra (ki bu “tesadüf”ü kimse yadırgamıyor mu?!) Tom çıkagelir. Kyra’nın yaşamakta olduğu ortamı ağır sözler ile eleştirmesi bir yana, kendisini buraya hapsetmekle neredeyse cezalandırdığını öne sürer. Diyalogları sırasınca yatak odasına kadar uzanan bir yakınlaşmaya varıyorlarsa da, yeniden bir araya gelmeleri için oldukça zıt olan yaşam felsefelerinden ödün vermeleri gerekecektir…

“Bütün bunlardan bize ne?” demeyecek olanlar, sosyalist görüşlü David Hare’in Thatcher dönemi İngilteresi’nde yetişmiş lüks tüketim toplum üyeleriyle yoksul halk çevrelerini Tom/Kyra örneğinde ele aldığını, “ana dilleri İngilizce olmayan” Londra halkına, dahası “göçmen”lere bile kamu hizmeti vermeye hazır, beyaz yakalılara empati ile baktığını çoktan anlamışlardır! Bir yanda hakkında haber yapılanları itici bulduğu için artık gazete okumayan Kyra, öbür yanda “Bahamalardaki yazlığımdan merdivenle denize inilir” diyen, kendisine “çok iyi bir peynircim var, sana her gün taze parmesan göndertebilirim” teklifinde bulunan Tom var bu diyalogların… İşte, Kyra’nın yorumuyla her şeye rağmen “kendilerine acıyan zenginler” ile “erdemli fakirlerin” birer temsilcisinin niye bir araya gelememesiyle ilgilidir bu oyun – ve bu bağlamda bizleri de ilgilendirecektir elbet, her ne kadar Londra’nın bir kenar mahallesinde konuşlanmışsa da. Öte yandan “Pencere”yi salt sol içerikli ve feminist bir oyun olarak görmemeliyiz; Hare’in ince ince işlediklerinin arasında tek yönlü bir aşk öyküsü de var – ve burada “aşk”ın kimden kime yönelik olduğu apaçık ortadadır! Oyunun sonlarına doğru patlayıveren çatışmada Esra Bezen Bilgin’in duyguları ne denli başarılı biçimde dışa vurabildiğine tanık oluyoruz, Haluk Bilginer’in daha durgun kalmasına karşın… Onun kudreti daha çok ironi ve machismo’nun öne çıkarılmasında olsa gerek; örneğin, uzun rahatsızlığı süresince eşini artık “envanterden çıkarmış” olmasıyla… O dönemde hasta yatağının tam üzerine bir “skylight” açtırmıştı – gökyüzüne bakabileceği bir pencere!

muj-pencere-oyun-atoltesi-1

Oyunun başında, perde arasında ve sonunda duyduğumuz tatlı nağmeli vals melodisi; 1960’lardan kalma, kapısı bombeli buzdolabı ve su kaynadıkça öten çaydanlık gibi ayrıntılara varan dekor; mutfağı da içeren oturma odası ile karşımızdaki pencerenin dışına kadar uzanan ışık tasarımı – tüm bunların, Oyun Atölyesi’ne yaraşır usta ellerden çıktığını belirtmeye gerek var mı? Öte yandan, dışarıda yağan karı görürken neredeyse üşümemize karşın, Kyra spaghetti pişirdiğinde sosunu hazırlarken, ön sıralarda oturanlar bile olsa, yemek kokularını niye alamadık?! (Oysa ki, dergimizin Şubat 2011 sayısında, İkinciKat’da izlediğim J.Penhall’ın “Bazı Sesler” oyununu irdelerken, şöyle yazmıştım: “Soğanların, sarımsakların, maydanozun ve domatesin usta restorancı tarafınca ince ince kıyılması, ateşin üstündeki sahanda gözlerimizin önünde yavaş yavaş pişmeleri ve en sonunda Ray’in bunların üstüne üç yumurta kırması; bu iştah açıcı kokuların arasında öylesine güzel, barışçı, rahatlatıcı ve ümitvar bir hava estiriyor ki Joe Penhall ve Sami Marçalı – salt bu sahne için bu oyuna gidilir…”)

Şaka bir yana, Birkan Uz’un bu ilk reji denemesi, deneyimli yardımcıları ve usta oyuncuları sayesinde, en azından bu satırların yazarını birazcık “eski tiyatro günlerine” götüren, başarılı bir seyirliğe dönüşüyor; ayrıca eminim ki bu ayrıcalıklı oyun sezona daha erken girmiş olsaydı, Esra Bezen Bilgin’e nice ödüller getirecekti! Üstüne üstlük, Bilgin/Bilginer ikilisinin karşılıklı performansını keyif veren bir keman/piyano sonatına benzetecek olursak, nota sayfalarını çeviren Kürşat Demir’in de çok geçmeden başarılı bir solist olacağından eminim…

*****
“Pencere”nin son oyunları, 12, 13 ve 14 Mayıs saat 20:30’da Oyun Atölyesi’nde...

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku