Bir Hüzün Prelüdü Ya da “Tuncay Özinel”

Pınar Çekirge

Yalnızlığa tutsak edilmiş eski, unutulmuş bir aktördü Nebil Özsel.  İşsiz ve parasız… Belki de ilk kez doğumgününü tek başına kutlayacaktı. Ne davet edecek kimsesi kalmıştı artık, ne de çağırsa da gelecek. O halde son bir oyun vardı… Oynanması gereken son bir oyun!

“Oyun oynamaya çalıştım hayatla, beceremedim. Oyun! Yaşamdaki en büyük tutkum oyun oynamak oldu hep. Bir tek onu becerebildim zaten. Evet, bunu keyifle söyleyebilirim. Ama ne yazık bu mutluluğu da duyamıyorum. Hem de uzun zamandır. Eski coşkulu seyircinin yerini şimdi sadece gülmek isteyenler aldı. Günümüzün moda müziği ise ‘Seni sevmeyen ölsün.”

Laf aramızda, ufacık bir role bile razı olabilirim bu günlerde. Biliyor musunuz, eskiden hep gerine gerine, ‘ İyi ki, başka iş yapmıyorum. Her işin emekliliği var. Ben emekli olsaydım, hemen ölürdüm’, diyordum. Oysa bizim emekliliğimiz de buymuş. Ufacık bir rol için, ‘Artık yaşlandı oyun çıkaramaz’ diyorlar. Ne hoş, hakkımda şöyle bir takdim olacak bundan sonra ‘ İkinci kademeden emekli aktör Nebil Özsel ‘…”

Aldanıyorsunuz! Ben hala aktörüm ve bir aktör bir Romalı gibidir. (Gidip bir Roma pelerini giyer ve başına yapraklardan bir taç takar) Evet, gerçek bir aktör, bir Romalı’ya benzer. (Bir yüzük takar. Yüzüğün gizli bölmesini açar, içki kadehine boşaltır) Gerçek bir Romalı esir düşmez. (İçki kadehini havaya kaldırır) Nice yıllara! (Kadehi sonuna kadar içer Bir an ayakta kalır, sonra kıvranarak masanın üzerine düşer.Telefon çalmaya başlar. Başını kaldırır. Telefona bakar. Sürünerek telefonun bulunduğu yere gider. Telefon hala çalmaktadır. Elini neredeyse değecek kadar telefona uzatır. Yetişemez, düşer. Perde ısrarla çalan telefonla birlikte yavaş yavaş kapanır. (*)

Tuncay Özinel, ilk profesyonel olduğu Suna Pekuysal – Ergun Köknar Üsküdar Oyuncuları, Küçük Sahne Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, İğneli Fıçı Kabare Tiyatrosu, Tuncay Özinel Tiyatrosu, Aksaray Köşebaşı Tiyatrosu, Altunizade Kültür Merkezi, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, Barış Manço Kültür Merkezi’nde; “İpteki”, “Deliler Boşandı”, “Azizname”, “Ye Kürküm Ye”, “Para Para Para”, “Alma Mazlumun Ahını”, “Nina”, “Sülüman’ın Tosunları”, “Kapıların Dışında”, “Bizim Sınıf”, “Kimdir Kim Bilir ?”,”Don  Cristobica ile Dona Rozita’nın Acıklı Güldürüsü”, “Yüzleşme”, “Hırsızistan”, “Bizim Sınıf ’93”, “Nice Yıllara”, “Padişahım Çok Yaşa”, “Aç Koynunu Ben Geldim”, “İstanbul’da Bugün”, “Ben Büyüyünce İnsan Olacağım”, “Aşkın Gözüne Gözlük” gibi pek çok oyunda görev aldı. Bazılarını yönetti, kimilerini de yazdı.

Dilaver, Hakem Seyfi Dalmaz, Mecbure, Recai olarak gönüllerde taht kurdu. Televizyon dizileri, birkaç sinema filminde; Hadi Çaman ve İlhan Daner ile gazino programlarında yer aldı.Gençler için tiyatro atölyesi kurdu.

Gün oldu turnelerde, oyunları valilik tarafından yasaklandı. “Madem suç işliyoruz, o halde bizi tutuklayın” diye haykırdı. Kendi ifadesiyle, “Oysa her oynadığım rol, her sahneye koyduğum oyun benim bir çocuğum” derdi. Kötü giden turneler, matineler, suareler, kaybedilen paralar, ekonomik sıkıntılar… Hep mücadele. Kan, ter ve gözyaşı.

Gözünde, yüreğindeydi tiyatro sevgisi, konuşurken gördüm bunu. Görmekten öte, yaşarmışcasına hissettim.

“Yarın sabah yeniden başlayacak. Yeni savaşlar kazanacağım. Çünkü yaşam sadece bir savaştan ibaret.”

Gün oldu, bir çift ayakkabı almaya parası çıkışmadığı için, otuz dokuz numara ayaklarına, ayağından çıkmasın diye önüne pamuklar koyduğu Ali Poyrazoğlu’nun kırk iki numara ayakkabılarını giydi. Ama bütün bu yorgunluk ve ekonomik sıkıntılar umurunda değildi. Çünkü mutluydu. Sahnedeydi… Sahnede. Işıkların altında.

Ve yine gün oldu…

“Hiçbir zaman hiçbir seyirci bilmedi bizim, ‘Altı Şahıs Yazarını Arıyor’ için, bizim bir aya yakın süreyle soğukta donarak prova yaptığımızı.Ve bizden önceki kuşakların zaman zaman bir dilim ekmeğe muhtaç olduğunu da hiç bilemedi. Onlar sadece yüksek sahnede parlak ışıklar altında büyüyen oyuncuları hayranlıkla izlediler.”

Hep savaştı… Perde açmak, sahnede olmak için hep savaştı.

“Yıllarca oynadığım Aksaray Köşebaşı Tiyatrosu’nda hiçbir oyuna gala yapmadım. İsteyen gelip izler diye düşündüm. Halk geldi. Bizi yaşattı. Ama önem verilip galalara çağrılmayı bekleyen elit zümre hiç gelmedi.Açıkcası umurumda da olmadılar.”

Keşke birileri bütün bu hayatları baştan başlasa anlatmaya. Farklı bir açıdan ele alsa. Her biri bir roman kahramanı çünkü. Mesela, yazdığı, Selim İleri’nin yönettiği Nice Yıllarada bir efsane yaratmıştı bana göre.

2001 yılında “Tek Kişilik Aile” adlı anı kitabıyla raflarda yerini aldı. O sahneden ötekine koşuyordu…

Ve 23 Kasım 2013 günü, Tuncay Özinel diye, güzeller güzeli bir sanat adamı daha, geçip gitti bu dünyadan.

Gölgeler koyulaşmaya başladı giderek. Sular kararmakta.

Akşamın ilk ışıkları, dakikalardır perdenin kıvrımlarında gezinmekte. Günün minesi neredeyse soldu solacak. Hüzne zincirlenmiş vakitlerden biri daha.

Gelip yanıma oturdu Uşak Firs. Derin bir iç çekti. Ya da bana öyle geldi.

Sustu. Sustum.

Tek şey söylemeden, duygularımızı o an için örtbas etmeye çalışarak, sustuk sadece. Neden sonra:

“Toprak kokuyor burnuma” diye mırıldandı. Gelişigüzel bir şey söylercesine. Telaşsız, sakin.

Yüzüne baktım. Yalnızlığın, dağılmışlığın keskin çizgileriyle kavrulmuştu derisi yıllar içinde. Hep buyurulanları dinlemiş, hep itaat etmişti.

Zorlukla doğrulup, ayağa kalktı. Aksayan ayağıyla kapıya yönelirken dönüp,  yüzüme baktı baktı.

İşte o an, sesi sesime karıştı yeniden:

“Gittiler… Beni unuttular!”

PINAR ÇEKİRGE

 

Kaynakça:

(*) Özinel, Tuncay: ” Nice Yıllara “

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku