Bu Dünyadan Macide Tanır Geçti

Pınar Erol

Macide Tanır’ın aramızdan ayrılışının 6. yılında Pınar Erol’un ardından yazdığı yazıyı tekrar paylaşıyoruz.

Dergi’de “Ustalara Saygı” başlığı altında bir dizi röportaja başlayacaktım. İlk isim Macide Tanır olarak belirlendi. Hem onun titizliğini bildiğimden hem de işime duyduğum saygıdan ve korkudan, hakkında geniş bir hazırlık yapmaya başladım. “Tiyatronun Cadısı”nı okudum ilk olarak. Beni öyle bir deryaya götürdü ki okuduklarım, olmaz bir yaşamın, ancak yaşayanı Macide Tanır ise mümkün olacağını gösterdi. Sadece tiyatronun değil, yaşamın da ustası olduğunu gördüm. Samimiyeti, nüktesi, kıvraklığı, açık sözlülüğü, aydınlığı ile yazdığı her şeyi sanki onunla yanıbaşındaymışım gibi yaşadım, öğrendim. Daha kitabın ilk sayfalarında onu sevmeye başladım. Henüz tanışmadan bu ilkeli, dürüst, tutkulu, inançlı, insan delisi, tiyatro aşığı kadınla başka kimseyle kurmadığım bir bağ kurmaya başlamıştım bile. Çok değerli, çok saygıdeğer, çok özel tiyatro insanları tanıdım. Onlara büyük sevgi, büyük hayranlık duydum. Ama hep Macide’yi baştacı ettim. Onu herkesten ayrı tuttum.

Yapacağımız söyleşi için randevu almak üzere aradığımda, “seve seve, içinde tiyatro olan her şeye varım” diyerek karşıladı beni. Biraz aksi olduğunu söylüyorlar. Ben karşımda kalbiyle konuşan birini gördüm. “Aksi”lik dediklerinin de her tür yanlış karşısında anında verdiği tepkiyle dimdik duran ve sözünü esirgemeyen bir yol göstericilik, öğreticilik olduğunu anladım. O yüzden hiç çekinmedim, uyarılarının kıymetini bildim. Onun karşısına geçince kendinize, dilinize, sözcüklerinize, düşüncelerinize, hayatınıza çeki düzen vermek zorundasınızdır. Böylece daha iyi, daha saygın ve daha insan biri olmaya başlarsınız. Onun arkadaşlarından biri olabilmenin armağanıdır bu. Bedeli ve sorumluluğu da aynı oranda büyüktür. Macide Tanır, yaşamınızın vazgeçilmezi, yolunuzu ışıklandıran bir nirengi noktası oluyorsa, onun gibi haysiyetiniz ve gururunuz hep önden gitmelidir.

Bilen bilir, randevu verecekse genelde saat 15:00’i tercih eder. Çünkü geceleri uyku tutmaz onu. Cumhuriyetin kederi, ülkenin durumu, politikası, çarpıklıkları, haksızlıkları onun da kederidir. Duyduğu derin acıdan uyuyamaz. Kendisine gelebilmek ve karşınıza dinç çıkabilmek için zamana ihtiyacı vardır. Yine de sabah erkenden uyanmış, gününü yarılamıştır buluşma saatine kadar. Röportajı bitirip, yanından ayrıldığımda saat 20:00’ye geliyordu. Ben o gün (13.02.2007), o evden ayrılırken, beni hayatına kabul ettiği için ayrıcalıklı bir mutluluk, görkemli bir kıvanç ve minnet duyduğum o özel insanın etkisinden, sevgisinden hiç ayrı kalmayacağımı biliyordum.

Onun tiyatro aşkı ölçüsüzdür. Doktorlar ona, hafızasını tiyatroya kilitlediğini söylemişler. Oyuna ara veriliyor örneğin, bir ay sonra, sahneye çıkacağı gün, sanki kalbi ağzında atıyor heyecandan. Yapamayacağından, repliklerini hatırlayamayacağından korkuyor. Oysa tarih kaydetmedi böyle bir şeyi. Bir sözcük bile aklından uçup gitmedi tüm sanat yaşamı boyunca. Bu onun yolu, başka türlüsü elinden gelmiyor. İlk önce rolüne hamile kalıyor ve içinde basbayağı ikinci biri yaşamaya başlıyor. O kişiyi kaybetmemek için yaşamındaki her şeyi seve seve veriyor. Bunu feda etmek gibi görmüyor; sanki doğalı, olması gerekeni zaten böyleymiş gibi yaşıyor. Oynadığı kadınlar elinden kaçacakmış gibi korkuyor. Onları bırakamıyor. Rolünü kuliste bırakanları anlıyor ancak kendisinin de rolü evine, yüreğine götürenlerden olduğunun kabul edilmesini istiyor. Oyunlarının son sahnelenişinde “o kadınlar”dan ayrılacağı için derin üzüntü yaşıyor. Ayrılamıyor… Kullandığı kostümden küçük kumaş parçaları kesip saklıyor. Siz ondan başka, oynadığı karakteri acaba şimdi ne yapıyordur diye -anlık bile olsa- düşünen, merak eden başka bir oyuncu tanıdınız mı hiç?

“Kural koyacak değilim, estağfurullah, ne haddime! Ama ben tiyatroyu böyle gördüm, böyle yaşadım” diyor. Macide Tanır’ın bellediği tiyatro, abartılı gelebilir meslektaşlarına. “Bu kadarı da çok fazla, delilik bu” diyenler olabilir. Onun tiyatroyu, yaşamındaki her şeyin başına almasını, kendisini unutmasını, rolü çıkarırken, yaratırken yaptığı araştırmayı, düşündüğü detayları, tekst’te yazılanlar kadar yazılmayanların da peşine düşmesini, hiç bilmediği dildeki çeviri hatasını bulup düzeltmesini aşırı bulabilirler. Tiyatroyu meslek değil de, iman olarak görmesini eleştirebilirler. Oysa o kendisinin hafife alınmasından endişe ederek azını anlatmıştır. Bildiklerimiz, “makûl” süzgecinden geçenlerdir. Yıllar önce, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynarken, oyun arasında dinlenmek için eve gidiyor. Rahatsız olmasa zaten tiyatrodan ayrılması söz konusu değildir. Giderken de tiyatrodakilere, onu iki saat sonra uyandırmalarını tembihliyor. Yetinmiyor, uyandırma servisini arıyor. Yine yetinmiyor, başkalarına da tembih ediyor. Eve gittiğinde ise ya uyanamazsam, oyuna geç kalırsam korkusuyla uyumuyor. Soranlara da çok iyi uyuduğunu, dinlendiğini söylüyor ki bir diğer sefere nasılsa uyumuyor  diye tembihlerini dikkate almamazlık etmesinler. Seyirciler için koltukları temizlediği, ovduğu günler oluyor. Ne de olsa tiyatroya, onun evine geliyorlar. Tiyatro için dökülen teri kutsal sayıyor. Bugün bile tiyatroya seyirci olarak giderken aç gidiyor saygısından. Tiyatronun tüm ritüellerini tek tek yaşıyor.

O sene Stanislavski’yi tekrar okuyordu. Acaba benim yaptığım tiyatro doğru muydu, tiyatro aslında nedir diye soruyor, sorguluyordu. Doğrusunu bilmek, öğrenmek istiyordu. Tekrar sahneye çıkıp oynayacağı için değil; tiyatrosuz yapamadığı için.

Söyleşide giydiği bluz farklı renklerini, farklı yerlerde giydiği “Şehnaz Tango” dizisinde canlandırdığı “Rana anne” kostümlerinden biriydi. Yakasında, Atatürk rozeti ve onurla taşıdığı Adelaide Ristori nişanı vardı. Parmaklarında ise dostları tarafından hediye edilen yüzükleri. Özgeçmişinde 1991 yılında Devlet Sanatçısı ünvanı aldığı yazılır. Oysa o halkın sanatçısı olmayı seçti. Mütavazı bir hayatı, ayrıcalıklardan yaralanmadan yaşadı.

Söyleşinin üzerinden 3 yıl geçti. Bu sefer “Sahnede Bir Ömür” başlığı altında tiyatronun ustalarının biyografik belgesellerini yapıyoruz. (Usta, duayen, çınar, efsane… Yüceltmek için kullanılan bu sözcüklerinin hiçbirinden hoşlanmaz; tiyatronun en yaşlısı diyemiyorsunuz da bunları türetiyorsunuz derdi.) Yine ilk isim Macide Tanır. Dedim ya o hep baştaydı benim için. “Sizde akıl yok, niye beni seçtiniz ki? Gidin Hülya Avşar’ın, Seda Sayan’ın belgeselini yapın. Benim reytingim yok” demişti. Bu onun kusuru mu, Türkiye’nin ayıbı mı? İnsan onun müptelası oluyor. Ben de oldum. Yörüngesinden çıkarsam kaybolacağımdan, pusulamı kaybedeceğimdem endişe ettim. Onun dünyasına girmek, kıymetli bir hazine sandığının saçtığı ışıkla kamaşmak yine de bu dolubaşak tarihe sadelikle tanıklık etmekti. Her ziyaretimde ona doymaya, ondan öğrenmeye, ondan onay almaya çalıştım. Kendi sağlamamı onunla yaptım. Onun bana verdiği değerle kendimi değerlendirdim. Bu ziyaretlerde çayı hep kendi demler, servisini de kendi yapardı. Tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışladığı için eşyalarını kullanırken çok dikkatli olurdu. Kırılır da bağışlanacak eşyalardan birisi eksilir korkusuyla porselenlerini çıkarmak istemezdi. İşte o çay saatlerine; doyumsuz sohbetler, çarpıcı hayat dersleri eşlik ederdi. O anlar; zamansız ve yalnız bir tiyatro delisinin bugüne düşen izleriydi. İşimi iyi yapmak için işin öznesini çok sevmem gerektiğini onunla anladım. İşte en büyük korku da o zaman başladı. Onun hayatını kendi süzgecimden geçirerek anlatacaktım. Ya onun gözüyle bakamaz ve onu yeterince anlatamazsam? Şimdi de aynı kaygıyla yazıyorum.

Yine keyifsiz günlerdi… Prof. Dr. Haberal için çok üzülüyordu. Onun durumunu kabullenemiyordu. Ama teslim olmuş bir güçsüzlükle, bezginlikle değil; ülkesini çok seven, Atatürk’ün kızı olmanın duyarlılığı ile aydınlatan bir yürekle, yüreklilikle… Yüksek sesle karşı çıkıyordu… Cümlelerine “ben koyu Atatürkçüyüm” diye başlıyor, inanmadığı yönetimin davetlerine bu cümleleri mazeret gösteriyor, yine aynı cümlelerle onu yağmurlu bir günde aracına davet eden bakanı reddediyordu. Dahası olanca sesiyle “memleket sizin yüzünüzden ne hale geldi, görmüyor musunuz?” diye bağırıyordu. Her yanlışın karşısındaydı.

Uzun bir çekim yaptık. O günlerde gözlerinden rahatsızdı. Gazete, kitap okuyamadığı için ezberinden şiirler okuyordu çekim aralarında. Hiç boş durmayı bilmedi. Biliyorsunuz o başında mücevher taşıyan kadın. Hiçbir teklifi kabul etmeyen, edemeyen… Kendini bir mücevher kutusunda saklar gibi saklayan, sakınan… Ona hem tiyatrodan hem televizyondan hem de sinemadan teklifler geliyordu gelmesine ama o, kendini örseletmeden taşımaya çalışıyordu. Bir proje için senaryo gönderiliyor Macide Hanım’a. Hemen belirtmek gerekir: Hiç kimseyi küçümsemez, herkese insan olarak çok önem verir ama herkesin kendi işini yapmasını ister. Rol dağılımında bir türkücünün ismini görünce bir satırını bile okumaz senaryonun. Kâfi derecede beklediğine inandıktan sonra arar, “kusura bakmayın, ben kendimi bulamadım bu senaryoda, beni düşündüğünüz için teşekkür ederim” der. Çok mutsuzdur, çünkü çok yalnızdır. O yalnızlığın yükü çok ağırdır. Hep mektepli olmayı önemser. Aksi türlüsünü yüreği kaldırmaz. Meslektaşları, okullu olmayanlarla dizim dizim dizilerdedir. “Ben kaldım. Bu kaleyi bekleyen bir tek ben kaldım” der. Bu onun seçiminin sonucudur. Artık o yerde, yıllarıyla, haysiyetiyle başındaki mücevherleriyle oturmayı bilmelidir. Gelişigüzel, orda burada oynama hakkına sahip değildir. Kendi deyimiyle artık çakıltaşları ile beş taş oynayamaz.

“Ağaçlar Ayakta Ölür” oyunuyla İstanbul’a gelirler. Sinemacılar oyunu filme almak ister. Ücret bölümünü kendisinin dolduracağını söylerler. O sırada parasızlıktan etolü satılıktır. Teklifi kabul etmez. Doğurduğum bir çocuğu (karakteri) tekrar doğuramam der. Başka bir sefer, Nazım projesi sunulur. Nazım’ı kimin oynayacağını sorar. Hollywood yıldızları arasından seçileceğini öğrenir. Yine maaş hanesini kendisinin doldurması önerilmiştir. Nazım’ı yabancı biri oynayamaz diye teklifi reddeder. Üzerinden bir buçuk yıl geçer. “Öneriniz üzerine tüm oyuncuları Türklerden seçtik, Nazım’ı da şu oyuncu oynayacak” derler. “O yakışıklı biri ama oyuncu değil” deyip teklifi yine reddedince “ama Macide Hanım çok oldunuz” yanıtını alır.

Belgesel çekimlerinde tam bunları konuşurken telefon çaldı. Çekim durdu. Telefonu Gülhan açıyor. Tesadüfe bakın ki arayan kişi Macide Hanım’a bir dizide rol teklif ediyor. Macide hanım Gülhan’a “buyrun, ben kendisinin sekreteriyim” demesi için ısrar ediyor. Öyle ya, arayanlar hep Macide Hanım’ın sekretaryasını rica etmiyor muydu? Koskoca Macide Tanır telefona kendi bakacak değildi ya. Az mı “oynamıştı” o telefon başında? Gülhan oyunu devam ettiriyor. Biz ne eğleniyoruz, ne gülüyoruz…

Ertesi gün Macide Hanım beni aradı. Çekimler sırasında biraz rahatsızdı, sesi -ona göre- çatallıydı konuşurken. Bu yüzden çekimleri yineleyip yineleyemeyeceğimizi sordu. Onu kırmak çok zor. Ama bütçemiz yok ki yeniden çekelim. “Macide Hanım, izin verin kurgusunu yapayım, izleyin. Yine de beğenmezseniz, tekrar çekeriz” dedim. Çaresiz kapattı telefonu. Sonrası benim için büyük sorumluluktu. Tam da 13 Mayıs 2010 günü (doğum gününde) Gülhan’la kapısındayız. Bizimki de ne cesaret! Ya beğenmezse? Böyle doğumgünü hediyesi olur mu hiç? Macide Hanım belgeseli izlerken, ben de endişeyle onu izledim. Yüreğim ağzımda… Beğendi!

“Tiyatrosuz yaşayamam sandım. Şimdi yaşıyor muyum sanki? Bu Macide’nin bedenini oradan oraya sürüklüyorum. Bunun ne demek olduğunu ne anlamanızı beklerim ne de sizi üzmek isterim” diyor. Tepesindeki Macide’yi konserlere, tiyatrolara, söyleşilere, galalara, çarşamba annelerinin sofrasına sürüklüyor. Her Cumartesi AKM’de yapılan klasik müzik konserlerine gidiyor. AKM yıkılıyor. Ardından mabedim dediği Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıyor. Yenilenen sahneye ayak basmıyor. 2011 Tiyatro Ödülleri kapsamındaki özel teşekkür ödülünü ona veriyoruz. Ödül töreni Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde olduğu için gelmiyor tabii. Teşekkürün gerekçesini okuyunca çok mutlu oluyor. “Genelde sanatçıyı yücelten, abartılı, süslü şeyler yazılır. Siz tamı tamına beni anlatmışsınız” diyor.

Devlet Tiyatroları onun kurumuna gösterdiği sadakâti, inancı ve yetiştirdiği altın seyirciyi dikkate alıp adına bir sahne açar mı bilmem ama Türkan Aktoprak, 23 Mart 2009’da Moda Sanat Tiyatrosu’nda Macide Tanır Sahnesi’ni açınca, “Sevgili Türkan Aktoprak, kendime benzeyen bir tiyatro delisi ile karşılaşmaktan mutluyum” der. İsmini, soyismini helal eder.

Her koşul altında rolünü ve oyunu düşünür çünkü tepesindeki sanatçı Macide onu rahat bırakmaz. Bu yüzden hiçbir şeyi doyasıya yaşayamaz, doya doya hasta bile olamaz. Ancak iki sene önce Şubat ayında hastalanır, nasılsa artık sahnede değildir. Yaşama azmiyle mucizeyi gerçekleştiririr. Yoğun bakımdan çıkamayacağını sananları şaşırtarak önce servise, oradan da evine çıkar. Sonrası hep bu üç mekânın arasında yine dostlarıyla birlikte geçer. Bu sefer hayatına doktorlar, hemşireler  ve hastabakıcılar da girer. Ona gözleri gibi bakarlar. Sanatçı Macide’ye yetişemezler ama insan Macide’yi tanırlar. Şaşırırlar, hayran olurlar. Hastanenin gazete okuyan tek yoğun bakım hastasıdır.

Hiç yalan söylemez, hep bildiğini söyler. Ne seyirciyi ne kendini kandırmayı bir an bile düşünmez. Bu açıksözlülüğü yüzünden cenazeme gelecek bir kişi daha azaldı der hep. Dediği gibi mi oldu emin değilim. Herkesten çok sevgi, çok saygı gördü ama en büyük sevgiyi neyse ki hep o gösterdi kendisine. Herkesten çok o saydı Macide’yi. Tiyatroda her gece anlayan bir kişi var diye oynadı. “Yoksa ben varım” dedi. Kitabı da (Tiyatronun Cadısı) okuyacak bir kişi var diye yazdı. “Yoksa, gene ben varım” dedi. Tiyatrocu doğdu, şımarmadan yaşadı, ünlü olarak öldü. (Bu sözü hastanede kendi bulup bana yazmanı tembihlemişti.) Bir devir kapandı. Ardında ağlamayı aşan acının sessiz alkışlarını bıraktı.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku