Çağdaş Bir Tragedya: “Suç Ve Ceza”

Yavuz Pak
1,8K Okunma

Yavuz Pak

Dünyada İncil’den sonra en çok okunan ikinci kitap olduğu rivayet edilen Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanı, bir cinayeti konu alan son derece sürükleyici bir başyapıttır. Öyle ki, dünyada hiçbir polisiye yazarı bu denli olağanüstü bir katil yaratamamıştır. Dünya üzerinde hiçbir katil ve hiçbir suç bu denli merak uyandırmamıştır, hiçbir cinayet bu kadar tartışılmamıştır. Ortada bir gizem var mıdır peki? Varsa bile katilin değil, suçun gizemidir bu. Berdyaev’in deyişiyle “Bilmeceyi oluşturan Raskolnikov değil, işlediği suçtur.” (1) Dolayısıyla, Suç ve Ceza’yı polisiye bir roman gibi okumak gafletine düşenler, onu bir “klasiğe” dönüştüren felsefi, sosyolojik, psikolojik ve tabii politik özünün fersah fersah ötesine düşerler. Onu bir başyapıt kılan niteliği, yarattığı tartışmaların tüm zamanlara ve coğrafyalara hitap edebilen sarsıcı etkisidir.

Yabancı Sahne, 150 yıldır dillerden düşmeyen çok katmanlı, derinlikli ve bir o kadar çetrefilli bir metin olan “Suç ve Ceza”yı, altı karakter üzerinden ve üç oyuncu ile sahneye uyarlamak gibi zorlu bir işin altına elini sokuyor. Bu aynı zamanda, Dostoyevski’nin ve O’nun dünyasının da sahnede vücut bulması demek; zira romanın kahramanı Raskolnikov ile Dostoyevski arasında ve çok ciddi benzerlikler vardır. Rus edebiyatının zirvede olduğu ve tüm dünyayı etkisi altına alacak büyük toplumsal devrimler arifesinde kaleme alınan “Suç ve Ceza”, 19. asırda, Petersburg’da yaşayan idealist bir gencin başından geçenleri konu alır. Toplumsal değişimin öncüsü tekinsizliğin, tedirginliğin ve belirsizliğin hakim olduğu Rusya’da, Dostoyevski’nin yarattığı yakışıklı, zeki, yoksul, öfkeli hukuk öğrencisi Raskolnikov, yoksulluk, açlık ve her türden toplumsal eşitsizliğin kol gezdiği ülkenin kaderini değiştirmek üzere kendisine tarihsel bir rol biçer. O aklı ve vicdanıyla bir idealist, bir “üstün insan”dır. Bireysel isyanı üzerinden adalet ve eşitliği yaratacak bir toplumsal bir değişimi başlatmak üzere, bütün insani kötülükleri barındıran yaşlı bir tefeci kadını öldürüp parasını çalar. Hukuksal olarak suç işlemiştir ancak toplumsal ideallerinin gerçekleşmesi için önemli bir eylemdir bu. Ardından, Raskolnikov derin bir iç hesaplaşmanın içine düşer ve aklı ile vicdanı arasında sıkışır ruhu. Çaldığı parayı sokakta tanıştığı sarhoş bir adamın ailesi için harcar ve aynı sarhoşun kızı Sonya’ya aşık olur. Dindar biri olan Sonya yoksulluk yüzünden fahişe olmuştur. Raskolnikov bir yandan bu aşkı yaşarken öte yandan peşindeki Savcı Petroviç ile hummalı hukuk felsefesi tartışmalarına girer ve zamanla vicdanına yenik düşerek teslim olur.

Elbette, romanın ve oyunun başkahramanı Raskolnikov sıradan bir suçlu değildir. Cinayeti, kendine özgü toplumsal psikolojik bir deney olarak işler ve edebiyatta realizmin öncülerinden olan Dostoyevski, mükemmel kalemiyle, O’nu yaşadığı coğrafyanın içinden geçtiği toplumsal/düşünsel zeminle buluşturur. 19 asır sonlarında köleliğin kaldırıldığı ve kapsamlı bir toprak reformunun gerçekleştirildiği Rusya’da, Çarlık için çanlar çalmakta, devrimci dalga yükselmektedir. Dostoyevski’nin de vaktiyle peşinden koştuğu sosyalizm ile nihilizm oldukça etkili akımlardır ve çarlık gibi, din, kilise ve tanrı kavramları da sorgulanmaktadır tüm ülkede: “19. yüzyıl Rusya’sının ‘Ecinniler’i, Dostoyevski’nin artık pek sevmediği sosyalistler, nihilistler, öğrenci evlerinde, komünlerde tanrıyla güreşiyorlardı. Özgür gelecek düşleri tanrısız ve çarsız çatılmıştı. Tanrı’nın olmadığı müjdesi yoksul öğrenci evlerinden tüm Rusya’ya yayılıyordu. Rusların önünde hayatın sonsuz seçenekleri vardı artık. Oturup düşünüyorlardı kafa kemiklerini eritinceye kadar. Tanrı yoksa ne yapabilir insan? İşte, Raskolnikov da, Tanrı’nın yokluğunda neler yapabileceğini düşünüyor, bütün bir Rusya gibi Tanrı olmayı istiyordu. Şöhretini iki kadını baltayla öldürdüğü için değil, bütün bir dünyayı harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek bir soruyla başbaşa bırakarak ediniyordu: Tanrı olmadığına göre, insanın birtakım sınırlarla birlikte var olduğuna inanmalı mı?” (2)


19. asır Rusya’sından binlerce yıl önce, politika ile etiğin içiçe geçtiği ve aralarında bugün olduğu gibi bir antagonist bir ilişki değil, diyalektik bir bütünselliğin bulunduğu Antik Yunan’da, filozofların en çok üzerinde durdukları konulardan biri de “insanın sonluluğu ve sınırlılığı” idi. Ölümlü ve fiziksel kapasitesi sınırlı bir varlık olan insanın, bu gerçekliğin bilgisine sahip olarak nasıl yaşayacağı, nasıl mutlu olacağı, felsefenin en temel sorunlarındandı. Sınırlı duyu organlarıyla elde edilen bilginin de sınırlı olacağını savunan Parmenides, insanın hakikate erişmesinin olanaksızlığını savunurken; bu sorunsallaştımanın bir başka veçhesi, sonlu bir varlık olan insanın hayatını hazza, arzularının tatminine harcaması gibi hedonistik çıkarımlar idi. Sistemli felsefenin kurucusu olan büyük büyük dedem Platon, Antik Yunan’da “insanın sınırlılığı ve sonluluğu” üzerinden asırlardır yürütülen tartışmayı, sorunun odağını dinamitleyerek bambaşka bir veçheye taşımıştı. İnsanların sınırlarına, eksiklerine takılıp kalmak yerine onları aşarak özgürleşmeyi; sonluluğu, ölümlü olma halini hayatın merkezine koymak yerine yaşama odaklanarak kendilerini, toplumlarını ve dünyayı değiştirme, dönüştürme faaliyetine odaklanmaları gerektiğini söylemişti Platon. Sadece bu yaklaşımla “sınırı ve sınırları mümkün kılan koşulları” berhava edebilirdi insan.

Vaktiyle, “sınırları zorlayan” ütopik sosyalistlere katılan Dostoyevski Platon’u okumuş mudur bilemeyiz ama hayatında yaşadığı en derin travmanın O’nun ufkunu “sınırladığını” biliyoruz: “Ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubunda politik/felsefi faaliyet yürüten Dostoyevski ve arkadaşları Çar I.Nikolay’ın polisince tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonunda idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü, Semyonov meydanına getirilirler. Saniyeler içerisinde ölüme gönderilecektir Dostoyevski. Tam o anda Çar’ın af mektubu ilahi bir kurtarıcı gibi çıkagelir! Dostoyevski’nin cezası 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgüne çevrilir. Aslında, Sibirya’da yatarken idam edilmemelerine hükmedilmiştir. Ama bu uslanmaz sosyalistlere hiç unutamayacakları bir ders vermek için bu düzmece idam sahnesi hazırlanır. İşte bu travmatik olaydan sonra, Dostoyevski İsa’nın yolunu seçecektir. Belki de bu yüzden Raskolnikov’a da benzer bir yol çizmiştir.” (3) Nitekim, Raskolnikov da sınırları aşmak üzere çıktığı yolda yaratıcısının gazabına uğrar. Dostoyevski, romanın son satırlarında Raskolnikov’un eline bir İncil tutuşturur ve kahramanını “Tanrı-insan İsa”nın yoluna götürerek, acılarının mükâfatı olarak kurtuluşa (!) erdirir.

Bu bağlamda, Yabancı Sahne’nin tercih ettiği son, romandan farklı olmakla birlikte, çok yerinde bir tercih. Dostoyevski için sembolik önemi büyük olan ve romanda Raskolnikov’un ilk karşılaşmalarında Sonya’dan okumasını istediği İncil’in “Lazar’ın dirilişi” bölümünün, oyunun finaline tirad olarak yerleştirilmesi, Dostoyevski’nin felsefesini anlamak açısından önem taşıyor. “Dostoyevski’ye göre iki seçenek vardır insanın karşısında; Yollardan biri Tanrı-insan İsa’ya, ötekiyse insanın kendini tanrılaştırdığı İnsan-Tanrı’ya yönelikti; Tanrı’nın ortadan çekildiği, insanın yeni bir dinsel yaşantıyla karşı karşıya kaldığı” bu durumda İsa’nın yolunu seçmek yeniden dirilmek demektir.” (4) Böylesi bir final, aynı zamanda Raskolnikov’un, Platon’un işaret ettiği kurtuluşa sırtını dönüşünü ifade etmesi açısından önemli. Zira sınırları mümkün kılan, sınır koyan, sınırlara mahkum eden her türden iktidar yapısı, insanın sınırsızlığının ve sonsuzluğunun, özgürlüğünün ve hatta yaşamının düşmanıdır. Raskolnikov, yaratıcısı Dostoyevski’nin izinden giderek, insanlara dogmatik ve keskin sınırlar koyan bir iktidar türevinin, dinin peşinden gitmeyi tercih eder ve kendisini “sınırlara” mahkum ederek trajik “sonunu” hazırlar.

Yabancı Sahne, açılış oyunu olan “Suç ve Ceza” ile, “klasikleşmiş tiyatro ve edebiyat eserlerinin, çağdaş bir dramaturgi ekseninde kurgulanması ilkesini” başarıyla hayata geçiriyor. 700 sayfaya yakın, dünyanın en çetrefilli romanlarından birini, özünü koruyarak ve metnin ruhunu doğru yansıtarak, bir saatlik bir zaman dilimine sığdırıp sahneye aktarmak gibi dramaturjik olarak çok daha çetrefilli bir işi başarıyla kotarıyor. Kuşkusuz, romanı sahneye uyarlayan ve başarılı bir rejiye imza atan Deniz Hamzaoğlu’nun yaratıcı zekâsının payı çok büyük bu başarıda. Hamzaoğlu, metne hizmet etmekle yetinmek yerine onu tahrif etmeden, tematik özüne sadık kalarak kendi sözünü söylemeyi,  metnin dramatik yapısını ve anlam bütünlüğünü gözeterek onu özerk bir tiyatral temsil aracılığıyla yorumlamayı ve nihayet, evrensel bir söylemi inşa etmeyi başarıyor.

Oyunun teknik veçhelerine gelince… Genç oyuncu Yiğit Uçan, Raskolnikov’un tavizsiz idealizmini ve katı rasyonalizmini bedenine sıkı sıkı kuşanıyor. Ancak, özellikle iç hesaplaşmalarını yansıttığı kimi sahnelerde lüzumundan çok yükselen sesi kulak tırmalıyor. Gülay Say, temsil ettikleri sosyal statüleri, düşünsel ve psikolojik yapıları birbirlerinden çok farklı üç kadın karakteri başarıyla sahneye taşırken, mimik ve jestleri ile olduğu kadar beden diliyle de göz dolduruyor. Özellikle final sahnesinde tiradı oldukça etkileyici. Deniz Hamzaoğlu, yeteneği ve deneyimi ile kusursuz bir oyunculuk sergiliyor. Sahici oyunculuğuyla, canlandırdığı karakterlere adeta can veriyor ve oyunun seyir zevkini zirveye taşıyor. Dekoru minimal oyunun. Dostoyevski’nin romanında çizdiği tablo oldukça karanlıktır, ancak bu karanlık içinde yine de bir ışık vardır. Oyunda dekor olarak sadece iki gaz lambası kullanılması, romanın bu yanıyla örtüşmekle kalmıyor, sahne geçişlerini de belirginleştiriyor. Minimalist dekorunun aksine, kostümleri en ince detayına kadar muhteşem tasarlanmış bir oyun “Suç ve Ceza”. Gülay Say, Dostoyevski’nin realist diline upuygun bir tasarımla yarattığı kostümlerde hem dönemin tarzını ve sınıfsal çelişkilerini hem de rol kişilerinin karakteristik özelliklerini başarıyla yansıtıyor.


Raskolnikov’un yoksulluğunu, Marmeladov’un berduşluğunu kıyafetlerinden okurken, Savcı Petroviç’in paltosundaki düğmelere dahi sinen otoriterizmi, Sonya’nın elbisesindeki ince dantellerin anlattığı saflığı ve masumiyeti duyumsayabiliyorsunuz. Alternatif sahnelerde, özellikle klasik yapıtların sahnelenmesinde görmeye pek alışık olmadığımız türden bu özen, ayrıca bir alkışı hak ediyor. Yiğit Güçlü’nün hazırladığı müzik, özellikle çellonun tercih edilmiş olması, oyunun dramatik örgüsüyle pek uyumlu. Sahne geçişlerinde ışığın aksaması kötüydü. Öte yandan, “orta sahne” kullanımıyla Dostoyevski’nin klasisizme karşı aldığı tavır biçem olarak sahnelemeye yansıyor. Aynı tercih, Raskolnikov’un iç dünyasından taşan etik/politik/toplumsal sorgulamaları seyircilerle  yüzyüze gelerek aktarmasını, seyircinin oyuna bu temaslarla dahil edilmesini sağlıyor. Bu anlarda, Rancière göz kırpıyor: “Tiyatro, harekete geçirilecek canlı bedenler önünde hareket halindeki bedenlerin bir eylemi tamamına erdirdikleri yerdir. İzleyenlerin, imgeler tarafından baştan çıkarılmak yerine bir şeyleri sorguladıkları, edilgen dikizciler olmak yerine etkin katılımcılar haline geldikleri bir mekândır.” (5)

“Antik Yunan’da tragedyalar, toplumsal yaşamın farklı veçhelerine içkin sorgulamaları, tartışmaları ve kimi zaman da çözümsüzlükleri ortaya koyarlardı. Tanrılarla insanlar arasındaki ilişkilerin dönüşümü, insan yapısı yasalar ve politik kurumların toplumsal yaşama etkileri gibi konular üzerinden mitolojik olanla tarihsel ve politik olanı kaynaştırırlardı.” (6) Binlerce yıl evvel, polisteki yaşantının belli simgelerle ifade edilen bir dramatizasyonunu ifade eden tragedyaların daveti üzerine, “felsefe” tarih sahnesine inmişti. “Suç ve Ceza”, çağdaş bir tragedya olarak seyircilerini kendilerini, toplumu ve bütün bir yaşamı sorgulamaya davet ederek tiyatral eyleyişi özüne iade ediyor.

Kaynakça:
1- Berdyaev, Nikolay Aleksandroviç. “Dostoyevski”, Adam Yayınları, İstanbul, 1984
2- Carr, Edward Hallett. “Dostoyevski”, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2007
3- 
Carr, Edward Hallett, a.g.e.
4- Berdyaev, Nikolay Aleksandroviç, a.g.e.
5- Rancière, Jacques. “Özgürleşen Seyirci”, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2015
6- Kılan Paksoy, Banu. “Tragedya ve Siyaset”, Mitos Boyut Yayınları, İstanbul, 2011

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku