“İnsan Çağı”: Bu defa başrol bizim!…

Ayçe Özyiğit

Farkında mısınız bilmem ama yok oluyoruz. Bizi öldürüyorlar. Teker teker… Çığlıklarımız yeterli gelmiyor. Hiçbir şey onları alt edemiyor. Birlik olmamız tek çare. Daha çok olmalıyız. Haykırışlarımız daha çok artmalı. Tüm dünyaya karşı.

Tatavla Sahne, “Havadan Sudan Şeyler” adlı sezon oyununda, yaşadığımız yüzyılın en köklü sorununu dile getirerek izleyicisine “Merhaba” dedi: Ekolojik yıkım ve insan eliyle tüketilerek büyük bir yok oluşa doğru hızla giden dünyaya karşı, Tatavla Tiyatro da “Acil Durum” ilan etti.  Türkiye olarak hiç de yabancısı olmadığımız, hatta ve hatta daha da kötü olması için üstümüze düşen payda insanüstü çaba sarf ettiğimiz bir durum bu. Öyle ki, daha bir iki ay öncesine dayanan Kaz Dağları örneğini kesinlikle unutmamışızdır. Bununla birlikte daha nice örnekler sıralayabilirim sizlere: Büyümenin ve gelişmenin bizdeki karşılığı, “çılgın” projeler, rant uğruna her yaz başında kendiliğinden (!) yanan ormanlarımız, kentsel dönüşüm adı altında talan edilen semtlerimiz, ilçelerimiz; bir hastalık gibi büyüyen kentleşme, sanayileşme, nesillerini tükettiğimiz hayvanlar, hava kirliliği, deniz kirliliği, çevre kirliliği… Bunlara sebep olan ise dünya dışı varlıklar değil, bizleriz; kısaca, “insanoğlu”.

Açgözlü, bencil, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, umursamayan; kendi yaşam alanını genişletmek uğruna başkalarını ezen, çiğneyen; çıkarları ve hırsı uğruna hiç düşünmeden başka hayatlara son verebilen insanlar yani. Farkındayım tüm bu yakıştırmalar çok acımasız. Belki bizler asla öyle değiliz. Tüm bunları yapanlar başkaları. Haydi, bir defalığına samimi olalım. Ne yapıyoruz? Ne yapabiliyoruz? Hava kirlenmiş, klavye başına geçip tweet atalım. Kötü olan her duruma dair sosyal medyada bir söylevimiz olsun. Sonra… Sonra kaldığımız yerden aynen devam edelim. Biz üstümüze düşeni yaptık. Gerçek şu ki ve asıl üzücü olan da bu; başkalarında şikâyetçi olduğumuz bu her bir davranış eğiliminin bir kısmını kendi içimizde de barındırıyor oluşumuz. Bizler mükemmel değiliz. İşte bu sebeple düzeltmeye kendi dizimizin dibinden başlamamız lazım.

Bunu diyor Tatavla Sahne. O dalga geçtiğiniz küçük iklim aktivisti Greta Thunberg ve bir sürü çevre bilimci. “Kalkın” diyor. “Silkelenin. Bakın etrafınıza. Mis gibi sandığınız havayı daha bilinçli çekin içinize. Aslında duman soluduğunuzun farkına varın. Öldürdüğünüz her hayvanın, katlettiğiniz her canlının bu doğada bir payı olduğunu bilin. Ve keserken, kesilirken gram içinizin sızlamadığı ağaçlar olmadığı zaman artık çok geç olacağını bir sezin.”

Tatavla Sahne, benim ve belki birçok kişinin favori sahnelerinden birisidir diyebiliriz. Her sezon izlenilesi, ayrıcalıklı ve sahnelerde görmeyi özlediğimiz kaliteli oyunları bizlerle buluşturan Eraslan Sağlam ve ekibine her daim teşekkür borçluyuz. Ve nitekim “İnsan Çağı” da o oyunlarından sadece bir tanesi. Grips Tiyatrosu’nun Volker Ludwig tarafından yazılan “Gök, Toprak, Hava, Deniz” oyun metnini, “İnsan Çağı: Antroposen Ya Da Kapitalosen” adıyla, sahneye taşıyan Eraslan Sağlam, oyunun rejisörlüğünü ve dramaturgisini de üstlenmiş vaziyette. Oyunda Eraslan Sağlam’ın yanı sıra, Tuğba Zehra Sağlam, Arzu Suriçi Kireççi, Meyra Ahsen Temel, Nasmina Tüten, Atahan Keskin, Yiğit Emrah Gümrah, Barış Özkoçak, Emir Taha Sarı, Ömer Gürses, Ege Kılavuz, Pınar Yalım, Mira Öztüfekçi, Batuhan Yunus, Memo Sağlam ve Sunay Gökçepınar yer almakta. Oyunun kostüm tasarımı Ürüncan Keskin’e, dekor tasarımı ise Sırrı Topraktepe’ye ait. Işık tasarımı Kemal Yiğitcan’ın müzikler ise Murat Bavli’nin elinden çıkma.

Oyunun bilimsel danışmanlığını Açık Radyo genel yayın yönetmeni Prof. Dr. Ömer Madra ve Açık Radyo programcısı, gazeteci, yazar Murat Can Tonbil üstleniyor. Oyun çocukların ve yetişkinlerin sıkılmadan birlikte izleyeceği çocuk-erişkin oyunu olmakla da ön plana çıkıyor. Oyunun dikkat çekici diğer bir yanı ise alanında uzman bir ekolojist, oyunu seyircilerle birlikte izliyor ve oyundan sonra yapılacak forumun da konuğu oluyor.

Sahnede ikisini de birlikte gördüğünüzde bir bütünün tamamlandığını hissettiğiniz Eraslan Sağlam ve Tuğba Zehra Sağlam dahil, tüm oyuncu kadrosunun ve arka plan isimlerin çabaları sonucunda, belki de ilk kez müdahale edebileceğimiz bir gerçekle yüz yüze geliyoruz. İzlediğimiz olup bitmiş, gerçekleşmiş bir durum ya da gerçekleşmesi olanaksız bir olay değil. Kimi zaman izlerken “keşke farklı yapılsaymış da sonuç değişseymiş” dediğimiz oyunlardan hiç değil. Yüzümüze vuran çıplak gerçek de bu. Bu durumu sürekli yaşıyoruz. Yaşanıyor ve farklı davranışta bulunmaları istenen karakterler de bizleriz. Farklı davranabiliriz. Değiştirebiliriz!

Oyunda karşılaşacağınız manzara da aslında sizin nasıl bir insan olduğunuzla alakalı. Harekete geçecek ölçüde duyarlı mısınız? Yoksa “elimden bir şey gelmez ki” diyenlerden misiniz? Sahip olduğumuz yaşam alanını kendimiz ve diğer canlılar için bir hurda yığınına dönüştürme çabalarımızın boşa çevrilmediği, kendimize ve etrafımıza “Dur” demediğimiz takdirde hani o gözümüzden bile sakındığımız çocuklarımıza ve olur da yaşayıp görürseniz kendinize armağan edeceğiniz muhteşem dünya, dünyamız yok oluyor. Uzak bir ütopya gibi gelebilir kulağa. Yaşıyoruz, nefes alıp veriyoruz. Vakti gelen ölüyor. Başımıza gelen hastalıklar, yaralanmalar Allah’ın bir takdiri; seller, depremler, afetler yine Allah’ın bizi cezalandırma yöntemi, yani düzen böyle işliyor, hiç değişmedi değişmeyecek; elden bir şey gelmez. (!)

Tabii sizler de haklısınız. Oyunu izlerken ben de “ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz?” diye düşündüm. Karşımızda 10 kişi, 100 kişi, 1000 kişi yok. Milyarlarca insan söz konusu. Milyarlarca vurdumduymaz, milyarlarca “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cı insan. Onlara sözümüzü nasıl dinletebiliriz? Haydi diyelim ki cesaretlenip bizler de bir iki adım atacak olduk. Ama o kadar çoklar ki. Önümüzü kesmezler mi? Seslerimiz kaybolup gitmez mi? Yalnız işin kötü tarafı şu ki, o kirli ip ortalıkta salınıp sadece hak edenleri yakalamayacak. O ipin ucu bir gün mutlaka ellerimize yapışacak. İşte tam bu noktada daha fazla olmalıyız tezini savunuyor oyun. Karşı taraf yakıp yıkarken, talan ederken ne kadar çabuk büyük, fazla olunabiliyorsa, bizler de bir araya gelerek sesimizi duyurabiliriz. Onların büyüklüğü bizleri ufaltmamalı, tam aksine genişletmeli, çoğaltmalı. Çünkü söz konusu durum kaybetme-kazanma kavgası değil. İşin sonunda herkes eşit derecede kaybedecek. Sesini yükseltenler de, dünyanın icabına bakanlar da, oturup sessizce seyre dalanlar da. Yok oluş isyanı çalınsın kulaklarınıza; ya hep beraber, ya hiç.

Nitekim diyor ki oyun bizlere: “Eğer bir şeyi gerçekten isterse insan, düzelir yanlış olan.”

Sizler için sona, Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin 5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle hazırladığı İstanbul Çevre Durum Raporu’nu bırakıyorum:

“Son 15 yıldır ekolojik yıkımın ana merkezlerinden biri haline gelen İstanbul, katil projelerin odağı olmuş durumda. Katil projelerin kıskacındaki su kaynakları ve havzalar yok edilirken, İstanbul‘un ciğerleri olan Kuzey Ormanları orman vasfından çıkarılıp imara açılıyor. Bir yanda suyun tasarruflu kullanılması üzerine nutuk atanlar, İstanbul‘un su ihtiyacının yüzde 20’sinden fazlasını rant projeleri uğruna gözden çıkarıyor. Katil projelerin planlandığı bölgelerde yaşayan halkın temel geçim kaynağı olan tarım ve mera alanları imara açılıp, bölge halkına yaşam alanlarını terk etmek dışında bir seçenek bırakılmıyor. İstanbul hava kirliliği kritik bir noktadayken, katil Kanal İstanbul projesi hem İstanbul’un ciğerlerini yerinden söküyor hem de proje yapımında ortaya çıkacak hafriyatların şehre rüzgârlar ile taşınmasını öngörüyor.

İstanbul’un hava kirliliği karnesinin kötü olduğu kesin olarak ifade ediliyor. Ancak amacı hava kirliliği ölçümü olan istasyonların ölçüm yapmadığı gün sayısının yüksek olması, İstanbul halkının nasıl bir hava soluduğunu bilmemizi dahi engelliyor. Sadece kirlilik limitlerini aşan günlere baktığımızda bile İstanbul‘un havasının solunabilir olmadığı görülüyor.

İstanbul‘un atık sularının neredeyse tamamının arıtıldığını söyleyenler, halkı kandırmaya devam ediyor. Sadece ön arıtmaya tabi tutularak Marmara Denizine verilen atık sular, Marmara Denizi üzerindeki baskıyı inanılmaz derecede artırıyor ve deniz ekosistemini yok ediyor.

İstanbul’da yoğun bir şekilde sanayi kaynaklı toprak kirliliği görülüyor. Çoğu tarım arazisi kara yollarına, apartmanlara, havaalanlarına, alışveriş merkezlerine, sanayi alanlarına ve tesislere dönüştürülüyor ve tesislerin çoğu atıklarını gelişigüzel bir şekilde toprağa bırakıyor.

Kanal İstanbul Projesi, 3. havalimanı projesi, kentsel dönüşüm projeleri ve benzeri yaşamı katledecek mega projelerin ivedilikle durdurulması, iptal edilmesi, bu projelerin tehdidi altında olan Küçükçekmece Lagün Havzasının ekolojik yapısının, biyo çeşitliliğin, yaşam belleğinin korunması, yaşamın sürmesi için zorunluluktur.”

2

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku