Mam’art’ın “Üç Eksi Bir” Oyunu Üzerine Söyleşi

Ayçe Özyiğit
4,4K Okunma

“Sevdiğimiz biri hayatımızdan çıktığında bizden eksilen sadece onun varlığı mıdır?
Yoksa giden yanında kendisinden fazlasını götürür mü? 

Üç Eksi Bir her zaman iki eder mi?

Bu sorularla karşılıyor bizi Aynur, kısılıp kaldığı çemberin içinde. O çemberde geçmişiyle yüzleşiyor, eşiyle yüzleşiyor, kaderle yüzleşiyor ama kendisiyle yüzleşemiyor. İnsan en zor kendisini karşısına alırmış. İşte o noktaya geldiğinde, Aynur’un dağılışına tanık oluyoruz.

Oyunda da söylediği gibi, bazı acılar daha büyük oluyor ve hayatın matematiği tek bir doğruyu göstermiyor. Her ne kadar dram yönü ağır bassa da, “Üç Eksi Bir” sizi acının içine gömüp orada öylece bırakmıyor. Acının eşiğine yaklaştığınız anda seyirciyi ustaca oradan çıkarıp nefes alabileceği alanlar açıyor. Devrim Yakut ve Altuğ Görgü o kadar başarılılar ki, sahnedeki gerçeklikten bir an bile şüphe etmiyorsunuz. 

Nermin Yıldırım’ın kaleme aldığı, yönetmenliğini Altuğ Görgü ve Feri Baycu Güler’in birlikte üstlendiği “Üç Eksi Bir” oyununun oyuncuları Devrim Yakut ve Altuğ Görgü, oyunun eş yönetmeni Feri Baycu Güler sorularımızı yanıtladılar…

Ayçe Özyiğit: “Üç Eksi Bir”, Nermin Yıldırım tarafından Mamart Tiyatro için yazılmış bir oyun. Nermin Yıldırım’ın kaleme aldığı oyunda sizi etkileyen neydi?

Devrim Yakut: Feri benimle bir oyun yapmak istiyordu. Birlikte bir sürü oyun okuduk ama bir türlü içimize sinen bir oyuna denk gelemedik. Sonra bir gün Feri, Nermin Yıldırım’ın “Unutma Dersleri” adlı romanıyla “Bu öyküden oyun olur mu acaba?” diyerek bana geldi. Öyküyü okuduk ve çok içimize sindi. Biliyorsunuz, Nermin Barcelona’da yaşıyor ama o sırada Türkiye’deymiş. Nermin’e bir şekilde ulaştık. Nermin, bu hikâyenin oyunlaştırma sürecinin bizi zorlayacağını, fakat ben oynayacaksam bana göre yeni bir oyun yazabileceğini söyledi. Ayrıca, oyun için benim yaşımın çok uygun olmayacağını düşündü. Beni yaşlı buldular. (Gülüşmeler) Biz bu fikir karşısında çok heyecanlandık, hepimiz Nermin’in okuyucusuyduk ama hiçbirimiz Nermin’in ne yazacağını, daha doğrusu oyun yazıp yazamayacağını bilmiyorduk, Nermin de bilmiyordu bunu. Önce bize tek kişilik bir kadın oyunu fikrini sundu. Ben tek kişilik oyun olmasını istemedim, sıkılırım tek başıma sahnede. “O zaman ben bir kapanayım” dedi ve bir buçuk ay sonra bize bu oyunu yolladı. Sıfırdan yazdığı ilk oyun bu. Dolayısıyla üçümüz de risk aldık. Birtakım eksikleri elbette vardı fakat yol boyunca hep birlikte -Nermin de dahil oldu- düzeltmeler yaptık ve bence ortaya tatlı bir şey çıktı.

Feri Baycu Güler: Ben Nermin’in kitaplarını okuduğumda yazı biçimini çok beğenmiştim. Yazdıklarının büyük çoğunluğu bana çok sinematografik geliyordu. Biz o dönem Devrim’le yeni arayışlar içindeydik, yeni yazarlar bakıyorduk. Nermin’in “Unutma Dersleri” kitabından çok etkilendim, özellikle onu tiyatroya çevirmesini istedim. Biliyorsunuz, roman yazarları maalesef her zaman tiyatro edebiyatında o kadar başarılı olamayabiliyor. Çünkü işin içinde başka bir matematik var, ama Nermin bu konuda çok iyiydi. Önce “Bavula Sığmayan” kitabındaki iki öyküden yola çıkacağını söyledi, fakat sonra elimize bambaşka bir hikâye geldi. Biz oyunun okuma sürecinde, dramaturjisini yaparken Nermin’le ilerledik. Bazı yerleri bozup tekrar yapmaya birlikte karar verdik. Nermin’le çalışmak o açıdan çok rahattı. Bizimle çalışmayı kabul eden bir yazar olmasının yanı sıra, metnine hiçbir zaman kutsal kitap muamelesi yapmaması bizim için çok kıymetliydi. Meselâ ben daha önce farklı roman yazarlarının yazdıklarını, bazen denedikleri oyunları okudum. Okurken çok güzel görünüyor ama uyarlama aşamasına geçtiğiniz zaman olmuyor. Tiyatroda farklı bir matematik var. Dinamikleri, dengeleri çok farklı…

Ayçe Özyiğit: Daha oyun yazılmadan kadro yarı yarıya belliymiş. Altuğ Bey siz nasıl dahil oldunuz kadroya?

Altuğ Görgü: Bir gün beni Feri aradı ve bu oyundan bahsederek hem yönetmen hem de oyuncu olarak oyuna dahil olmamı istedi. İkisini aynı anda yapmanın beni zorlayacağını, ama oyunu beraber yönetirsek her anlamda daha eli yüzü düzgün bir iş ortaya çıkacağını dile getirdim. Çünkü benim açımdan içindeyken oyunu kontrol etmek daha zor. Oyunculuğunuzla mı ilgileneceksiniz yoksa sahne kontrolüyle mi ilgileneceksiniz? O yüzden de Feri ile el ele tutuşarak yapmayı kararlaştırdık ve ondan sonra da işin içine girdik. 

Devrim Yakut: Biz Altuğ’la aynı okuldan mezunuz ve ikimiz de birbirimizi dolaylı yoldan tanıyorduk. Bir gün ortak bir arkadaşımız bu oyun için Altuğ’u önerdi. Olabilir diye düşündük ama Altuğ benden daha genç ve sahnede nasıl görünür hiç bilmiyoruz. Nihayetinde karı-kocayı canlandıracağız ve karşımdaki karakterin çok genç bir oyuncu olmaması gerekiyor ama oldu; ikimiz de kır kafa olunca aradaki yaş farkı belli olmuyor. (Gülüşmeler) 

Ayçe Özyiğit: Oyun duygusal yönden oldukça ağır bir oyun. Ve ters köşe yapan bir finali de var. Oynarken zorlandığınız zamanlar oldu mu?

Devrim Yakut: Olmaz mı? Benim çocuğum yok ama Altuğ’un iki çocuğu, Feri’nin de bir kızı var. Sanıyorum onlar için daha zor oldu. Fakat ilk günden beri en büyük hedefimiz duygusal boyutta hep bir frene basmak ve seyirciye bir alan tanımak oldu. Çünkü herkesin çok çabuk dağılacağı bir konu bu… Çok evrensel bir mesele… Oraya özen göstererek yürüdük. Sanırım hasar almadan da çıkmayı başardık ama zor. Sahnedeki bir oyuncu için duyarlılığı yüksek metinleri oynamak çok zor. Allah’tan kısa sürüyor oyun. Benim boynum, sırtım ağrıyor oyun bittiğinde. 

Altuğ Görgü: Aslında elimizde çok ajite bir hikâye var. Sondaki sürprizi bir kenara bırakırsak ilişkide olma hali bu. Bunu illa bir karı koca hikayesi olarak görmek gerekmiyor. Aynı alanı paylaşan herhangi iki kişinin de karşılaşabileceği bir hikâye bu. Çünkü, anlaşma-uzlaşma ya da anlaşamama-uzlaşamama, ego vb. konular hâkim. Bir taraftan kendi hayatını referans ediyorsun, ama biraz önce Devrim’in de sözünü ettiği gibi, işin içinde çocuk meselesi olduğu zaman oradaki duygusal dozu çok iyi ayarlamak gerekiyor. Yoksa oyun çok hastalıklı bir yere de gidebilir. Meselâ hikâyeyi anlatmaktan kaçabileceğiniz gibi, aynı zamanda duyguları sömürebilirsiniz de. Dengede olması çok kıymetliydi. Biz oyunu dengede tuttuğumuzu düşünüyoruz. Bir de oynarken seyircinin finalde neyle karşılaşacağını biliyorsunuz. Tabii ki her oyun bu şekilde oynanır, ama burada ne olacağını bildiğiniz şey çok ciddi bir acı. Acıyı saklamanız gerekiyor ve bu da zor bir duygu.

Ayçe Özyiğit: Nihayetinde travmatik bir oyun sunuyorsunuz ve olumsuz etkilenenler de olabilir.

Devrim Yakut: Tabii ki seyirciyi de düşünmemiz gerekiyor. Birebir olmasa bile benzer bir kayıp yaşamış kişiler olabilir. Çünkü bu oyun yas tutma biçimleri üzerine kurulu. Bana göre yas da kişiye özeldir, tıpkı parmak izi gibi. Herkesin bunu tutma, karşılama ve bunun süresini tayin etme halleri farklıdır. Dolayısıyla, her akşam oyuna gelen, ortalama 150-200 kişinin içinde mutlaka bu tür travmaları olan insanlar var. Az önce sözünü ettiğimiz frene basma gerekliliği o yüzden zaten. Seyirci “yas böyle de tutulabiliyormuş” diyerek ayrılsın salondan istedik. Yoksa acıya yaslanmak işin en kolayı.

Altuğ Görgü: Seyirciyi boğup ağlatarak evine gönderebilirsiniz. Devrim çok marifetli, çok yetenekli bir oyuncu ve müthiş bir balans ayarlıyor sahnenin üzerinde. Hüzne boğulacağınız bir anda, tam acının içinde göbeğinde hissederken sizi oradan çıkararak eğlenceli bir şey anlatmaya başlamak çok önemli. Dolayısıyla birdenbire o acıdan sıyrılıyor insanlar, ama bütüne baktığımızda o bilgi arka planda çalışmaya devam ediyor ve aslında finaldeki kuvveti arttıran şey de bir taraftan bu. Acıyı gösteriyoruz, ama hüzne boğulmalarına izin vermiyoruz ve finalde getirip o büyük acıyı önlerine koyduğumuz zaman daha çarpıcı bir hale dönüşüyor. 

Devrim Yakut: Bizim oradaki mottomuz şu oldu; acı biber yediğinizde ilk an canınız çok yanar ve diliniz uyuşur ya, hiçbir şey hissetmemeye başlarsınız. Ben acıyı da böyle tarif ediyorum. Kendim yaşarken de biraz çalım atarak yaşayanlardanım. Belki de role yaklaşımım da o yüzden böyle oldu. Metin de buna izin verdi. Yani sen ne yaşarsan yaşa, hayat devam ediyor. Annem ölmeden bir sene önce anneannemi kaybetmiştik. Annem hasta olduğu için gidememişti cenazesine. Cenazeden döndüğümüzde annem dedi ki, “Benim karnım acıktı. Bana yemek yapın. Ağladığımız yer ayrı, acıktığımız yer ayrı”. Bu benim kulağımda çok iyi bir cümle olarak kaldı. O yüzden bu metne bakışım hep bu noktadan oldu. Acı var evet, ama hayat nasıl devam edecek? Tabii ki Aynur için şahane bir biçimde devam etmemiş. Aynur başka bir dünyaya evirilmiş. Başka bir çemberin içinde sıkışmış kalmış, ama seyirci bunu anlayana kadar seyirciyi kavrayabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. 

Ayçe Özyiğit: Dekoru gördüğüm an aklıma akrebin hikayesi geldi. Akrebin etrafına ateşten çember yakarsınız da oradan çıkamayacağını anladığında kendisini yok eder ya, Aynur’un yaşadığı da buna benziyor.

Altuğ Görgü: O yüzden de girişi bu şekilde tercih ettik. Tekrar altını çizmekte fayda var; böyle kocaman bir duygu barındıran oyunu oynayıp bir de oyun başlamadan 15 dakika önce seyirciyi orada beklemek çok yorucu bir durum, ama Devrim bu riski aldı ve nefis şekilde idare ediyor orayı. Seyirci geldiğinde aslında kadının sıkışmışlığına şahit olarak başlıyor oyuna. 

Devrim Yakut: Aynur o çemberden asla çıkamıyor. Finalde de çıkamıyor. Önce, her oyuncu gibi ben de dışarıdan gelip sahneye girecektim. Işık alıyorduk ve başlıyorduk. Genel provadan sonra bu durum hoşumuza gitmedi. O şekilde oynadığımızda çizdiğimiz çemberi anlatamıyorduk. Dolayısıyla böylesi daha doğru oldu. 

Ayçe Özyiğit: Altan karakteri aslında Aynur’un iç sesi, vicdanı görevini üstleniyor diye düşündüm ben.

Devrim Yakut: Her şey aslında Aynur’un kafasının, o çemberin içinde geçiyor. Metni ilk okuduğumuz zaman, “belli ki bu kadının akıl sağlığı çok da yerinde değil” diye düşündük. Aynur’u delirmiş birisi gibi oynayabilirdik, fakat reji ve ben özellikle bu şekilde sahnelemeyi tercih ettik. Burada seyirciye gerçek bir ters köşe yapalım istedik. Meselâ metnin orijinalinde finaldeki hatırlamayı sağlayan kişi bir doktordu. Biz onu istemedik. Hepimizin ortak fikri bu kişinin Altan olmasıydı. Eğer orijinali gibi bıraksaydık metnin güzelliğini bozan bir şey olacaktı. Aynı şekilde sahneyi de sadeleştirdik. Bir sürü oyuncak koyabilirdik sahneye. Oysa biz seçtik ve sadece bir tanesini koyduk. Bir sürü oyuncak olsaydı bazı durumları çok önden söyleyecektik. Çok eledik, çok seçtik. İki koltuk, bir etajere kadar eledik. Sadeleşsin istedik. 

Ayçe Özyiğit: Aynur’un öfkesi kime? Kendisine mi, kadere mi yoksa yaşanmışlıklara mı?

Devrim Yakut: Hepsine… Çok sevdiğim bir Kürt atasözü diyor ki; “Keşke’nin ağacı yeşermez.” Aynur’un “keşke” dediği çok durum var. “Keşke gitmeseydim, keşke o festivale çocuğu götürmeseydim, onu zorlamasaydım. O yoldan değil de bu yoldan gitmeyi seçmeseydim…” Aynı durum bizim için de geçerli. Bugün birimize sevdiğimiz birisinin kaybı hakkında bir haber gelse en az 100 tane keşke dediğimiz cümlemiz olacak. En son ne zaman gördüğümüzden başlayıp, en son kurduğumuz cümleye kadar her şeyi düşüneceğiz.  Dolayısıyla Aynur’un keşke demek için o kadar çok donesi var ki. Bir de buradaki kaybın telafisi çok zor. Bunun literatürde bir adı yok. Dolayısıyla Aynur da korkunç bir vicdan muhasebesi ile karşılaşıyor. İşin bu kısmına sosyolojik bakış açısı ile yaklaşıyorum. Dünyada yaşadığımız pek çok problemin altında vicdanına makas değmiş insanlar yatıyor. Bence bir insanın vicdanına makas değmemeli. En büyük ibadet, insanı insan yapan en büyük özellik bana göre vicdandır. Dolayısıyla kendi vicdanıyla, kendi hatalarıyla karşılaşmayı beceren birinin işi çok zor… Bunu ne kadar ötelersen ötele, bir gün onunla karşılaşıyorsun. Aynur aslında bunu yaparak çok büyük bir cesaret gösteriyor. O çemberi kırmak için kendini gerçekten ateşe atıyor. Başaramıyor, o ayrı. Çünkü olan olmuş. Ama şu anda dünyada yaşanan savaşların, yaşadığımız ekonomik krizlerin mimarları, Aynur’un yaşadığının onda biri kadar bir vicdan muhasebesi yaşasa, belki dünya daha güzel bir yer olacak. Çok altta da olsa, oyunun bunu söyleyen bir tarafı var ve beni heyecanlandıran taraflarından biri de bu. 

Ayçe Özyiğit: Peki, Aynur hayatına devam etmiş olmayı mı kabullenemiyor sizce? 

Devrim Yakut: Biraz öyle, biraz da acının pazarlanmış olması gerçeği. Şimdi bu moda, biliyorsunuz, “Merhaba benim travmam var, bunun üzerine bir kitap yazayım. Başıma bir olay geldi, onu film yapayım, olmadı herkese anlatayım.” Bu aslında bizim çaresizliğimiz ve yalnızlığımız. Acı pazarlanabilecek bir şey değil. Zaten bu sebeple kişiye özeldir. Aynur’u en çok delirten cümle hayatın devam ediyor olması. Oyunda da dile getiriyor bunu; “Hayat devam falan etmiyor” diyor. Ediyor da işte, yiyorsun, içiyorsun, uyuyorsun sadece. Yas süreçleri o yüzden gerçekten çok önemli. Ertelenmiş yas sendromu diye bir şey var. “Yasınızı tutun, ertelemeyin” diyor uzmanlar, ama bazı insanlar bu sürecin içinden çıkabiliyor, bazıları çıkamıyor. Dediğim gibi, kişiye özel bir şey bu. Aynur’un hikayesi de böyle, içinden çıkamamış. 

Ayçe Özyiğit: Soruyu spoiler vermeden soracağım ama oyunu seyretmiş olanlar neden bahsettiğimi anlayacaklar. 3-1=2 etmiyor. Ama oyunda daha farklı bir durum söz konusu… Bazı acılar daha tolere edilebilir mi?

Devrim Yakut: Tabii… Meselâ Altan’ın bir lafı var oyunda: “Onun yerine benim ölmemi tercih ederdin.”  Aynı da “Elbette öylesini tercih ederdim” diyor. Bu, babalar için nasıldır bilmiyorum, ama dünyadaki her anne için geçerli olabilir. Elbette insan kimsenin, hiçbir sevdiğinin ölmesini istemez ama bir seçim yapmak zorunda kalırsa, çocuğu yerine kocasının ölmesini ister. İki çocuğu arasında seçim yapması gerekse -Sofi’nin seçimi gibi- işte orası çok berbat bir yer. 

Altuğ Görgü: Burada –oyunda da bahsettiğimiz- şöyle matematiksel bir durum var; çocuklar ebeveynlerinin yasına hazırlanırlar. Çünkü yaş alma açısından bakarsak ölümde bir sıralama var. “Zaten Altan kaç yaşına kadar yaşamış, o ölse ne olur ki? Diğeri daha deneyimsiz, hayatı denememiş, tecrübe etmemiş” diye düşünülür. Bir de senden çıkmış bir evlat söz konusu. Dolayısıyla, burada onu da düşünüyor olmak insanı daha da allak bullak eder gibi geliyor bana. Ben de ölmeyi tercih ederdim şahsen. (Gülüşmeler) Bir de bana göre bu hikâyede eksilen kişi Aynur.

Ayçe Özyiğit: Oyunun sonundaki yüzleşme, kabulleniş, Aynur’u özgür kılıyor mu? Ya da bir kabulleniş var mı Aynur için?

Devrim Yakut: Bence yok. Daha doğrusu, varsa da daha vakti var. Bir travmanın düğümünü çözüyor olmanız, ertesi gün hayatınızın şahane olacağı anlamına gelmiyor. Bence bu bir başarı ölçüsü değil. Ben de bunu çok düşündüm. Tamam, hatırladı ve yüzleşti. Peki, şimdi nereye gidecek? Diyelim ki gitti, ne yaşayacak? Aynur özelinde durum böyle… Benim başıma geliyor olsaydı size bir sürü şey söyleyebilirdim, ama Aynur zaten bunu halledemedi ki. Belki de 41. kere Altan’ı çağırdı ve bu seansı belki de 51. kez yaşadı. Ve bunu her akşam yapıyor. 

Altuğ Görgü: Tıpkı oyunun başında olduğu gibi bir final yapabilirdik, ama tiyatronun doğası gereği seyirciyle birleşip bitirdik hikâyeyi. Yoksa Altan son bir cümle söyleyip giderdi ve Aynur için her şey tekrar başa dönerdi. -Yine o şarkıları dinleyerek orada gezerdi.- Çünkü o bir çemberin içinde öylece sıkışmış kalmış. O yüzden seyirci geldiğinde orada. Giderken de orada olabilir, ama işte tiyatronun doğası buna izin vermiyor.

Ayçe Özyiğit: Seyircini oyuna tepkisi nasıl?

Feri Baycu Güler: Benim içinde olmadığım oyunlarda seyirciyi dinlemek gibi bir huyum var. Meselâ İzmir’de seyirci çok ağlamıştı. Çok yakın bir zamanda benzer bir travma yaşamış bir kadın oyun çıkışı Devrim’e “Bu acıyla tekrar yüzleşmemi sağladınız. Çok şifa oldunuz. Ağladım ve rahatladım” demiş. Bunu çok duyuyoruz, ama diğer tarafı da var tabii. Meselâ benim uzun zamandır tanıdığım, bizim oyunlarımızı da takip eden bir arkadaşım, “Giden insanların çok içleri daralmış Feri…” dedi,. Ama üç gün sonra aynı kişilerin oyunu tekrar izlemek istediklerini dile getirdi. Şunu söylemek istiyorum aslında: İçimiz daralmasın diye hiçbir şey izlememek mümkün değil. Her şeyden önce bu bir oyun. Nasıl ki komedi bir seçenekse, dram yönlü oyunlar da bir seçenek. Biz bunu özel bir tercihle seçmedik, ama neticede bu bir performans. Bir de çok gerçek. 

Devrim Yakut: Ben hep ne düşünürüm biliyor musunuz? Biz cenazelere niye gidiyoruz? Evet, kişiyi yalnız bırakmamak geleneğimizde var, ama bence cenazelerde acı çeken kişiyi gözlemlemek istiyoruz. Kişinin nasıl ayakta kaldığını, o acıyı nasıl çektiğini gözlemliyoruz. Empati yapmaya çalışıyoruz. Bizim başımıza gelse ne olur? Bence bilinçaltımız şöyle diyor: “İyi ki benim başıma gelmedi. Çok şükür benim başımda böyle bir sıkıntı yok.” Kabul etmek gerekir ki, insanın zihni böyle çalışıyor. Yolda kaza yapmış birinin yanından geçerken de bunu düşünüyorsun. Vicdansızlık gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Bunu şu sebeple söylüyorum. Seyirci, ağladığı oyunda da, güldüğü oyunda da durumu kendi üzerinden düünür. Güldüğü oyunlarda bir şapşallık vardır ve “Ben o kadar şapşal değilim” diyerek güler. Kendini onaylar. Ağladığı oyunda da, “Benim başıma gelmedi, çok şükür. Ben hala sağlıklıyım” der ve sağalıp gider. Bu aslında idsel bir durum,  idimizde var bu. Feri’nin verdiği örnekten hareketle söylüyorum bunu. Kişinin çok içi sıkılmış olmasına rağmen ikinci kez gelmek istemesinin altında bir kere daha kendisinden daha acılı birisini görüp, kendi acısını unutma isteği olabilir. İnsan ruhu biraz böyle çalışıyor.  

Ayçe Özyiğit: Oyun seyircilere çok bilindik bir yerden dokunmuş. Size dokunduğu kısım nasıl oldu?

Devrim Yakut: Ben kendimi bıraksam bu oyunu oynayamam. Öyle söyleyeyim size. Bazı anlar burnumun direğini sızlatıyor; çok yüreğime dokunuyor, ama bir taraftan da benim açımdan çok sağaltıcı bir oyun. Gerçekçi bir yerden baktığımızda –yaşımız itibarıyla- muhtemelen hayatımızda yas tutma dönemleri bitmeyecek. Artık ben arkadaşlarımı kaybettiğim yaşlara geldim. Belki de bir gün Aynur’u hatırlayacağım ve o ne yapıyordu diye düşüneceğim. Hiç çocuk sahibi olmamış bir kadın olarak “Acaba çocuk kaybı karşısında ne hissederim?” diyorum. Bu süreçte çok şey izledim, okudum. Dolayısıyla benim için zor oldu. Hele seyirci ağlamaya başlıyorsa daha zor oluyor. Ben ağlayan birisini gördüğümde hiç dayanamıyorum. Biz toplum olarak da biraz bu konuda hassasız. Örneğin bu oyunu İsveç’te oynasak belki reaksiyon o kadar güçlü olmayabilir. Bizde tiyatro seyircisi daha çok kadınlardan oluşuyor ve özellikle biz yaşlardaki kadınlar daha çok etkileniyorlar. Biz de etkileniyoruz. 

Feri Baycu Güler: Aslında, bu oyunu yönetmeyi asla istemedim. Çünkü çok etkilendim. Benim de bir evladım var ve çok rahatsız oldum. Uzak bir noktadan hiç bağ kurmadan okumaya çalıştım. Sonrasında zaten Altuğ’la bir araya geldik, ama ben mümkün mertebe uzak kalmaya çalıştım. Örneğin yaş seçiyoruz, hiçbirimizin hayatında olmayan yaşlar olsun diyoruz. İsim seçerken de keza öyle. Ondan sonra empati kurmanıza gerek yok. Zaten işin kendisi çok büyük bir drama…  Bu işi yapmaya karar verdiğimiz zaman “Böyle bir konusu var, beni etkilemesinden çok korkuyorum, hiçbir şekilde empati kurmak istemiyorum” diye terapistime danışmıştım. Terapistim de, “İyileştiremediğimiz tek acı evlat acısı, bütün acılar toparlıyor kendini, fakat evlat acısı yaşayan aileler sadece hayatı sürdürmeyi sağlayabilmeye çalışıyorlar” demişti. Ben kendi adıma bunun bir oyun olduğunu düşündüm hep, çok içine girmemeye çalıştım.  Aksi takdirde işin içinden çıkamazsınız ki… İzleyen taraf olarak da çıkamazsınız.

Ayçe Özyiğit: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Feri Baycu Güler: Gelin izleyin… Bu işler izlenmek için yapılıyor. Bir de ben seçen seyirciyi seviyorum, ama tabii seçmesi için önce gelip görmesi lazım. Biz çok turne yapıyoruz. İstanbul dışında bir çok şehre çok sık gidiyoruz. Bizim oyunumuz seyirciye kolay ulaşabiliyor. Ben tiyatro seven biri olarak şunu söylemek istiyorum: Bu hakikaten seyirciyle beraber yapılan bir şey. Sadece nicelik değil, nitelik olarak da iyi olan işler çıkarsa ,o zaman seyirci de elemeye başlar. Meselâ şimdi televizyonda da iyi olanı ayıklamaya başladı seyirci. Bunun gibi belki tiyatroda da daha güzel, daha cesur işler yapılabilir diyerek sevgilerimi sunuyorum size. 

Ayçe Özyiğit : Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

Feri Baycu Güler: Biz de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederiz.

AYÇE ÖZYİĞİT

 

ÜÇ EKSİ BİR OYUN TARİHLERİ

10 Mayıs İBB 

14 Mayıs Caddebostan Kültür Merkezi İstanbul

20 Mayıs Devlet Tiyatroları Şinasi Sahnesi (Ankara)

21 Mayıs Panora Sanat Merkezi (Ankara) 

23 Mayıs Kıbrıs

28 Mayıs Trump Kültür ve Gösteri Merkezi

29 Mayıs Baba Sahne

30 Mayıs Küçükçekmece 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku