Nazmi Sinan Mıhçı İle “Bir Yıldız Batıyor” Oyunu Üzerine Söyleşi

Pınar Arabacı

Nazmi Sinan Mıhçı, “Bir Yıldız Batıyor” oyununda; hayatta bir türlü istediği biçimde var olamamış, her şeyi yarım yamalak yaşamış olan Gökhan Sayın karakterinin yolculuğunu kuklası ile birlikte anlatıyor. 

Başına gelen tüm trajikomik durumlara rağmen umudunu yitirmeyen ve denemekten, var kalım çabasından asla vazgeçmeyen Gökhan Sayın’ın batan bir yıldız olarak verdiği mücadeleyi izlerken Samuel Beckett’in “Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.” sözünün Türkiye’de ne kadar çok insanın yaşama biçimi olduğunu görüyoruz.

“Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.”

Pınar Arabacı: “Bir Yıldız Batıyor” yarı otobiyografik olarak nitelendirdiğiniz bir tutunamama hikayesi. Bunu anlatmaya nasıl karar verdiniz? Kendi hikayenizden yola çıkarak bu trajik durumlar silsilesinin komiğini arama isteği nereden doğdu? 

Nazmi Sinan Mıhçı: Kendi hayat deneyimimden yola çıkarak yazmak istediğim bir anlatı vardı aklımda. Bunu da kukla ile yapmak istiyordum. Bunlar hep dönüp duruyordu zihnimde ama tam olarak toparlayamıyordum. 2017 yılı benim maddi ve manevi olarak da hayatta çok zorlandığım bir dönemdi. Bunun içinden de üreterek çıkmak istedim diyebilirim. Sonunda da “Ben bu oyunu yapacağım, gerekirse de kaldırımda oynayacağım” diyerek yola çıktım. Kendim için, sadece bana bağlı olan, kimsenin elimden alamayacağı, kimseden bir haber beklemek zorunda kalmadan yapabileceğim bir oyun olsun istedim. Hem kendimi iyileştirmek hem de birçoğumuzun geçtiği bu sancılı süreçlerle ilgili derdimi dökmek isteği benim birincil motivasyonum oldu. 

Pınar Arabacı: Orkun Yeşim ve Evrim Yağbasan ile bu proje için mi bir araya geldiniz? Yoksa daha önce de beraber üretim içinde olduğunuz işler var mıydı?

Nazmi Sinan Mıhçı: Orkun ve Evrim ile İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğumuz zamanlara, Öğrenci Kültür Merkezi yıllarına dayanan bir arkadaşlığımız var. Beraber tiyatro yaptık, beraber büyüdük. Böyle bir hikâye anlatmak istediğimi söylediğim zaman da bana ilk destek Orkun ve Evrim’den geldi. Orkun biraz kontrolü ele aldı diyebilirim. Yaptığı her işte olduğu gibi yönetmenlikte de çok disiplinli ve iş bitirici bir insan olduğu için benim bu dağınık halimi toparladı. “Yarın toplantı yapıyoruz. Haftada şu kadar çalışma ve şu gün de biz bu prömiyeri yapacağız” deyip bir takvim çıkardı ve hakikaten buna birebir uyduk. Tam dediği güne de çıkarmış olduk. Evrim de özellikle metni düzenleme ve yazma konusunda çok destek verdi. İmkanlarımız o kadar kısıtlıydı ki oyunu evde çalıştık. Sahneye ilk olarak prömiyer günü çıkma şansımız oldu. Dekorların yerlerini bile, oyun günü sahneye çok erken giderek ilk defa orada ayarlama şansımız oldu. Metnin birçoğu doğaçlama olarak çıktı. Doğaçlamayı ben yapıyordum Evrim ve Orkun metne çeviriyorlardı. Gerektiğinde bir daha doğaçlıyordum. Sabırla, yeni baştan tasarlıyorlardı. Sahnede çalışıp çalışmayacağını gördükleri yerleri belirliyorlardı. Omurgayı bu uzun çalışmalar sonucunda beraber belirledik. Hem benim hem de metnin üzerindeki emekleri çok büyüktür. 

Pınar Arabacı: Malzeme olarak kukla ve kukla tiyatrosu ile ilk tanışmanız nasıl oldu? Sizin yıllardır sektörde kukla oynatıcılığı yapan en deneyimli isimlerden biri olduğunuzu biliyoruz. Bunun eğitimini de vermeyi, böyle bir ekol var etmeyi düşünüyor musunuz?

Nazmi Sinan Mıhçı: Benim kukla ile hiç ilgim yoktu. ÖKM’de oyunculuk yaparken Anima Reklam Ajansı’nın kurucu ortaklarından biri olan rahmetli Ümit Güney, gelir bizim oyunlarımızı izlerdi.  Anima, O zaman bir kukla işinde iki tane kuklanın elini oynatacak insana ihtiyaçları vardı. Süha Tezel ve bana sordular. Süha da çok yetenekli bir kukla oynatıcısıdır. Hiç bilmezken gittik o sete. İlk defa el kuklasını profesyonel olarak orada görüp tanıma fırsatı buldum. Özellikle yetişkinler için olduğu alan çok hoşuma gitti. Burada ne kadar güçlü bir potansiyel olduğunu hissettim. Sonra bunun üzerine çalışmaya başladım. O zaman tabii youtube gibi kanallar da yok. Kukla ile ilgili bilgiye 2000’li yıllarda kolay kolay ulaşamıyorsun. Yurtdışından benim hocam diye nitelendirdiğim, tekniklerini izleyerek kendimi geliştirdiğim kişiler; Jim Henson ve Frank Oz’dur. Muppet Show’un videolarını vcd formatında bulup izlemeye çalışırdım. Oralardan durdurup başa sarıp, çalışıp, deneye yanıla kuklayı öğrenmek için çabalardım. Ancak asıl deneyimimi televizyon işlerinde çalışarak edindim. El kuklası, diğer kuklalardan daha farklı. Monitörde oynatmak farklı bir teknik gerektiriyor. Kameraya göre bir anatomi ve illüzyon kurman şart. Sahnede oynatmaksa canlı olarak, bambaşka bir teknik bilgi istiyor. Diğer kukla çeşitlerine ilgim ya da onlarla ilgili bilgim de çok fazla yok. Ben özellikle muppet biçimli kuklayı üreteceğim mizaha çok iyi bir araç olduğu için kullanıyorum. Hala da kuklanın sınırlarını araştırmaya, yeni biçimler, personalar denemeye devam ediyorum. 

Pınar Arabacı: Oyun, sizin tanımınızla Elbistan’ı Doğunun Amsterdam’ı olarak gören ve hayal kurmaya, – mış gibi yapmaya biraz da ekonomik zorluklar nedeniyle belki, sahip olamadığı bisikletin hayaliyle başlayan bir çocuklukla açılıyor. Doğup büyüdüğünüz yerin size kattıklarından bahsedebilir misiniz?  Bir de depremden sonra sizin için bu bağlamda neler değişti? Oyunun bu kısmında deprem sonrası bir anlatı değişikliğine gittiniz mi?

Nazmi Sinan Mıhçı: Taşradan çıkıp büyük şehre gelmek insanın hayatında büyük bir kırılma noktası. Gökhan Sayın karakterinin hikayesini de bu kırılma noktasından başlattık. Taşra, biraz mahrumiyet bölgesidir. Hele de bizim gençliğimizde bu çok daha yoğun olarak hissedilirdi. Dünyayı hep uzaktan görürsünüz, tahmin edersiniz ve belli bir yaşa geldiğinizde hakikaten tanımak istersiniz. Özellikle ekonomik yokluklar bir çocuk olarak sizi hayal kurmak konusunda ustalaştırır. Böyle bir başlangıcı var. Öte yandan taşralı olmanın, taşrada büyümenin de benim dünya görüşüme göre çok kuvvetli bir mizahı var. Bunu genelleyerek söylemiyorum ama benim mizahıma, üretimime ve hayata baktığım yere kuvvetli katkısı oldu Elbistanlı olmanın diyebilirim.  Depremden sonra hayatım bir daha eskisi gibi olmayacak biliyorum. Birçoğumuz için de aynı durum geçerli. Bu, oyunda da değişikliğe sebep oldu kaçınılmaz olarak. Oyunda, çocukluğuma geçtiğim kısım “Ben Elbistanlıyım. Elbistan çok güzel bir yerdir” diye başlar. “Yemyeşildir, ortasından bir nehir akar, meyve ağaçları vardır” diye devam eder. Depremden sonra ise bu Elbistan artık yok. Benim akrabalarım orada, çocukluğum orası. Ne yazık ki hala orada durum çok kötü. Elbistan benim gibi orada büyümüş biri için bile tanınmaz halde. Sadece şehir değil köklerim de tanınmaz duruma gelmiş gibi hissediyorum ben şimdi. Eskiden uğradığım elli altmış kapı varken şimdi tek bir kapı kaldı orada gidebileceğim. Bir tek babamın mezarı kaldı. Yıkım o kadar büyük ki. Bunu içimde çok tarttım. Oyunun içine bu depremi koymak hikâyenin dengesini bozacaktı. Bana da çok ağır gelecekti. Ancak içimden şunu eklemek geldi. “Elbistan çok güzel bir yerdir” diye değil “yerdi” diye anlatıyorum artık ve bu tek bir yüklemdeki tek bir zaman değişimi bile o kadar ağır ki anlam olarak. Olmamış gibi yapmayı asla düşünmedim ama depremle ilgili durumumu tamamen katmak da bütün oyunun eksenini değiştireceği için katmadım. 

Pınar Arabacı: Oyunda sektöre dair Afife ödüllerinden festival filmlerine, çocuk oyuncu koçluğu yapmaktan ramazan gösterilerinde animatör olmaya kadar pek çok eleştiri var. Metnin bu seçimlerinin nedenlerinden biraz bahsedebilir misiniz? Özellikle Afife gibi ödül mekanizmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?  

Nazmi Sinan Mıhçı: Bir Yıldız Batıyor‘da sanat üretmenin sebeplerine dair sorgulamalar var. Sektör olarak üretmenin ve üretim kanallarının içinde yozlaşmaların olduğu bir dönemden de geçiyoruz diye düşünüyorum. Yaşadığımız çağda görünür olmak sosyal medya ile herkesin her yerde var olabildiği, süre olarak az da olsa çok da olsa kendini veya olmak istediği kendini gösterebildiği bir zamanda üretmek, sanat üretmek nedir ve niçin üretiyoruz?  Niçin sanat yapmak istiyoruz? Bu sorulardan yola çıkarak bunun eleştirisini yaptığım önemli bir kısım var. Bu bakımdan seçtiğimiz sahnelerin iki ekseni var. Biri sektörde kalabilmek adına yapmak zorunda olduğumuz işler, diğeri de ödül mekanizması. Ödüller sanat üreten insanlar için destekleyicidir ya da öyle olmalıdır. Ama şu an çoğunlukla bilet fiyatlarında, senin popüler olmanda veya dizide rol alıp almamanda belirleyici ödül mekanizması. Örneğin Afife ödülü aldıysan çok daha hızlı ilerleyebiliyor kariyerin. Artık oyunların birçoğu neredeyse Afife ödüllerinin kriterlerine göre yapılıyor. Jürilerin izleme zamanları kollanarak yapılıyor mesela. Eğer oyun Afife ödülü alırsa gişede de para kazanıyor. Diğeri de şu: Sektör zaten, özellikle çalışma koşullarımız düşünüldüğünde gerçekten çok korkunç şeylerle dolu. Ben de içinden geçtim bunların. Oyuncu koçluğu da öyle. Ben uzun yıllar oyuncu koçluğu yaptım. Çocuklarla çalışmak en üzücü olanı. İnanılmaz korkunç deneyimlerim var hem kendi adıma hem de koçluk yaptığım çocuklar adına. Şimdi şimdi Oyuncu Sendikası’nın da çabaları ile setler çocuklar için uygun hale getirilmeye başlandı. Ben bu oyuncuyu, oyuncu koçunu, çocuğu koruyup kollayan kuralların hiç olmadığı, neredeyse yirmi saat çalışılan setlerde bulundum. Dolayısıyla sektörün bu tür zaaflarını da anlatmak istiyorduk oyunda. Ama asıl istediğimiz şunu deşifre etmekti galiba. Biz yapılan işe veya yaptığımız işe neye göre değer veriyoruz?  Aslında biraz deştiğimizde ürettiğimiz şeylerin anlamı çok erdemli, ulvi ideolojilere bağlanmıyor. İnsanın zaaflarından besleniyor. Mesela görünür, sevilir olmak zaafımızdan. Sevilme isteğinin üretimdeki en önemli motivasyonlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bunu da kimse öyle kolay kolay itiraf etmiyor. Ben de dahil olmak üzere hepimiz sevilmek istiyoruz aslında. Başa bunu koyarsak bunun çok daha dürüst olacağını düşünüyorum. Evet ben sevilmek, görülmek, tanınmak istiyorum. Sonra sanat aracılığı ile tartışılan şeyleri tartışabilirsin. Sanatımın içeriğine, kalitesine bakabilirsin ama bu kısmını da biraz kurcalamak, bunun ironisini de göstermek istedim oyunda. 

Pınar Arabacı: Haluk Bilginer ve Masumiyet’ten bahsedelim biraz da. Metne nasıl eklendi bu anlatılar?

Nazmi Sinan Mıhçı: Oyunda hem Masumiyet filmi ile ilgili hem de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili anlatılar var. Burada temel motivasyonum kuklanın sınırlarını keşfetmekti. Çünkü ben yetişkinler için yapılan bir işte kukla oynatıyorum. Kukla ile hakikaten bir filmin ağır, dramatik bir sahnesi de oynanabilir mi sorusu kafamda dönüyordu. Belki monitör önünde bu çalışabilir. Ama ben kuklanın yanında oyuncu olarak görünürken de bu kadar güçlü oynatabilir miyiz kuklayı? Kuklanın sınırlarına baktık bu şekilde.  Örneğin bir Nuri Bilge Ceylan film setini sahnede kukla ile var edebilir miyiz? Seyyar bir sahne ile bir türkü barda bağlama çalan bir kuklayı inandırıcı kılabilir miyiz seyirci için? El kuklası ile Haluk Bilginer’in Masumiyet filmindeki o meşhur tiradını oynamak ve seyirci için bunu gerçek kılmak. Oyunda benim en sevdiğim kısım da bu diyebilirim. İnsanlar kukla aracılığı ile tirada başladığımda başta gülerek tepki veriyorlar ama sonra tirat ilerledikçe kukla kendini unutturup seyirciyi o tiradın içine çekebiliyor. Bu kuklanın çok iyi oynatılması ile de ilgili tabii. Sessizleşmeye başladığı bir an oluyor seyircinin. Onu yakalayabildiğimde yaptığım şeyin doğru çalıştığını görmüş oluyorum ben de. 

Pınar Arabacı: Binali personasının ilk ortaya çıkışından bahseder misiniz? Bildiğimiz kadarıyla kendi yaşam pratiğinizde de sol görüşlü bir insansınız. Bu politik görüşün, kültürün işlemediğini düşündüğünüz yerleri ile ilgili mizah üretmek nasıl bir şey? Aldığınız olumlu ya da olumsuz eleştiriler neler?

Nazmi Sinan Mıhçı: Binali’nin türkü bar sahneleri ile ilgili ara sıra çok komik tepkiler alıyorum sadece. Çok olumsuz tepkilerle karşılaşmadım. Bazı Dersimliler sadece biz bu kadar Munzur bağımlısı değiliz gibi komik serzenişlerde bulunuyorlar. Bundan da memnun oluyorum, ben bütün bu hallerin abartısı ile mizah yapıyorum o sahnelerde çünkü. Demek ki doğru yerlerin altını çiziyorum. Kendi solculuğumun da ironisini, öz eleştirisini yapıyorum oyunda. Ben 1995 – 2000 yılları arasında İstanbul Üniversite’sinde öğrenciydim. Gerçekten öğrenci hareketinin de çok yoğun olduğu bir dönemdi. Hep bir eylemin içindeydik. Daha kavramların, davanın ne olduğunu içselleştiremeden savunusunda bulmuştuk kendimizi. Bazı kavramları da yaşayarak öğrendik.  O dönemde de hakikaten taklit, aslında eskimiş diyebileceğimiz, günümüz dünyasında pek de çalışmayan solculukla da karşılaştık. Ben de bunların içinde bulundum, anlamını bilmediğim bir sürü cümleyi kullandım gençliğimde. Kendi fikirlerimi edinene kadar düştüğüm hallerin mizahını yapmak istedim orada biraz da. Ben zaten bağlama da çalıyorum. Çok da seviyorum halk müziğini. Alevi kökenli olmamama rağmen birçok Alevi ile iç içe yaşayarak büyüdüm. O kültür de benim kişiliğimi sanatımı çok besledi. Bunun mizahını da yapıyorum tabii ki.

Pınar Arabacı: Dekor ve kostümde tercih ettiğiniz green screen efekti oyuncu olarak sizin görünür olamayışınızın altını çok kuvvetli bir şekilde çiziyor. Bu kadar ünlenmiş karakterlerin yaratıcısı olarak “az ünlü” kalmak size ne hissettiriyor?  Ya da öyle misiniz? Görünür olmak sizin için ne ifade ediyor? 

Nazmi Sinan Mıhçı: Bu kadar emek verdiğim bir şeyin takdir edilip bilinmeye başlanmasından tabii ki çok memnunum. Ama daha evvel de bahsettiğim görünür olmak isteğine gelirsek, asıl hedef bu olduğunda işler o zaman tehlikeli hale geliyor bence. Rolünden çıkamayan oyuncu bana komik geliyor. Oyunculuğa atfedilen kutsal olma durumunu doğru bulmuyorum. Bu şizofren durumlara düşmemek için dikkatli olmak gerekiyor. Oyunculuk da iyi icra edildiğinde parlayan, ego işin içine girdiğinde çok tehlikeli yerlere gidebilen bir meslek benim için. Bir persona ile birazcık ünlü olmak çok güzel bir şeymiş. Hem yaptığım iş görülüyor,  takdir ediliyor, seviliyor ve ben maddi olarak da hayatımı devam ettirebilecek ekonomik düzeye geliyorum hem de o çok ünlü olmanın hiçbir zaafını yaşamıyorum. Kendi özel hayatımı rahatça devam ettirebiliyorum yüzüm çok tanınmadığı için. Senin yerine başka biri ünlü gibi aslında. Dayı Show’a başladığımızda büyük bilboardlar asılmıştı binalara. Orada mesela kendimi görseydim işler çok daha başka mı olurdu bilmiyorum. Tadında ünlü olmak diyelim biz buna, çok keyifli bir şeymiş. Bir Yıldız Batıyor’da öyle olmuyor. Oyunun şöyle bir kehaneti de oldu aslında. Biz bu oyunu yaptığımızda “Dayı” yoktu ortada. 2017 sonu 2018 başında oynamaya başladık. Oyunun ortasında Gökhan Sayın karakteri, Binali tiplemesi ile bir patlama, ünlenme yaşıyor.  Sonra da bunun çelişkisine düşmesi ile devam ediyor hikâye. Hakikaten de bundan dört yıl sonra kadar oyun kendi kehanetini gerçekleştirmiş oldu ve ben “Dayı” ile gerçek hayatta hiç de ummadığım bir yerden başarı yakaladım. “Dayı” ile gerçek hayatta oyundaki gibi bir yarılma, kıskanma durumu yaşamadık tabii. 

Pınar Arabacı: Tasarladığınız kuklalar sizin personalarınızdan çıkan karakterler. Sinan olarak bu karakterleri yaratırken nelerden besleniyorsunuz? Sizin içinizde bunlardan en kuvvetli olanı, kendinize en yakın bulduğunuz veya sizi en çok korkutan, gerçek hayatta asla onun gibi davranamam dediğiniz karakter hangisi? 

Nazmi Sinan Mıhçı: Ben neredeyse yirmi yıldır kukla ile çalışıyorum. Kamera önünde de çok fazla kukla oynattım. Kukla çok iyi oynatıldığında oldukça güçlü bir potansiyele sahip. Eğer doğru oynatmazsanız kukla çekilmez hale gelir. Bu, iyi çalamadığınız bir enstrümanla müzik yapmaya çalışmaya benzer. Kukla, persona yaratmak ve tabuları yıkarak konuşabilmek için mükemmel bir araç. Benim yaptığım komediye ve üreteceğim şeylere çok uygun. Karakterle mesafeme gelecek olursam “Dayı” karakterinin söylediği çoğu şeye asla katılmıyorum. Mesela Star Wars için boş beleş film demesine. “Dayı” büyük bir özetçi. Olayların, durumların başını sonunu atlayıp özünü ortaya koyuyor ve böyle olunca da çok sert olabiliyor söylediği şeyler. Kimseyi kırarım gibi bir derdi yok. Ahlaki değerleri çok önemsemeden ya da bazı gerçekleri korkmadan söyleyebildiği için biz bir sürü alanda söz söyleyebiliyoruz. Binali dersen o da aslında klasik bir Türkiye solu eleştirisi gibi okunabilir. O çok büyük anlamlar yüklenen ama gerçekte inandığı kavramların, savunduğu kavramların temelini içselleştirmeden pratikte uygulamadan atıp tutan bir kesimin mizahını yapıyorum orada. Kendimi tamamen özdeşleştirdiğim veya çok uzak bulduğum karakterler değil hiçbiri ama hepsi bilerek yaratılmış uçlarda dolanan kusurlu tipler. Çok şey biliyormuş gibi ama aslında cahil tiplemeler seçiyorum. Böyle cümleleri kuklaya söyletmenin özgürleştirici bir yanı var. Mesela “Dayı” ile yaptığım Talk Show’da kukla olmadan, Okan Bayülgen’e hele de işe yeni başlamış bir talk show sunucusunun asla söyleyemeyeceği şeyleri söyleme cesaretini bulamazsın. Ama bunları ona kukla personası üzerinden söylediğinde her şey değişiyor. Kukla söyleyince karşı taraf da bunu gülerek göğüsleyebiliyor.

Pınar Arabacı: Üniversite Tiyatrosu geleneği denilince akla gelen en önemli kulüplerden biri olan ÖKM’nin öğrencilerindensiniz. Oyunda da üniversite yıllarınızda yaşadığınız bu tecrübeden de bahsettiğiniz sahneler var. ÖKM’de tiyatro yapmak nasıl bir deneyimdi?

Nazmi Sinan Mıhçı: Ben felsefe bölümü mezunuyum. Felsefeyi de tiyatroya yakın bulduğum için seçtim. Düşünme yapıma çok faydası oldu felsefe okumanın. Tiyatro yaparken ufkumu genişletmiş oldu. Tiyatroyu çok daha iyi anlamama katkısı olduğunu düşünüyorum. Bu sayede işte ÖKM ile de tanışmış oldum. Benim üniversitem ÖKM idi diyebilirim. Bana müthiş donanımlar kazandırdı. Kumpanya olmayı, beraber çalışmayı orada öğrendim. Hocamız Kerem Karaboğa’ydı. Tiyatroyu ondan öğrenmek, onunla deneyimlemek çok keyifliydi. Bu anlamda çok şanslıydım diyebilirim. ÖKM’nin şu anki karakterimde, yaptığım mizahta, sanatımda payı büyüktür. 

Pınar Arabacı: Yazdığınız veya doğaçladığınız metinlerde de felsefe okumuş olmanızın etkisini özellikle son dönemde hem Kukla Kabare programında hem de Bir Yıldız Batıyor’da görüyoruz. Entelektüel olarak seyirciye çok iş düşen bir mizah yapıyorsunuz. Özellikle Z kuşağı tarafından mizahınızın anlaşılmama riski büyük. Son yirmi yılda yaşadığımız gerici kültür politikasını da göz önüne aldığımızda örneğin “patriyarkal oportünizm” gibi şakalarınızla ilgili anlaşılmaz kaygısı duyuyor musunuz? 

Nazmi Sinan Mıhçı: Bir iş yaparken kimin hoşuna gider, hangi yaş grubu sever bunları gözeterek yapmıyorum. Ben kendi sözümü söylemek, yapmak istediğim şeyi yapmak derdindeyim. Özellikle Dayı’da gelen yorumların tersine göre hareket ediyorum çoğu zaman. Klasik, Anadolu dayısı olarak gören çok oldu başlarda yarattığım karakteri. Bunu da kırmak için başka ters köşelere başvurdum ve başarılı da oldu. Dayının felsefe, edebiyat, politika gibi konulardan bahsetmesi; her şey hakkında yarım yamalak da olsa bir fikri olması bu algıyı kırmış oldu. Bir Yıldız Batıyor’a gelirsek, daha genç kuşak geldiğinde bu yaptığım şakaları algılayabiliyorlar mı? Bilemiyorum. Örneğin ÖKM Tiyatro Kulübü’nden bir grup öğrenci gelmişti oyuna. Onlar tabii ki ÖKM ile ilgili şakalara çok güldüler ve çıkışta bana hala aynı şeylerin devam ettiğini söylediler ÖKM’de. Ben de şaşırmıştım hala bunların güncelliğini koruyor oluşuna. Oyunu seyircinin bir yerinden mutlaka yakaladığını düşünüyorum. Evet bu mizahı anlamak için ortak entelektüel birikim gerekli. Ama belki benim orda kullandığım kavramlar sayesinde bu neymiş diye bakıp araştıran da olabilir. Bu da olumlu bir geri dönüştür aslında ve benim için yeterli. Mesela “patriyarkal oportünizm”. Aslında asla yan yana gelmeyecek iki kavram ironisini anlamak için evet haklısınız, bilgi sahibi olmak gerekir. Ama ben bildiğim gibi ilerlemeye devam ediyorum. Kitlesini de bulduğunu görüyorum Bir Yıldız Batıyor’un.

Pınar Arabacı: Oyunda bir türlü istediği biçimde var olamamış her şeyi yarım yamalak yapmış bir insanın hikâyesini anlatıyorsunuz. Özellikle bizim kuşağımızda 70’ler sonu 80’ler başı doğmuş olanların hayatında bu hikayeler çok ortak. Sizce bu jenerasyonun yaşamının böyle şekillenmesinin nedenleri neler? Darbenin hemen öncesi ve darbe sonrası bir kuşak olarak büyümemizin ya da teknolojideki ilerlemenin hızı nedeniyle hep bir arada kalmışlık hissi var. Yaşadığımız kırılmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nazmi Sinan Mıhçı: Gerçekten çok garip bir kuşağız. Pek çok konuda geçiş dönemlerine denk gelmiş, ülke siyasetinde yaşanılan talihsizliklerden, darbeden nasibini almış, çok arada kalmış bir kuşağız. Özellikle gençliğimiz teknolojinin ilerlemesi anlamında ikiye bölündü.  Internetin, cep telefonunun olmadığı bir dönemde de gençtik. Sonra da bunlar birden hayatımıza girdi ve biz hala genç denilen yaş grubundaydık. Çok hızlı ilerledi bu değişim. Hayatımızda o kadar çok yer kapladı ki onlar olmadan ne yapıyormuşuz durumu da yaşamış olduk. Hem gençtik hem de yaşlı gibiydik bu bakımdan. Sanki her şeyi yarım öğrenmişiz gibi hissettiğim zamanlar oluyor. Solculuğu da yarım öğrendik. İlişkilenme biçimlerini de yarım yamalak biliyorduk. Birçok şeyi el yordamıyla deneyimledik. Belki de iyi oldu ama, bu arada kalma hali bizi başka yerlere taşıdı. Başlarda aldığımız eğitim eski bir sistem. Bilgiye ulaşımımız kısıtlıydı. Örneğini de verdim mesela kukla ilgili herhangi bir video, bir kaynak bulabilmek imkânsız gibi bir şeydi. Aynı zamanda da bu yokluk bizi çok meraklı, daha çok okuyan, araştıran bir kuşak yaptı diye düşünüyorum. Bilgiye ulaşmak için gerçekten emek vermemiz gereken yıllardı, belki bu nedenle de bilgi daha kıymetliydi, öğrenme daha kalıcıydı.

Pınar Arabacı: Anlatı tiyatrosu 2000’lerin başından bu yana Türkiye Tiyatrosu içinde ağırlığını giderek arttırmaya başladı. Sizin yaptığınız gibi kişisel hikayelerden yola çıkarak yazılmış metinler ya da edebiyat uyarlamalarını sıkça izleme şansı buluyoruz. Sizce bu değişimin nedenleri neler?

Nazmi Sinan Mıhçı: Ben kendimi oyuncudan ziyade anlatıcı olarak tanımlamayı daha uygun buluyorum. Anlatıyı çok seviyorum. O alanı araştırıyorum, deniyorum. Bir Yıldız Batıyor’u da yaparken bu motivasyonla yapmıştım. Anlatı Tiyatrosu’nda tek kişilik gösterilerin hatırı sayılır bir payı var. Bunda da ekonomik yetersizlikleri baskın sebep olarak analiz edebiliriz. Tiyatro icrası ekonomik olarak o kadar zorlaştı ki. Kumpanya tiyatrosu yapmak çoğu insan için imkânsız hale geldi. Şaşırıyorum ve gıpta ediyorum iki üç kişi bir araya gelip oyun çıkardığı zaman. Ne yazık ki sanatsal kaygıların önüne geçiyor ekonomik kaygılar. Oyuncu olarak var olmaya devam edebilmemin de yolu bazen tek kişilik oyun yapmaktan geçebiliyor. Bunların içinde çok iyi olanları da var. Olmayanlar da var. Bunu yargılayıcı bir yerden söylemiyorum ama neden sonuç ilişkisi durumu bu hale getiriyor ister istemez.

Pınar Arabacı: Sizce Bir Yıldız Batıyor’da Gökhan Sayın, tüm bu zorluklara rağmen neden oyuncu olmaktan vazgeçmiyor ve hayalinin peşinden “sürüklenmeye” devam ediyor?

Nazmi Sinan Mıhçı: Benim hayatım da öyle çünkü. Söyleşinin başında da bahsettiğim gibi Bir Yıldız Batıyor hayatımın özellikle ekonomik olarak çok zorlandığım bir döneminde yaptığım bir işti. Bu meslekten para kazanmak çok az kişiye nasip oluyor. Çalışarak tiyatro yapmaya çabalıyorsun. Asıl işin tiyatro ve oyunculuk olsa da bu böyle, çünkü oyunculuk yaparak yaşamını idare ettirmen mümkün olamıyor. Türkiye oyuncu olarak var olmak için çok zor bir yer. Oyundaki karakter de öyle. Hayatta kalabilmek için, oyuncu olarak var olabilmek için denemediği şey kalmıyor. Sürekli yenilse de yeniden deniyor. Çünkü başka ne yapacağını da bilemiyor aslında. Gökhan karakteri de bilemiyor ben de bilemiyordum başka türlü var olmayı. Türkiye’de o kadar çok yetenekli ve çalışkan oyuncu var ki başaramayıp vazgeçen. Gerçek hayat Ted konuşmalarındaki gibi değil. Çok çalışsanız da hiçbir şey olmayabiliyor. Ortadoğu’da yaşıyoruz ve hayatın gerçekleri çok sert. 

Pınar Arabacı: Yarı otobiyografik bu hikayenin sahnede bir sonu olsa da  bir yandan da hayatta yazılmaya devam ediyor aslında. Geriye dönüp o ilk ÖKM zamanlarınıza baktığınızda o günkü Sinan oyuncu/ sanatçı olarak bugün sektörde geldiği yerden memnun mu?

Nazmi Sinan Mıhçı: Kendi yazdığın, yarattığın çok sevdiğin bir iş ile hayatını idame ettirebilmek, bunun sana başka alanların açılmasında bir anahtar olması, bununla var olabilmek çok güzel bir hismiş.  Bu anlamda çok mutluyum. ÖKM’nin kapısından giren Sinan da şimdiki halinden çok memnun bu nedenle. Ama daha da çok yolum olduğuna inanıyorum. “Dayı” da, Bir Yıldız Batıyor da zirve değil. Çok daha başka şeyler var üretmek istediğim. Umarım onları da gerçekleştirebilirim. 

Pınar Arabacı: Söyleşi için çok teşekkür ederim.

Nazmi Sinan Mıhçı: Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederim.

PINAR ARABACI

 

BİR YILDIZ BATIYOR

Oynayan: Nazmi Sinan Mıhçı

Yönetmen: Orkun Yeşim

Yazan: Evrim Yağbasan, Orkun Yeşim, Nazmi Sinan Mıhçı

Dekor: Tırışka Tasarım

Işık Tasarım: Utku Kara

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku