Nesrin Kazankaya: Tiyatro Pera’nın Yeni Sahnesi Şişli’de Olacak Büyük Olasılıkla…

admin

Pınar Çekirge – Yavuz Pak

1979’da “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi” ile Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ilk defa sahneye adım atmıştı Nesrin Kazankaya. Kısa bir süre Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çalıştı.1984’de “Komedi Sanatı” ile İstanbul Devlet Tiyatrosu. Sonra yine Ankara; Ankara Devlet Tiyatrosu bünyesinde Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu’nun kuruluşu. Tekrar İstanbul Devlet Tiyatrosu.1998-1999 dönemi İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü görevi. Derken, 2001 yılında, altılı ganyan oynanan bir cafeden binbir zorlukla dönüştürdüğü iki katlı tiyatro binası; Tiyatro Pera. Ariel Dorfman’ın “Ölüm ve Kız” adlı oyunuyla açılan perde. Hemen ardından “Bir Çöküşün Güldürüsü”, “Seyir Defteri”, “Dobrinja’da Düğün”, “Profesör ve Hulahop”, “Venedik Taciri”, “Kısasa Kısas…” Tiyatro tarihimizde yeni bir soluk, yepyeni bir ses olmanın haklı gururu. Sanat Yönetmeni, oyuncu, rejisör, çevirmen, yazar, tiyatro eğitmeni. Bir koltukta görüldüğü gibi, altı karpuz…

Nesrin Kazankaya’yı yazmak ne kadar zor aslında. Tartışılmaz yeteneği. İnsanın içini ısıtan içtenliği, yakınlığı. Sahnede yarattığı estetik, illüzyon ve sahicilik. Uçsuz bucaksız bir birikim, duyarlılık, yorum ve bütün bunları en doğru ve yalın biçimde izleyicisine yansılama gücü. Olağanüstü bir sahne kimyası. Nereden başlanmalı, hangi yönüne ağırlık verilmeli, bilemiyoruz. Hani bazı insanlar vardır, onlarla bir şekilde yollarınızın kesiştiğine, onları tanıdığınıza sevinirsiniz. Onları tanımak mutluluk, onur verir size, hayatınıza yeni değer ve anlamlar katarlar çünkü. Vazgeçilmeziniz oluverirler bir anda. İşte, Nesrin Kazankaya o insanlardan biri. Onunla bu röportajı gerçekleştirme imkânımız olmasaydı hayatımızda bir şeyler eksik kalacaktı hiç kuşkusuz. Zaten, itiraf etmeliyim ki, bu dizi söyleşilerin aslında en sihirli yanlarından biri de, sahnede izlerken hayran kaldığımız oyuncuları, çok daha yakından tanıma olanağını bize veriyor olması. Tiyatro Pera’nın sanat yönetmenliği, Pera Güzel Sanatlar Tiyatro Okulu’nun Bölüm Başkanlığı ve tabii yıllar yılı yazdığı, yönettiği, dilimize kazandırdığı oyunlar. Başarılar, ödüllerle geçen, birbirine iliklenen tiyatro sezonları. Dolu dolu yaşanmış. Üstelik her defasında sözünü söylemiş, dinletmiş bir tiyatro olmanın ‘ayrıcalıklı’ farkını taşıyarak. Asla ödün vermeden, geri adım atmadan yaşanmış bütün o seneler. Tiyatro Pera bünyesinde, on altı yıla sığdırılmış tam yirmi iki oyun. Ki bunların iki tanesi (“Aman Aman”, “Sihirli Kitap”)  çocuk oyunuydu ve bu saydıklarımızın altında hep Nesrin Kazankaya imzası. Nesrin Kazankaya’nın nefesi, yıkılmazlığı, özeni, inadı, mücadelesi vardı.

Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Yüksek Devre mezuniyetinin ardından, Almanya’da Essen- Folkwanghochschule’de reji eğitimi aldı Nesrin Kazankaya. İlk gençlik yıllarından itibaren İngilizce ve Almanca oyunların çevirilerini yaptı. Her başarısı bir sonrakinin çekirdeği oldu gerçekte. Güzel işlere, yarına kalacak çalışmalara imza attı her defasında.

Nesrin Kazankaya’nın yazdığı oyunları, şimdilerde yeniden okurken, repliklerin tılsımını ayrımsıyorum an be an. Biliyorum ki artık; O replikler sardı sarmaladı bizi. Alıp götürdü. O replikler dündü, yarındı, şimdiydi. Hayattı. Umut ve inançtı. Seyirciye ve sanata duyulan saygıydı. Sorumluluktu. Tiyatro tarihi kadar eski, az önce söylenmiş kadar yeniydi. Niteliksizliğe, eşitsizliğe, kalıplara, lafazanlığa isyandı. Hayalle gerçeğin uyumuydu. Yerelle evrensel olanı alaşımlama ustalığıydı. Yaşam değerlendirmesiydi. Yaşama sevinci… Yaşama hüznüydü. Hayata çok ciddi, biraz muzipçe bir bakıştı. İyi oyuncular, iyi yönetmenler, biz tiyatroseverler için yazılmıştı. Son olarak, o repliklerde sıradan ve sıradışı insanların ıhlamur rengi gözyaşları vardı… Ve bin yıllardan süzülüp gelen sesler. Yaşam öyküleri…

Bütün o oyunlarda (oynadığı, yazdığı, yönettiği ); tutkusu, soluğu ve duyarlılığıyla Nesrin Kazankaya vardı. Fonda yüzlerce siluet. Yaşamdan süzülüp gelmiş, izleyicinin bir yerlerden tanıdığı, kendiyle yüzleştiği, kiraz çiçekleri kadar pembe olmayan, rengini, şarkısını yitirmiş hayat hikâyeleri. Aşkla, heyecanla, kan ve terle, Nesrin Kazankaya’nın iç dünyasıyla harmanlanmış, kağıda dökülmüş, sahneye taşınmış. Üstün Akmen’in ifadesiyle: “Kazankaya yazarken dönemsel fotoğraf çeken bir gözlemci. Aklıyla çektiği fotoğraflarda, politik hataların insan yaşamını nasıl alt üst ettiğini mükemmel bir kurguyla işaretliyor, kıyasıya eleştiriyor.” Evet, dönemsel fotoğraflar sundu bize her defasında Nesrin Kazankaya. Sanay, Handan, Berna, Ioanna ve diğerleri bir çağın tanıklarıydılar kuşkusuz. Kan bağımız olan… Hatta en çok bize benzeyen. Kendi adımızı verecek kadar biz sandığımız. Yazarın düşlediği, yansıladığı, var ettiği gerçekliği duyumsatan… Duyumsatmak ne kelime, iliklerimize işleten. Belleğimize, hatıralarımıza, ruhumuza nakşeden…

Ve duraksamadan yanıtlıyor sorumuzu: “Buğulu bir cama özgürlük yazardım. Sadece özgürlük!…”

Perde Arkası: Tiyatroda Aklın, Bilimselliğin Ve Cesaretin Simgesi
Genel olarak, sanat eserinin muhatabı duygularmış gibi algılansa da, gerçekte muhatabı akıldır ve sanat, evrensel bir kriteri yakalamayı amaçlıyorsa akla dayanmalıdır. Nesrin Kazankaya, her şeyden önce, sanatını ve yaşamını “aklın” ve “bilimin”  rehberliğinde “etik” ve “estetik” ile harmanlayan bir sanatçı. Sanat Yönetmeni, oyuncu, rejisör, yazar, çevirmen ve tiyatro eğitmeni olarak tiyatronun her alanındaki üretiminin temelinde bu dört kavramın izlerini bulmak mümkün. Kazankaya, sanata ve yaşama içkin duruşunu, cesur, azimli ve idealist kişilik özelliklerine borçlu. Öte yandan, mezunu olmaktan gurur duyduğu Ankara Devlet Konservatuvarı O’nun tiyatro yolculuğunun en önemli dönemeci: “Konservatuvar eğitimi bana çok iyi eğitim olanakları ve kendimi geliştirmek için büyük güç verdi. Gerçekten çok doyurucu bir eğitim sistemi vardı. Bireyselden toplumsala, özelden genele gelecek olursak… Türkiye’de o zamanlar Sovyetler Birliği’nden devralınan sanat-bilim eğitiminin ilkeleri üzerinde şekillenen ve bu anlayışla yürütülen bir eğitim sistemi hâlâ sürüyordu.  Köklü ve sağlam bir sanat eğitimi sisteminin son dönemine yetiştim ben. Ahmet Levendoğlu, Can Gürzap, Yücel Erten, Muammer Çıpa gibi isimlerin, aynı dönemde aynı okulda olabildikleri bir eğitim sisteminden geliyorum. Bu çok büyük bir şanstı tabii. Diyebilirim ki, okulumuz iki kanalda bizi karşılaştırmalı bir eğitim gibi besledi, yetiştirdi ve bugün bu ülkede sınıf arkadaşlarımla onur duyacak bir noktaya getirdi.”

Kazankaya’nın gururla bahsettiği bu eğitim sisteminin temelleri, esasında 1917 Ekim Devrimi ile kurulan S.S.C.B. ile henüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlayan askeri-ekonomik-sosyal ilişkilerin “kültür-sanat” alanına yansımasıyla atılır. İktidara gelen Bolşevikler, ülkelerinde önceki dönemden kalma köklü bir sanat birikimi bulmuşlardır. Çünkü Çarlık Rusyası, dünyaca tanınan edebiyatçılar, ressamlar ve müzisyenler yetiştirmiş, Avrupa’nın kültür-sanat merkezleriyle yoğun etkileşim içinde olan bir ülkeydi. Devrim öncesinde, güçlü tiyatro birikimine sahip olan Moskova ve St. Petersburg gibi şehirlerde Stanislavski, Çehov ve Meyerhold gibi önemli yazar ve yönetmenler farklı tiyatro denemeleri yapıyorlardı. Devrimden sonra bu isimlere katılan Mayakovski, Tretyakov, Eisenstein gibi isimlerle birlikte büyüyen Sovyetler Birliği tiyatrosu, Erwin Piscator, Bertolt Brecht, ve Augusto Boal gibi dünya tiyatro tarihinin unutulmaz sanatçılarını da; avangard, fütürist, toplumsal gerçekçi sanat akımlarını da derinden etkilemiştir. Dünyayı sarsan devrim, sanat ve sanat eğitimi alanlarında devrimci açılımlar sağlamış ve Türkiye de komşusunda esen rüzgârlardan nasiplenmiştir. Zaten yeni kurulan Cumhuriyet’in idarecileri açısından sanat; bir eğitim, kültür ve uygarlık meşalesi olarak görülmektedir. “Osmanlı’nın son döneminde kurulan modern okullarda Batılı eğitim görmüş, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere yeni rejimin seçkin devlet adamı ve bürokratları; sanata, inkılâpları halka benimsetmekte faydalanılacak bir ideoloji aktarım aygıtı olmasının yanı sıra; toplumu dönüştürücü, eğitim-kültür seviyesini artırıcı, modernleştirici ve yeni bir ulus kimliğinin oluşmasında halkı bilinçlendirici bir araç anlamı da yüklemişlerdir. İşte iki ülke arasında siyasal ilişkilerin gelişmesine paralel olarak 1920’lerin ortalarından itibaren sanat alanında da temaslar kurulmaya başlanmıştır.(1)Türkiye’de modern tiyatronun mimarı kabul edilen Muhsin Ertuğrul, 1925 yılındaki Sovyetler Birliği seyahatinde sinema ile birlikte tiyatro alanında da gözlemlerde bulunmuş ve dönüşünde Darülbedayi’nin yeniden örgütlenmesinde buradaki tecrübelerinden faydalanmıştır. 1934 yılında yeniden Sovyetler Birliği’ne giden Ertuğrul, Stanislavski gibi önemli Sovyet sanatçıların çalışmalarını takip etmiş ve onların tecrübelerinden yararlanmıştır. Ertuğrul, ayrıca Sovyet tiyatrocu Meyerhold’un artistleri hazırlama ve yönetme alanındaki başarılarını takdir ettiğini belirtmiştir.” (2)

Benzer biçimde, Cumhuriyet’in 1923 yılındaki ilanından hemen sonra yapılan yasal değişim ve uygulamalarla, ülkedeki sanat eğitiminin niteliğinin de yükseltilmesine çalışılmış ve sanat eğitimi konusunda görüşlerine başvurulmak üzere yabancı uzmanlar ve sanatçılar ülkeye davet edilmişlerdir. Kazankaya’nın mezun olduğu Ankara Devlet Konservatuvarı’nın temelleri böyle bir atmosferde atılır. “1924 yılında Ankara Musiki Muallim Mektebi açıldıktan sonra Mustafa Kemal, Milli Eğitim Bakanlığı’na müzik ve sahne sanatlarının gelişmesi için konservatuar kurulması yönünde talimat verir ve bu talimat doğrultusunda, 1934 yılında Milli Musiki ve Temsil Akademisi Teşkilat Kanunu çıkarılır. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı, ünlü yazar Reşat Nuri Güntekin’den Temsil Akademisi’nin öğretim ve eğitim biçimi üzerine bir rapor hazırlamasını ister. Güntekin, Fransız, Alman ve Sovyet tiyatro eğitimi yöntemlerini inceler ve tiyatro sanatının her alanında güçlü bir deneyim sunmuş olan Sovyet yöntemi üzerinde karar kılar. Aynı dönemde Fransız ve Alman tiyatro eğitimi metotları Sovyetler’den küçük farklarla ayrılmaktadır fakat genç Cumhuriyet’e Sovyet tarzı daha cazip gelir.  Reşat Nuri,  öğrencilerin her çeşit yeteneklerinden yararlanılan Sovyet sistemini Türkiye için daha gerçekçi bulur. Zira bu sistem, sanat ve tiyatroyu tümüyle anlamış bilgili, kültürlü artist yetiştirilmesi, öğrenci seçiminde titiz davranılması ve bilimsel estetik öğretimi ile öne çıkar.”  (3) Akademinin “Tiyatro Bölümü” 1936’da çalışmalarına başlar. “Ankara Konservatuarı” adını aldıktan sonra, Hitler zulmünden kaçan Prof. Carl Ebert’in öncülüğünde, 1940 yılında “Ankara Devlet Konservatuarı” adı altında opera, tiyatro ve bale şubeleri açılır. Nesrin Kazankaya’nın sanatsal üretiminin her alanında etkileri derinden hissedilen “sanatta akademik eğitim sistemi” böylece hayata geçer ve on yıllarca modern Türkiye’nin en değerli sanatçılarını yetiştirir.

O sanatçılardan biri olan Kazankaya, idealleri uğruna cesur adımlar atmaktan hiçbir zaman çekinmemiş ve çalışkan yapısıyla bütünleştirmiş cesaretini. Devlet Tiyatrosu oyuncusu iken, 1997 yılında eğitmen olarak Pera Güzel Sanatlar Okuluna katıldı ve Tiyatro Bölüm Başkanı oldu. 1999’da eğitim programını yazarak Türkiye’nin ilk ve tek güzel sanatlar tiyatro lisesinin açılmasını sağladı ve her iki bölümün bölüm başkanlığını üstlenir.  Bu süreç, “Tiyatro Pera”nın kuruluşuyla taçlanır. “2000 yılında, Pera Güzel Sanatlar binasının alt katında, Sıraselviler caddesinden girişi olan bir kahvehane, Pera Güzel Sanatlar Okulları’nın kurucusu olan Sabahattin Özbakır tarafından alınıp, bir sanat galerisine dönüştürülmüştür. Bir süre sonra Nesrin Kazankaya’nın önerisiyle, bu mekânın bir bölümü tiyatro salonu yapılmaya karar verilmiş ve 2001 yılında galerinin arka tarafı değişik sahneleme biçemlerine olanak sağlayan, (İtalyan ve Hacim Sahne düzenine dönüşebilen) yüz seyirci kapasiteli bir tiyatro salonu olarak yeniden inşa edilmiştir. Böylece, fuayesi aynı zamanda galeri olan bir tiyatro salonu ortaya çıkmıştır. Nitekim, “Tiyatro Pera”, 2000-2001 sezonunda,  dört yıllık bir ‘Tiyatro Okulu’ ön hazırlığıyla, başta oyunculuk olmak üzere, bir tiyatro oluşumu alt yapı çalışmaları yapılarak Nesrin Kazankaya tarafından kurulmuştur. Türkiye’deki sayılı (bu bağlamda belki de ilk) özel tiyatrolardan biridir. Oyuncuların akademik bir eğitim geçmişine sahip olmaları istendiğinden, tiyatronun kalıcı sabit kadrosu kendi okulu Pera Güzel Sanatlar Tiyatro Bölümü mezunu öğrencileri arasından seçilmiş oyunculardan oluşur. Kuruluşundan bu yana sayısı giderek artan oyuncularıyla, tiyatroda düşünsel ve oyunculuk üslubu açısından ortak bir dilin olduğu bir ensemble oluşmuştur. “Sahi” olmak, sahnede “gerçekten” var olmak ve yaratıcılık konularında, tiyatro içinde, sürekli çalışmalar yapılmakta, eğitim sürdürülmektedir.” (4)

Tiyatro Pera, geçen 16 yılda, özgün ve tutarlı kimliği ve ses getiren oyunlarıyla kendine özgü bir ekol yaratmayı başarırken, bu başarının temelinde Kazankaya’nın mirasçısı olduğu eğitim sistemini hayata geçirmiş olması yatıyor: Tiyatro Pera, devletin zamanında kurduğu konservatuvar ekolüne, yani akademik tiyatro eğitim sistemine bağlı bir anlayışla kuruldu. Ben şimdi el veriyorum öğrencilerime, onlar da yeni nesillere el verecekler. Bu ekolün kökeninde, akademik eğitime inanmak, tiyatronun bir bilim dalı olduğuna inanmak yatıyor. Salt yaratımla ancak anlık keyif ve haz üretilebilir, eğer sanatsal üretimin altı akademik eğitim ve bilimsel araştırma ile doldurulmamışsa, bir balon gibi patlar ve yarına kalamaz. Bizim ekolümüz tarihsel kökleri olan akademik tiyatro eğitim sistemine dayanır. Bu sistemde, konservatuarlara küçük, yetenekli çocuklar alınır, yatılı olarak okutulur, bilimsel/eleştirel bir eğitim verilir ve sanatsal bir atmosfer sağlanırdı. Eğitim sistemi çok değerliydi ve her alanında sanata ve sanatçıya verilen değer görülebilirdi. Bir tıp öğrencisiyle bir keman öğrencisi aynı yurtta kalmazdı bugünkü gibi. Dansçılar, tiyatrocular, operacılar aynı yurtlarda kalırlar, bir arada eğitim görürler ve sürekli iletişim halinde olurlardı. Bizim tiyatromuzda da, düşünsel ve oyunculuk üslûbu açısından ortak bir dilin olduğu bir ensemble oluşmuştur… Tiyatro eğitiminin küçük yaşta başlaması gerektiğini düşünüyorum. Eğitimin pratik koşullarının bu sisteme benzer biçimde düzenlenmesi ve teorik olarak da akademik eğitim ve bilimsel metotlarla yürütülmesi gerektiğine inanıyorum. Tiyatronun ‘suya yazılan yazı’ olduğuna dair söylem boşuna değildir. Tiyatro dünyanın en müthiş sanatıdır. Ancak, eğer siz onun bir bilim dalı olduğuna inanmaz ve bir bilim dalının mekanizmasıyla desteklemezseniz; gerçekten suya yazılan yazı olarak kalmaya mahkûmdur. ” Kazankaya’nın aklı ve bilimi merkeze alan sanat anlayışı, Sovyet estetikçi Anatoli Egorov’un sözlerini anımsatıyor:  “İlkin, diyebiliriz ki, her türlü gizemsel (mystique) ve idealist etkiden uzak, bağlamlı ve bilimsel bir sistem kurma olanağını estetiğe kazandıran, yalnızca bilimsel öğretidir. İkinci olarak, bu öğreti estetik olayların incelenmesine maddeci diyalektiği uygulayarak sanatın insanlar üzerinde yaptığı büyük manevi etkiyi gün yüzüne çıkarır, bu da onu güçlü bir bilgilenme aracı haline getirir. Üçüncü olarak, sanatsal yaratının, onun özgüllüğünün ve daha başka toplumsal olgularla olan bağlarının yasalarına ilişkin bilimsel ve bağlamlı bir açıklamayı, yalnız bu bilimsel öğretinin estetiği verebilir. Dördüncü olarak, bu estetik, toplumsal yaşamın bütün alanlarına etkin bir biçimde girmek yoluyla, belli bir toplum tipi kültüründen bir ötekine diyalektik geçiş sağlayarak farklı estetik anlayışların, beğenilerin, gereklerin ve sanat yaratılarının özgülüklerini ortaya çıkartmıştır. Ayrıca, geleceği sezmek, insanlığın nihai hedefinin, o göz kamaştırıcı toplumsal ve estetik idealini görüp anlama firsatını da vermiştir.” (5)

Ne yazık ki, büyük bir emekle yaratılan Tiyatro Pera’nın Taksim’deki sahnesi 2017 yılı başlarında kapanmak zorunda kaldı. Kazankaya süreci özetlerken üzgün ama dirençli: “16 yılda şu an içinden çıktığımız, herkesin gözyaşları döktüğü, benim de üzüldüğüm yer aslında harikulâde bir mimariye kavuşmuştu. Aşağıda kendi deposu olan, oyun kulisi ayrı, ön hazırlık kulisi ayrı olan, çalışma odaları, dans salonu, iki büyük salonu olan bir tiyatro. Tiyatro 16 yıllık, okulumuz 22 yıllık. 21 yıl sonra müfettişler Pera Güzel Sanatlar Okulu’nun binası için ‘burada eğitim verilemez’ diye olumsuz rapor verdiler. Şimdi bunu şikayet olarak söylemediğimi başından belirtip, bir fiili durum olarak şunu söylemeliyim: Demek ki, 21 yıldır orada okul yapılabiliyordu, 22. yılda yapılamadı! Bu rapor yüzünden okul oradan çıkmak zorunda kaldı. Ama okulu Notre Dame İlk Öğretim Okulu’nun boşalmasıyla Bomonti’ye taşıyabildik büyük bir şans eseri. Taksim’de, 7 katlı bir binanın altındaki 2 katta tiyatro vardı. Bu sezon, bina sahibi ısrarla fahiş bir kira dayattı, anlaşmaya çalıştık ama olmadı maalesef. Yine de mutluyum, sezonu açtık, şubat başına kadar oynadık her şeye rağmen. Yeni oyunumuzu da sahneleyebildik.  Şimdi sezon kaybetmeden yeni sezona başka bir binada başlamak için çabalıyoruz. Tiyatro Pera’nın yeni sahnesi Şişli’de olacak büyük olasılıkla, enerjimizi hiç azaltmadan yeni binamızın tadilatına başlayacağız. 100-200 kişilik bir sahne olacak. 16 yıl boyunca, hiçbir hafta temsil verilmeden geçmeyen haftalarla, tam sezon yaşandı bu tiyatroda. Sezon kaybetmeden yolumuza devam etmek en büyük hedefimiz. Dur durak yok, asla rehavet yok…” Azminden hiçbir şey kaybetmeyen, zorluklara karşı büyük bir inatla sanatına ve tiyatroya sarılan bir sanatçı Kazankaya. Tiyatro binasının boşaltılmasının sadece kendi tiyatrosuyla ilgili değil, tarihsel/toplumsal dönüşümün bir parçası olduğunu vurguluyor: “Tiyatro Pera’nın binadan çıkması, tamamıyla Taksim ve Beyoğlu’nda yaşanan bir değişimin, bir dayatmanın parçası aslında. Elbette görünenin altında yatan çok ciddi bir ideolojik/kültürel yapı var. Üzgünüm, çok şey kaybettik bu süreçte ve çok emeğimiz heba oldu. Ancak bu kayıplar bizi pesimist yapmayacak, ağlamayacağız. Tabii bunları da unutmayacağız! Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar Türkiye’de kültür-sanat tarihinin merkezi olan Beyoğlu’na bakılınca nereye gittiğimiz çok net görülebilir. Sadece Tiyatro Pera gitmedi. Devlet Tiyatrosu’ndaki tiyatrocu arkadaşlarımla onardığımız, el birliğiyle açtığımız Aziz Nesin Sahnesi de gitti. O sahne birim tiyatrosu idealimizin gerçekleştiği yerdi. Ayrıca, DT’de kısacık müdürlüğüm zamanında onartıp daha iyi bir duruma gelmesini sağladığım Taksim Sahnesi de gitti.  Muammer Karaca Sahne’si, AKM, Emek Sineması da gitti. Koskoca Beyoğlu’nda, onlarca tiyatronun olduğu bu mekânda şimdi sadece Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu, DT’nin Küçük Sahne’si, Kumbaracı50 gibi birkaç sahne kaldı ancak.” Gerçekten de, 19. Asırdan bu yana, bu coğrafyanın modernleşme sürecinin kültür-sanat veçhesinin simgesi Beyoğlu’dur. Beyoğlu, “modern kentin” nüvesidir bir bakıma. Tam da bu niteliğiyle, bir kültür savaşının da cephesi olagelmişti Beyoğlu. Bu savaştan bahseden sevgili hocam Tanıl Bora, dönemin Türk­İslamcı ajitatörü olarak tanımladığı Osman Yüksel Serdengeçti’den şu sözleri aktarıyor: “Beyoğlu, Türk­İslam varlığını bitirmek üzere örgütlenmiş bir yer ve ‘erkek’ bir varlık olarak kurgulanan Türklüğü baştan çıkarmak için onun koynuna giren bir fahişe” ya da bir mikrop yuvası”dır”. (6) Benzer biçimde, Necip Fazıl Kısakürek, “Canım İstanbul” şiirinde “Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet” diye yazar. Özellikle Cumhuriyet döneminde, sağ ve sol cenahtan iktidarların ideolojik/kültürel hesaplaşmalarının en önemli sembolik alanlarından biri olan Beyoğlu, son yıllarda giderek yükselen neo-liberal-muhafazakârlaşma dalgasının dolaysız müdahaleleri sonucunda, tarihinde hiç olmadığı kadar ağır bir saldırı dalgasının altında kalarak kültürel dokusunu, sanat merkezi olma niteliğini, kozmopolit yapısını, yani tümden kimliğini yitirme tehlikesi yaşıyor. Nesrin Kazankaya teyit ediyor bu durumu: “Yaklaşık dört yıldır bizim seyircimiz ‘Beyoğlu’na sadece sizin için geliyoruz’ diyor. Bundan çıkacak sonuç, salt tiyatromuzun etkisi değil, kültür ve sanatın belirleyici gücüdür. Tiyatro seven, sanat seven insanlar Beyoğlu’na gelmesin, Beyoğlu boşalsın, kimlik değiştirsin, el değiştirsin isteniyor ve bu sağlanıyor. Ama  gördük ki bir küçücük, inatçı, 100 kişilik tiyatro salonu haftada üç gün 300 kişiyi oraya getirebiliyor.  Bu alanda mücadele etmek, her alanda mücadeleye dönüşebiliyor.” Altını çizdiği değişim, Tiyatro Pera’nın taşınmak zorunda bırakılmasının çok ötesinde bir dönüşüme işaret ediyor. Ancak, bu dönüşüm sürecinin kolay olmayacağı, yılgınlığa ve pes etmeye hiç niyeti olmayan sanatın ve sanatçıların her alanda mücadele etme azmi ve kararlılığı, Kazankaya’nın şu sözlerinde hayat buluyor: “Bu koşullarda, öyle çok üzülmek gibi, kırılmak gibi, dağılmak gibi bir lüksümüz yok bizim. Bu tuhaf ülkenin İlyada ya da Odysseia gibi  destanlarını yazacak olan bizleriz ve yılmadan mücadele edeceğiz!”

İşte bu anlayışla, Kazankaya, içinden geçilen süreçte tiyatroların varlıklarını sürdürmelerinin ve sözlerini inatla söylemelerinin tarihsel değerine vurgu yapıyor: “Her baskının patladığı bir karşı duruş vardır tarihte. Devlet Tiyatroları’nın resmen, Şehir Tiyatroları’nın mecazi anlamda kapatılmak istenmesi gibi gelişmeler yaşanırken, İstanbul’un pek çok yerinde yeni tiyatrolar açıldı irili ufaklı. Bu kadar çok tiyatro açılmasını büyük bir sevinçle karşılıyorum.” Bu noktada, tiyatrolar arasındaki dayanışma ve işbirliğinin yaşamsal önemine değiniyor: “Tiyatrolar arasında rekabet yerine daha çok yardımlaşma ve işbirliği içinde olunursa çok daha büyük başarılara imza atılacaktır. Vaktiyle, gencecik yaşımda AST’a gittiğimde beni nasıl kabul ettilerse, ben de bugün Tiyatro Pera’nın sahnesini tiyatrocu arkadaşlarıma açıyorum. Kendi kadromuzun yanı sıra, her oyunumuzda konuk oyuncuları ağırlıyoruz mutlaka. Bu hem bizi hem de genel olarak tiyatromuzu besliyor. Gönlünü tiyatroya vermiş olanlar, kendi tiyatrolarının 3-5 kişilik kadrolarıyla sınırlı kalmadan geçişken kadrolar oluştururlarsa, inanın İstanbul tiyatro ve sanat yaşamı için büyük bir katkı olur. Sadece, bir oyunluk heves olarak bir sahne açmak yerine daha çok dirsek temasında olmalı tiyatrolar.  Herkes kendi kabuğuna çekilmek yerine, dayanışmaya omuz vermeli. Örneğin biz kostüm yardımı yapabiliriz, dekor yardımı yapabiliriz, oyuncu değişimi yapabiliriz, sahnemizi de takvimi uygun oldukça diğer tiyatrolara açabiliriz.”  Gerçekten de, bu dayanışma çağrısı, günümüzde sayıları her geçen gün artan alternatif tiyatrolar için çok değerli. Bağımsız tiyatro gruplarının birikimlerini ve emeklerini birbirlerine aktararak dayanışma ve yardımlaşma içinde olmaları, zorlu yaşam koşulları altında varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak bir durum. Zira, “tiyatro alanının özerkliğinin hâlâ ekonomik alan, devlet alanı ve politik alanla yapısal ilişkisi tarafından belirlendiği bir gerçekliktir. Buna rağmen, alternatif mekânlarda sahne alan topluluklar geliştirdikleri stratejilerle kendilerine özgü bir özgürlük ortamı yaratabilir ve ancak böylelikle diğer alanların etkilerini minimuma indirebilirler.“ (7)

Öte yandan, Kazankaya, dünya görüşünü ve kimliğini sanatına yansıtan bir sanatçı. Sözünü sakınmadan söyleyen bir tiyatro insanı olarak, hayattaki tavrı ve duruşu, repertuar seçiminden kaleme aldığı oyunlara ve belirlediği temalardan sahnesinin biçemine kadar tiyatrosunun her alana sirayet ediyor. Klasik ve modern dünya edebiyatından seçmeler ve Nesrin Kazankaya’nın yazdığı oyunlarla bütünsellik oluşturan bir repertuara sahip olan Tiyatro Pera’nın “repertuvar tiyatrosu” anlayışı, “yalnızca oyunları ardı ardına sahnelemek ve sergilemek değil; içerik ve estetik olarak farklı oyunları bir araya getirebilmek; söylenecek “söz”ü, değişik içerik ve estetik arayışlarıyla buluşturabilmek; yaşadığımız ülkenin sorunlarını göz önünde tutarak, tiyatro ekibine uygun bir seçki yaratabilmek”  üzerine kurulu. (8)  Kendisi de bunu vurguluyor: Repertuarımız politik, sosyal kimliklerimizin de bir aynası. Kim olduğumuz oyunlarımızdan bellidir doğal olarak. İlk anda, benim heyecanlarım başlatıyor repertuarı. Heyecanlarım politik görüşümden ayrı değil; insana dair, topluma dair dertlerimiz var. Aşk dert, hapishane dert, öteki olmak dert, sürgün olmak çok büyük dert… İnsanla, toplumla ilgili her sorunu dert ediniyoruz kendimize. Ancak bir ajit-prop tiyatrosu değiliz. Adına politik tiyatro denmesini sevmiyorum zira her şeyden önce bu terim salt ‘günlük politikayı’ getiriyor akla. Bu sığ bir yaklaşım. Biz, her siyasi düşüncenin tartışıldığı, siyasi toplumların, siyasal devinimlerin bizzat sahneye geldiği oyunlar sahneliyoruz. Meselâ, ‘Ah Smyrnam, Güzel İzmirim” oyunu çok ciddi bir siyasi konuyu ele alır, bu toprakların tarihsel bir yarasını, göç ve mübadillik olgusunu işler; politik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla.  Bu bizatihi tiyatronun politikliğidir aslında. Ama insanlardan ve düşüncelerinden, duygularından soyut değildir.  Mübadillikle ilgili politik bir tartışmanın ardından küçük bir kız yere yatıp, toprağının karıncalarına bakarak ağlıyorsa ve sizin de yüreğiniz onunla titriyorsa, işte benim anladığım tiyatro budur.” Kazankaya’nın bu sözlerini, estetik felsefesinin önemli filozofu Jacques Rancière destekliyor: “Tiyatro, halkın kendisiyle  yüzleştiği tek yer olagelmiştir. Temsildeki mesafenin tersine, ‘kendi nezdinde mevcudiyet’ diye tanımlayabileceğimiz bir topluluk fikrini beraberinde getirir tiyatro. Tiyatro, kolektifliğin estetik olarak kurulmasına -duyusal ve düşünsel olarak kurulmasına- dönük bir biçim olarak ortaya çıkmıştır. Tiyatro, toplumun bir yer ve zamanı işgal etme tarzını; basit yasalar aygıtının tersine bilfiil eyleyen bedenini; siyasi yasa ile biçimlendirilen algılar, jestler ve tutumlar bütününü irdeler.  Devlet veya yasaların mekaniğini değil, insan tecrübesinin duyusal biçimlerini değiştirecek bir estetik devrim fikriyle, bütün sanatlar içinde en çok tiyatro ilişkilenmiştir.” (9)

Nihayet, tiyatronun geleceğine dair sözleri, Kazankaya’nın direnişçi ruhunun ve sanat anlayışının da bir yansıması: “Tiyatroyu yok edilemez. Ortaçağ’da bile bitirilemedi tiyatro. Pazar oyunları adıyla insanlar gizli gizli tiyatro yaptılar, üstelik seks sahneleriyle! Kilise baskısı altında insanlar giyotinde ölürken, yakılırken, yok edilirken, tiyatro yok edilemedi! Dünyanın bütün ülkelerinin sanatçıları ve tiyatrocuları, sanata karşı saldırılara maruz kalmışlardır belli dönemlerde. Bugün bize düşen, yılmamak, sanatımızı inatla savunmak, işimizi en iyi şekilde yapmak, mesleğimize verdiğimiz değerden ve tiyatro sevgimizden ödün vermemektir. Bunun için akademik bilimsel eğitimi geliştirmeye, akla ve cesarete ihtiyacımız var. ” Kazankaya’nın sözleri,  Antik Yunan’ın belki de en önemli filozofu olan Platon’un yaşamı akılcı, üretken, yaratıcı bir faaliyet olarak tanımlayışını anımsatıyor. Platon, “yaşamak, nefes alıp vermek değildir; yaşamak insanın kapasiteleri elverdiğince üretmek, emeği ile yaşamı ve dünyayı dönüştürmek için eylediği bir süreçtir” (10) diyordu. Bu sürecin önceli olan, ”insanın kapasitelerini keşfederek kuvveden fiile geçişi, “yaşama ve yaratıcılığa dair teorik-pratik bir bütünselliği yakalaması” süreci tam da Kazankaya’nın yaklaşımını yansıtıyor. Ve tüm veçhelerine bilginin, aklın eşlik ettiği bu sanat yolculuğu, Platon’un, her faaliyetin “mükemmelliğe göre” yaşama geçirilmesi olarak nitelendirdiği “arete” tanımlamasında ifadesini buluyor: Düşünce ve bilgi birikimi ile bütünleşen insan emeğinin kapasitesinin, yaşamı ve doğayı değiştirme, dönüştürme faaliyetinde ortaya çıkan “bilgi-eylem” diyalektik bütünselliği… Sanatın; “bilgi temelinde, mükemmelliği mümkün kılacak, iyiyle bir ve aynı olacak bir yaratıcılığa gereksinim duyduğunu” ve bu anlamıyla “bilgece bir faaliyet” olduğunu savunan Platon’u selamlayan Nesrin Kazankaya, özgün ve yaratıcı bir tiyatrocu, cesur ve üretken bir sanatçı olarak tiyatro tarihimize adını kazıyor.

Kaynakça:
1-
Vandov, Dimitır. “Atatürk Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014
2-
Mahmudoğlu, Mahad Sofiev. “Sovyet Kültürünün Türkiye Üstündeki Olumlu Etkileri”, İstanbul, 1997
3-
Anıl, Mustafa. “Türkiye’de Konservatuar Eğitimi”, Eğitim ve Bilim Dergisi, cilt:2, sayı:8
4-
http://www.tiyatropera.com
5-
Ziss, Avner. “Estetik”, Hayalperest Yayınevi, İstanbul, 2016
6-
Bora, Tanıl. “Medeniyet Kaybı / Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar”, Birikim Yayınları, İstanbul, 2015
7-
Karagül, Cansu. “Alternatif Tiyatrolar”, Habitus Kitap, İstanbul, 2015
8-
http://www.tiyatropera.com
9-
Rancière, Jacques. “Özgürleşen Seyirci”, Metis Yayınları, İstanbul, 2015
10-
“Diyaloglar”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2015

 

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku