“Palto” Bizleri Buz Tutmuş Sular Üzerinde Dolaştırıyor…

Ayçe Özyiğit

Varlığımızı devam ettirebilmek için bir şeylerin arkasına sığınmak neden? Neden saklanırız nesnelerin ardına? Kendimizle yüzleşmek bu kadar zor olduğu için midir ki bizler kabul görmek adına her yolu mubah saymaya razıyız?

Gogol’un “Palto” hikâyesini gerçekçi kılan “eşitsizlik” teması daha ne kadar bizlerle yaşamaya devam edecek? Onu yok etmek bizlerin elindeyken üstelik.

Oyun İşleri tarafından sahnelenen ve bu yıl itibariyle üçüncü sezonuna ulaşan “Palto” oyunu bizleri buz tutmuş sular üzerinde dolaştırıyor. Zemin öylesine ince ki en ufak bir takılmada tüm yüzeyin çatlaması ve suların bizi derine doğru çekmesi an meselesi. Bunu haykırıyor oyun: “Bir an evvel uyan ve kendine gel!” Yoksa hepimiz birer birer o soğuk sularda kaybolup gideceğiz.

1842 yılında Nikolay Vasilyeviç Gogol tarafından kaleme alınan Palto, dünya tarihinin ilk gerçekçi öyküsü olarak kabul edilir. Bu kısa hikâyede Gogol, küçük adam temasını anlatır bize. Sıradan insanların yaşadığı sıkıntılar, maruz kaldığı eşitsizlikler ve çektiği acılar hikâyenin başkahramanı Akakiy Akakieviç’in yaşantısıyla gözümüzün önüne serilir. Sıradan memur Akakiy’in sahip olduğu yeni paltosu, onun yaşamında derin değişikliklere neden olurken bizlerde varoluşunu bir metada arayan adamın hazin öyküsüne tanık oluruz.

Şükrü Veysel Alankaya’nın  tek başına sırtladığı oyunun yönetmeni yine kendisi. Oyunun çevirisi ise Oyun İşleri ekibine ait. Biraz Shakespeare tarzı bir çevirme gerçekleştirmiş Oyun İşleri. Ses kaydı eşliğinde direkt hikâyeyi oyunlaştırmışlar. Sayfa sayfa yapılan çevirmeleri önce sahnelemiş Alankaya. Sonrasında o ses kayıtları yeniden dinlenerek oyun metni oluşturulmuş. Bunun yanı sıra tek bir metoda bağlı kalmadıklarını da dile getiren Alankaya; “Tüm teknikleri harmanlayarak görsel bir canlandırma sunmayı tercih ettik.” diyor. “Örneğin kırmızı perdenin varoluşu ve onun etrafında her dönüşte sahnenin değişmesi Geleneksel Türk Tiyatrosuna bir atıftı. Perdenin ortasından çıkmaksa onu kırmaya yönelik bir hareketti. Oyunda seyirciyle birebir iletişime geçtiğim interaktif bir bölüm de var. Bu şekilde birçok tekniği oyunun içine sokmaya çalıştık.”, diyor.

Alankaya, gerek Akakiy rolünde gerek karakterler arası geçişleri yansıtırken oldukça iyi performans sergiliyor. Alakiy’in paltosunu çaldırdığı zaman bizlerin yoğun hayal kırıklığına uğrama nedenimiz yine Alankaya’nın oyunculuğunun iyi olmasından kaynaklı.

Bir nesnenin arkasına sığınarak kendisini tamamladığını zanneden bu adama duymuş olduğumuz acıma, üzüntü ve belki de utanç Şükrü Beyin bizlere tuttuğu aynada kendi yansımamızla karşılaşmış olmamızdan mı sebep düşünmeden edemiyor insan. Merve Akyıldız (müzik), Uğur Çağlayan (ses) ve Mehmet Dağlar (grafik ve tasarım) ise bu başarılı oyunun görünmeyen başarılı isimleri.

Dekor olarak da oldukça sade tutulmuş oyun. Gerek dekor, gerek müzik veya ses olsun hiçbir şey, oyunun önüne geçmesin istemişler. “Bizim için önemli olan insanı anlatabilmekti.”, diyor Alankaya. “Özellikle şu dönemde, varoluşumuzu bir düşüncenin arkasına sığınarak, bir takımın içerisinde var olarak, bir grubun, bir cemaatin, bir toplumun içinde yer alarak sağlıyoruz. Bence varoluşumuz bunlar değil. Varoluşumuz kendi içimizde. Bazen yanlış bir cümle kullanıyoruz; mesela biri kötü bir şey yaptığında insanlıktan çıkmış diyoruz. Hâlbuki öyle değil. İnsanın içinde iyi de var, kötü de var ama insan kendinde hangisini bulmak istiyor, hangisiyle var olmak istiyor bence önemli olan bu. Bence varoluşumuz bir meta da değil, bir düşünce de bir grup da değil. Söylemek istediğim şu; ne üniformalarımızız, ne yediklerimiz, ne içtiklerimiz, ne konuştuklarımızız. Aslında içimiz neyse biz oyuz.”

Demem o ki karşımızda abartıdan uzak, süre olarak da oldukça makul tutulmuş yormayan, sıkmayan, eğlenceli ve de anlamlı vakit geçireceğimiz güzel bir oyun durmakta. Korkmayın gidin derim. Daha fazla Akakiyleşmeden, elimizde hala anlamı kalmış olan sayılı o birkaç duyguyu da yitirmeden önce kendimizle yüzleşelim. Sonrasında belki her şey daha kolay ve anlamlı olur.

Oyun İşleri Hakkında…
2013 yılında Eskişehir’de konservatuar öğrencileri tarafından kurulan Oyun İşleri topluluğunun İstanbul ve Eskişehir’de olmak üzere iki kolu var. Topluluğun ilk oyunu Edip Cansever’in şiirlerinden oluşturdukları “Ruhi Bey.” Günümüze kadar toplam 10 oyun sahneleyen ekibin bu sezon oyunları ise “Palto” ve  “Taranta Babu’ya Mektuplar”

Bunun yanı sıra Oyun İşleri’nin derdi şöyle; insanı anlatmak. Prodüksiyonlara, mekanlara, oyuncunun dışına yönelirken insanın içinden uzaklaştıklarının farkına varan ekip insansı duyguları yitirmemek adına insanlığa yönelik oyunları baz almayı tercih etmişler. Bu yolda da denemeler yaparak ilerlemeye başlamışlar.

Çekirdek bir kadroya da sahip olan Oyun İşleri, kendileriyle oyun çıkarmak isteyen insanlara da daima kapılarını açık tutuyorlar. “Topluluğumuzda oyuncu seçimi yapmak gibi bir durum söz konusu değil. Çünkü biz de henüz deneme aşamasındayız”, diyor Şükrü Bey. “Bu nedenle insanları kötü veya iyi olarak nitelendiremeyiz. Bizimle birlikte yol almak istiyorlarsa, kafa yapısı olarak da uyuşursak yola beraber devam edebiliriz. Burada kendi yaratıcılığımızı ortaya çıkarıyoruz, oyunculuğumuzun nerede olduğunu görüyoruz ve hepimizin birbirinden öğrendiği bir şeyler var. Kısacası olduğumuz yerde olmaktan mutluyuz diyebilirim.

Oyun Tarihleri
19 Şubat Pazar, 20.00’da Caddebostan Kültür Merkezi

01 Mart Çarşamba, 20.30’da Barış Manço Kültür Merkezi

0

Benzer Yazılar

1 yorum

osman temiz 2 Şubat 2017 - 6:43 pm

http://www.temizspor.com... Yazı için teşekkür… “Palto” isimli eseri okuyan biri olarak değil de, Üstad Necip Fazıl’ın benzetişiyle, meâlen, bir kadının erkeğinin şahsiyetini bir manto gibi giymesi gerektiğinden mülhem, kendisini belirli bir dünya görüşüne nisbetle tarih sahnesinde ifade eden her kişi aynı zamanda söz konusu olan dünya görüşün şahsiyetini de bir “palto” gibi üzerinde taşıyan kişi olarak belirir. Yani “şahsiyet” olmanın asgari şartı belirli bir dünya görüşüne sahib olmaktır. Burada “palto”yu şahsiyete remz olarak kullandığımız çok açık. Bu çerçeveden olarak;

“Bizim için önemli olan insanı anlatabilmekti” sözü ziyade güzel! Ancak, İnsanı anlatabilmek için insanı anlamak lazım geldiği de çok açık, öyle değil mi? İslâmî literatürde kâinatın özü ve hülasası olan insanı anlamak, insan üzerinden bir kâinat muhasebesi yapmayı zorunlu kılmaktadır.

Evet; yine ziyade güzel bir söz: “Varoluşumuz kendi içimizde.” İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Varoluş, oluşta kendini idrak etmektir” der. Bu aynı zamanda, Popüler kültürde yerlerde süründürülen Simya isimili eserin ana teması, “kişisel menkıbe”ye de tekabül eder. Yani; insan her ne arıyorsa kendinde bulur. Meselâ, iman ve inkâr insanda mevcuttur. İmanı açık olanda inkâr gizli, inkârı açık olanda ise iman gizlidir. Nitekim “insanın içinde iyi de var, kötü de var” derken de kastedilen bundan başkası değildir. “Ama insan kendinde hangisini bulmak istiyor, hangisiyle var olmak istiyor bence önemli olan bu” şeklinde dile getirilen temenni, ortada bırakılacak bir temenni değil, hele hele, “Aslında içimiz neyse biz oyuz” temennisiyle geçiştirilecek hiç değil! İşte tam da bu noktada “palto” esprisi devreye giriyor. Yani “bizi bize gösterecek bir ayna” keyfiyetine sahib bir dünya görüşüne malik olmak ve bu dünya görüşüne göre de şahsiyet olmak. Diğer bir ifadeyle de muhatap olunan dünya görüşünü bir “palto” gibi giymek! “Palto”nun şahsiyete remz olduğunu yukarıda belirtmiştik. Hâl böyle olunca, “varoluşumuzu bir düşüncenin arkasına sığınarak, bir takımın içerisinde var olarak, bir grubun, bir cemaatin, bir toplumun içinde yer alarak sağlıyoruz. Bence varoluşumuz bunlar değil” sözü havada kalmaktadır. “Aslında içimiz neyse biz oyuz” sözünü, “içgüdü sınırında neyse o” şeklinde hareket eden, yani hiçbir mesuliyet hissi duymayan hayvanî bir özellik ile izah etmeye teşebbüs etsek, çok kabalık mı etmiş oluruz?.. Hoşçakal!

Yoruma Kapalıdır

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku