“Ahududu” : Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz!

İsmail Cem Özkan

Tiyatrokare’nin “Ahududu” oyununu izlemek için salona girdiğimizde Klasik Türk Musikisi ezgileri karşıladı bizi… Radyoların yaygın olduğu yıllarda dinlediğimiz nostaljik ezgiler eşliğinde yerimizi bulup salondan sahneye doğru bakıyoruz.  Sahneyi dolduran dekor; bir köşkün salonu, salona açılan kapılar, pencereler, masa, koltuklar ve üst kata tırmanan merdiven adeta yıllar öncesinden selamlıyor bizi… Barış Dinçel’in artık markalaşan imzası daha ilk bakışta kendisini gösteriyor sahnede

Oyuna girmeden tanıtım broşürünü okumama alışkanlığım var;  oyunu izleyene kadar o oyun hakkında bir şey okumamaya özen gösteriyorum ve bu sayede belki de “önyargımı” baştan engelliyorum. Çünkü  oyunu izlerken keyif almak ve önyargılardan uzak, özgürce oyunu izlemek istiyorum…

1940’lı, 50’li yıllar…Oyunun atmosferi bizi alıp, on yıllar öncesinin İstanbul’una taşıyor… Dönemi yansıtan oyun, yokluktan çıkmış bir toplumu, uzun yıllar süren savaşların izlerini henüz üzerinden atamamış bir şehri ve ülkeyi yansıtıyor. İstanbul’da Osmanlı döneminin önde gelenlerinin, paşalarının çocukları ve torunları, babalarından/dedelerinden kalma köşklerde yaşamaya ve geçmişin şaşalı günlerinin izlerini gündelik hayatlarında sürdürmeye çalışıyorlar.  Yazarın niyetlerine sadık kalarak kurgulanan mekan, zamanın dönüştürdüğü bir atmosfer ve yaşanılan toplumun nitelikleriyle buluşuyor sahnede.

Hekimoğlu ailesi babadan kalma bir yalıda yaşamaktadır. Evlenmemiş iki kız kardeş,  köşklerinde yaşlanmış iki dünya tatlısı hala; Müşfike (sevecen, şefkatli) ile Mürşide (doğru yolu gösteren) oyunun baş karakterleri.  (İsimlerin seçimi bile oyunun itinayla kurgulanmış olay/zaman örgüsünün kanıtı gibi) İki sevimli hala, Zeki, Halim ve Adnan adlı yeğenlerine bakıyorlar. Kardeşlerden Zeki hafif deli ve çılgın; Adnan gazetecilikle uğraşan ve aynı zamanda tiyatro eleştirileri kaleme alan bir yazar; Halim ise uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen bir canidir.

Bu nostaljik köşk hayatı aslında pek de tekin değildir ve sevimli halalar da göründükleri kadar “şeker” değiller aslında! Müşfike ve Mürşide için sevgi ve şefkatin ne anlama geldiğini oyunun başında irkilerek anlıyoruz: “Ölüm!” Birilerin iyiliğini düşünüyorlar ve  onları öldürüp Çanakkale adını verdikleri bodrum katına gömüyorlar!  Ne tuhaf, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale küresel mezarlık haline gelmiştir. Ve orada ölen askerlerin de iyiliğini birileri düşünmüştü!… (Bodrum katına yüklenen anlam da, en az isimler kadar iyi düşünülmüş.) Oyun ilerledikçe, aileyi saran “delilik” halinin farklı yanlarına tanık oluyoruz.. Bu tanıklık ürpertici değil, aksine eğlendirici… Komedinin gücüyle, cinayetler bizi korkutmak yerine kahkahalara boğuyor ve salon kahkahaya boğuluyor.

Ölüm insana yabancı değildir; elbette yaşamın olduğu her yerde ölüm vardır…Benzer biçimde, cinayet, ölüm evrenseldir, kadim zamanlardan bu yana… Hele hele küresel savaşların yaşandığı dünyamızda, ölüm de sınır tanımadan, türlü biçimlerde insan hayatının bir parçası olmaya devam ediyor. Zamanımızın ruhunda olmayan bir şey sorgulanıyor bu boyutuyla oyunda: “Adalet”!

Kendi küçük dünyalarında ‘birilerin iyiliğini’ düşünenler ve zorunlu olarak arkasında ‘delil bırakmamak’ adına işlenen cinayetler bir bodrumda birleşiyor…Sorular oluşuyor…Kafalar karışıyor… Neden işlenir bu cinayetler? Kendi halinde, sevimli, tonton insanlar başkalarının ölümlerinde ne aramaktadırlar?  Yoksa cinayetler, aile fertlerinin “yalnızlığını” mı yok etmektedir? Belki de, bu nostaljik ve güzel aile portresinin fertleri zamanın ruhuna ayak uyduramamış ve değişen dünya onlar için kocaman bir çöle dönüşmüştür… Belki de bu koca çölde yapayalnızlardır…

“Komedi ciddi bir iştir, şakaya gelmez!”

Kara mizah, bünyesinde “eleştiri” taşır;  sözcüklerin arkasına, karakterlerin yapısına, olayların dokusuna saklanan eleştiri, “Ahududu” gibi  iyi bir sahnelemede seyirciyi sarsmayı başarır.  Balon karikatürler bir saniye sonra unutacağımız esprilerin yerini, oyunun bütünlüğü içinde yansıtılan düşünceler kuşatırken, komedinin ne kadar ciddi ve ne kadar emek isteyen bir iş olduğunu algılıyoruz yeniden.  Örneğin, bence oyunun can alıcı noktası sıradanmış gibi sunulan bir akış içinde veriliyor: Uzun zamandır ailesiyle bağlantısı olmayan ve ülkeye pasaportu olmadığı için kaçak giren Halim, yüzünü değiştirmek zorunda kalmıştır ve bu yüzden estetik ameliyatı olmak durumundadır. Ameliyatı yapacak olan, bu işin simsarlarından biridir ve eve geldiğinde yıllar evvel kan lekesi bıraktığı perdeyi göstererek şunu söyler: Eşyalar insanlardan daha onurlu, çünkü onlar lekelerini yıkanmadıkları sürece üzerlerinde taşır. Ama biz lekeleniyoruz, hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.”

Kardeşlerden Adnan’ın sevgilisiyle yaşadığı platonik aşk zamanın ruhuna uygun bir romantizmle bezenmesi, mahallenin tiyatro eseri yazma heveslisi bekçisi, Zeki’nin zamansız çaldığı borazanın sesi eşliğinde kendisini sürekli bir savaşın içinde sanarak sürekli bakanlar kurulu toplantıları düzenlemesi gibi olay örgüsünü varsıllaştıran unsurlarıyla “kara mizahın” vermiş olduğu olanakları birleştiren metin, Nedim Saban’ın uyarlaması ve rejisiyle oldukça akıcı, seyir zevki yüksek bir oyun çıkıyor. Saban, sıradanlığa düşmeden, her ayrıntıyı inceden inceye işleyerek oyuna adeta yeniden hayat veriyor… Gülmeceyi, işin kolayına kaçmadan, oyunun her sahnesinde ince ince işlerken  seyirciyi neden sonuç ilişkileri üzerine düşünmeye, güldürünün salt eğlence ile sınırlı kalmayıp, insan aklına hitap eden yönünü öne çıkaran dinamiklerini taşıyor rejisine.

Oyunun baş karakterleri, deneyimli ouncular Suna Keskin ve Melek Baykal,  oyun boyunca adeta ustalıklarını konuşturuyorlar. Muhteşem performansları ile sadece seyirciyle değil, diğer oyuncularla kurdukları bağla göz dolduruyorlar. Bu büyük ustalar her zaman takdir görmeli ve alkış eksik edilmemeli!  Çünkü gerçek ustalar sahnede hem oynar hem öğretirler; hem seyirciyi etkilerler hem de birlikte rol aldığı arkadaşlarını. Sadece sahnedekiler ve seyirciler değil elbette bu ustalardan ders alan;  dekor, kostüm, müzik, dans için çalışan koreograf, ustaların öncülüğünde seyirciyle bütünleşerek oldukça başarılı bir ekip işine imza atıyorlar.  Sahnedeki tüm oyuncular rollerinin tadını çıkartıyorlar, ve o tat bizlere ulaşıyor. “Ahududu” oyununda ben en çok bu bütünleşmeyi gördüm, her birinin emeğine sağlık…

Unutmadan.. Oyunun sonunda “ışığın” gücünü ve önemini bir kere daha anladım. Sahne geçişlerindeki zamanlamada inanılmaz bir başarı sergileyen ve büyük bir dikkat ve özenle işini yaparken bize “ışık kumandanın” ne kadar önemli olduğunu hatırlattığı için oyunun ışık ekibine ayrıca teşekkür ediyorum.

Oyun üzerine daha kısa yazmak isterdim. Ancak, sahneden bana yansıyan çok şey olunca, her birini dilendirme isteğimi durduramıyorum… Kelimeler, cümleler, paragraflar birbirini takip ediyor ve ben yazının uzadığını ancak son noktayı koyduğumda fark edebiliyorum. Bu kusurumu da bana çok görmeyin lütfen!

Kahkaha ihtiyacımız var… Hele de bugünlerde ve hele de nitelikli bir kara mizahın sahnede usta oyuncular ve işini iyi yapan bir ekiple buluştuğunda yaşadığımız sevinci yansıtan kahkahaya….

İyi ki bu oyunu izledim, imkanınız varsa ne zaman olursa olsun gidin izleyin… Kahkahanız ve alkışınız bol olacak…

Ahududu

Yazan: Joseph Kesselring

Yönetmen: Nedim Saban

Yard. Yönetmen: Erdinç Doğancı

Dekor: Barış Dinçel

Kostüm: Günnur Çaras

Işık: Yüksel Aymaz

Reji Asistanı: Mustafa Karasu

  1. Kareografi: Murat Turhan

Fotoğraf: Emre Mollaoğlu

Oyuncular: Suna Keskin, Melek Baykal, Nedim Saban, Bülent Seyran, Cem Güler, Ender Gülçiçek, Aysuda Dalgıç, Birol Engeler, Özgür Yetkinoğlu

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku