Temel Demirer yazdı: “Direnen Tiyatro”

Temel Demirer

“Tiyatro bir direnişi yaşıyor.”

Henri Matisse’in, “Bir şey çirkinse gerçekten onu görmüyorsunuzdur,” saptamasındaki üzere “görülmeyen” şeylerin çoğaldığı/ çoğaltıldığı bir duyarsızlaştırma kesitinde, kendini küllerinden yaratma savaşımında tiyatro insan(lık) için yine ve yeniden bir direniş mevzisi…

İster Hacivat/ Karagözlü “gölge oyunları”yla, ister “meddah”lıkla ya da benzeri ne varsa onunla ilişkilendirin; ancak Türkiye’den söz edecekseniz Muhsin Ertuğrul’la “başlamak” zorunda olduğunuz bu hikâyede boylu boyunca insan, siyaset ve hayat vardır…

Tıpkı Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi’nde, oyun yazarı ve Meksika Yazarlar Birliği Başkanı Victor Hugo Rascian Banda’nın dediği gibi: “Tiyatro hareketlendirir, aydınlatır, endişelendirir, rahatsız eder, ruhu yüceltir, ifşa eder, kışkırtır ve gelenekleri ihlâl eder. O, toplumla paylaşılan bir sohbettir. Tiyatro, boşluğa, gölgelere ve suskunluğa, replikleri uçuşturmak, hareketlendirmek, aydınlatmak ve hayatı galeyana getirmek için karşı duran ilk sanattır. 

Tiyatro, yaratıldıkça kendini yok eden, yaşayan bir varlıktır, fakat hep küllerinden yeniden doğar. O, bütün insanların bir şeyler aldığı ve verdiği böylece biçim değiştirdikleri sihirli bir iletişimdir. 

Tiyatro insanlığın varoluş acısını yansıtır ve insanın durumuna açıklık getirir. Tiyatroda, yaratıcılar değil oyunun geçtiği dönemin toplumu konuşur…”

Gerçekten de 27 Mart Dünya 2006 Tiyatro Günü (Türkiye) bildirisini hazırlayan Prof. Dr. Talat Halman, tiyatronun insan varlığının tümünü yansıtan, yaratan, yaşatan sanat olduğunu belirterek, “Sahne seferberliği yaşamsal bir zorunluluktur” vurgusuyla ekler: “Tiyatro ise insanın ta kendisi, bedeniyle ve ruhuyla, maddi, manevi her yönüyle, aklı ve aşkıyla, dili ve duygularıyla, yüzüyle, yaşantılarıyla… Yeryüzünde dramatik diriliş için tiyatro erlerinin harekete geçirilmesi gerekiyor…”

* * * * *

Elbette, öncesiyle Brecht’den, Augusto Boal’in sorunlara çözüm arayışı içinde olan katılımcı tiyatrosuna dek…

Evet, evet Macide Tanır’ın, “Yaşamını tiyatroya endeksleyemezsen ‘tiyatrocu’ değilsindir. Eğer bunu yapamıyorsanız lütfen sahneleri işgal etmeyin,” diye betimlediği tiyatro deyip geçemezsiniz…

Bu konuda “29 Eylül 2005’de Atina Üniversitesi tarafından düzenlenen XXI. Yüzyılda Tiyatro ve Tiyatro Çalışmaları Birinci Uluslararası Konferansı’nın açılış konuşmasında, Tiyatro Bölümü Başkanı Prof. Walter Puchner, ‘Soru sormalıyız’, diyordu. ‘Her zaman tiyatroya ilişkin sorular sormalıyız. Yeni bir yüzyılın ve tiyatroda yeni bir dönemin başındayız. Cevapları bilmiyor olabiliriz, ama sorularımızı dikkatle oluşturmalıyız ki zaman içinde cevapları da bulabilelim. Doğru soruyu sormak onu cevaplamaktan çok daha zordur’…”

“Almanya’da, Bayreuth Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü olan Dr. Erika Fischer-Lichte, 1990 yılında yayımlanan ve bilim çevrelerinde büyük yankı uyandıran ‘Drama’nın Tarihi-Antikçağdan Günümüze Tiyatroda Kimliğin Evreleri’ başlıklı iki ciltlik eserinde tiyatroyu, başlangıcından günümüze uzanan süreci içersinde toplumların kimlik arayışlarıyla hesaplaşan bir tür olarak ele alır. 

Eserinin hemen başında, tiyatronun, seyirci kitlesinin varlığından ötürü, hem bir toplumsal kurum, hem de bir sanatsal biçim niteliğini taşıdığını belirten yazar, tiyatronun toplumsal kurum niteliğinin başkaca her toplumsal kurumdan çok farklı olduğunu vurguladıktan sonra, şöyle devam eder: ‘Tiyatroda sadece toplumun üyelerinin oyuncular ve seyirciler diye ikiye ayrılması söz konusu değildir. Bu sanatsal kurumda toplum da, üyelerin toplamını temsilen bedensel ve dilsel eylemleriyle bir şeyleri betimleyenler ve yine söz konusu bütünü temsilen onları seyredenler diye ikiye ayrılır. -Her iki gruba girenler, tiyatro mekânındaki bedensel varlıklarıyla- bir bölümü eylemde bulunan, öteki bölümü de seyreden kimlikleriyle- hep toplumun üyelerinin bütününü temsil ederler.’ 

Erika Fischer- Lichte, açıklamalarının bu noktasında tiyatro-toplum ilişkisi bakımından şu temel nitelikteki sonuca varır: ‘Demek ki tiyatroda toplum, aslında kendi kendisini eylemde bulunurkenki hâliyle seyretmektedir. Bu olayı gözümüzde somutlaştırmanın belki de en iyi yolu, toplumu bir kişi varsaymaktır: Bu kişi, eylemde bulunan olarak aynı zamanda kendi kendisinin yanında durmakta, tüm söylediklerini ve yaptıklarını yine kendisi olarak izlemektedir. O, eylemde bulunan olarak bir eylemin içersindedir, seyirci olarak ise o eylemle arasına belli bir mesafe koyar. – Bireyin bu kendisiyle ilişki kurma, arasına mesafe koyma yetisi, conditio humana’nın (insanlık durumunun) ta kendisidir. İnsan, bir başkası üzerinden veya aracılığıyla kendi kendisiyle ilişki kurmaktadır. Aynada kendisine bir başkası olarak ya da başkasının aynasında bakarak kendi hakkında bir fikre varmaktadır… 

Tiyatroda oyuncular, seyircilere kendi resimlerini bir başkası diye yansıtan bir ayna işlevini yerine getirirler. Seyirciler de kendi açılarından bu resmi yansıtma yoluyla kendi kendileriyle bir ilişkiye girmiş olurlar. Oyuncuların eylemleri ve oynadıkları roller aracılığıyla sahnelenen bakış açıları ve nedenler, toplumun temsilcileri ve üyeleri olmalarından ötürü seyirciler için temel önem taşır. Bu bakımdan tiyatro, bir toplumun kendi kendisini betimleme ve yansıtma eylemi olarak anlaşılmalıdır’…”

Bu konuda diyeceklerimizi Münir Özkul’un, “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”ndaki o ölümsüz tiradıyla noktalayalım: “Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş sada olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız… Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı hâlinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır durur sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde…”

Şimdi burada durup, “Yaşamlarını tiyatro için, tiyatroyla birlikte ve hep tiyatro içinde düşünmeleri ve sürdürmeleri” konusunda bir örnek olan Muhsin Ertuğrul’a, “Değerli Hocam (Muhsin Ertuğrul), ‘bugün’, ‘bu saat’, ‘bu an’ memleketimizi baştan başa saran şey, tiyatro sevgisi, sanat aşkı, hatta memleket davası değil, şöhret ve para sevgisi, hatta kara sevdası… Tiyatro da, sinema da, televizyon da, hatta daha komiğini söyleyim Hocam, kitap yazmak da, roman yazmak da kendi içinde bir amaç değil artık,” diye haykıran “şikayet”in doğru olduğunun altı özenle çizilmek zorundadır…

Herşeyin medyatikleştirilip, insana ait özünün boşaltılarak “sınırsız” bir yabancılaşmaya tahvil edildiği verili koordinatlarda Murat Bölük’ün, “Günümüzde televizyon, kitlesel iletişimin en önemli silahı konumundadır. İnsanlar onun sayesinde bilemedikleri, göremedikleri dünyaları kavrama fırsatı bulur. Kuşkusuz televizyon bir bilgi aktarıcı olduğu kadar, eğlence görevini de üstlenen sihirli bir kutudur. 

Buraya kadar her şey normal, fakat işin bir de ticari yönü var. Televizyon kanalları çarklarını döndürebilmek için program aralarına reklam alırlar. Bu bilinen bir şey ancak, televizyoncu amcalar bu aralar dara düşmüş olacaklar ki televizyonlarımızda reklam izlemekten program yüzü göremez olduk. Eskiden takip ettiğimiz film yıldızları, dizi oyuncuları vardı. Şimdi ise reklam yıldızlarını izliyoruz…”

Noel Coward’ın, “Televizyon çıkmak içindir, izlemek için değil…” 

Bruno Bettelheim’ın, “Günün çoğunu TV ekranından yönetilen o sıcacık sözlü iletişime kulak kabartmaya ya da TV yıldızı olarak nitelendirilen kişilerin duygusal davranışlarını izlemeye koşullandırılmış çocuklar, gerçek yaşamda başarı kazanamazlar; çevrelerinde o yıldızlar gibi ilgi göremezler çünkü. Daha da kötüsü, gerçek dünyadan öğrenmeleri gerekeni öğrenemezler, bu yeteneklerini zamanla yitirirler; yaşam, ekrandaki yaşamdan çok daha karmaşıktır. En sonda da biri çıkagelip her şeyi açıklamaz. ‘TV çocuğu’ karşılaştığı olayların anlamlarını kavramakta zorlanır, umutsuzluğa kapılır. Bu sorun zamanında giderilemezse, çocukta TV karşısında başlayan ‘anneden duygusal kopma’ başka boyutlara ulaşır. TV’nin yarattığı asıl tehlike budur: İnsanın edilgenliğe yönelmesi ve tek başına yaşamla karşı karşıya kalamama korkusunun yerleşmesi…” dediği kara medya gerçeği tiyatroyu da etkilemiştir…

Medya kuşatması yanında AKP’nin saldırısına da maruz kalan tiyatro, tüm sıkıntı ve sorunlarıyla birlikte şimdi bir isyan eşiğindedir…

Küresel çapta yeniden yükselmeye başlayan halk muhalefeti, tiyatroya eski(meyen) o müthiş rolünü yeniden iade etmek üzeredir…

Bu eşikte şimdi yeniden eski(meyen) defterleri kurcalama zamanıdır…

*****

Örneğin, “Dünyada tam mutluluk yoktur; her mutluluk kendi içinde bir zehir taşır veya dışarıdan gelen zehirle zehirlenmiştir,” diyen Anton Çehov’u…

“1860’da Rusya’nın Taganrog kentinde dünyaya gelen Anton Çehov, 15 Temmuz 1904’te hayata gözlerini yumduğunda arkasında yüzlerce öykü ve tiyatro dünyasını derinden etkileyecek oyunlar bırakmıştı. 

Anton, çok da başarılı bir tüccar olmayan babasının dine duyduğu büyük bağlılıktan diğer kardeşleri gibi nasibini aldı. Otoriter, çocuklarıyla ilişkisi sorunlu ve sert bir baba olan Pavel Çehov, çocuklarını sıkı bir din eğitimine tâbi tutuyor, kilise korolarına yazdırıyordu. Küçük Anton’un hayatı da; ilahiler, ibadet, bakkalın işleri ve okul arasında sıkışıp kalmıştı. Özellikle Pavel’in, Anton’u bakkalı sürdürecek isim olarak belirlemesi ve kendisini sürekli bu yönde çalıştırması, Anton’un lise yıllarının uzamasına, okulu bir türlü bitirememesine yol açtı. Babası iflas edip, alacaklılardan kaçmak için Moskova’ya taşınırken, Anton, kardeşi Ivan’la birlikte Taganrog’da eğitimini tamamlamak üzere kaldı ve liseye devam etti. 

Anton, bu üç yıllık dönemde oldukça sıkıntılı günler geçirdi. Ne var ki, onu yazı dünyasına iten, tam da bu yalnızlık hâli oldu. On altı yaşındaki Çehov, özellikle babasının baskısından kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, sosyal hayata daha çok karışmaya başladı; zamanını okumaya-yazmaya ayırabiliyordu. 

Çehov, 1879’da liseyi bitirince Moskova’ya ailesinin yanına gitti. Burada Tıp Fakültesi’ne girdi. Yazma tutkusu gün geçtikçe artıyor, ara vermeden yazıyordu. 1880’de ‘Kızböceği’ adlı ilk öyküsü bir mizah dergisinde yayımlandı. Zamanla, öyküleri çeşitli mizah dergilerinde yayımlanmaya, hatta aldığı teliflerle aile bütçesine de katkıda bulunmaya başlamıştı. Ancak yazdıklarından o kadar da mutlu değildi: Mizah dışında pek de bir şey yazamıyor, bazı yazıları sansürleniyordu. Yine de para için bu durumlara katlanmak zorunda kalıyordu. Her şeye rağmen bu dönemde kaleme aldığı eserler arasından yaptığı bir seçmeden oluşturduğu ilk kitabı Melborne’ün Masalları, üniversiteyi bitirdiği yıl yayımlandı (1884). Yazmak ve doktorluk arasında şöyle bir bağlantı kuruyordu Çehov: ‘Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsin, ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten, benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok!’. 

Bu arada birer perdelik kısa komediler yazmaya da başlayan Çehov’un ilk büyük tiyatro oyunu ‘Ivanov’, Moskova’daki Korch tiyatrosunda 1887’de sahnelendi. Bilinen bir yazar olmayı ise 1888’de yazdığı ‘Bozkır’ adlı uzun öyküsüyle sağladı. ‘Alacakaranlıkta’ ise Puşkin Ödülü’ne layık görüldü. Artık sadece mizah dergilerinin değil, edebiyat dergilerinin de aradığı bir isim olmuştu. Çehov’la birlikte Rusya, öyküyü yeniden keşfetmiş gibiydi. Ne var ki genç yazara özellikle ‘politik bilinçten yoksun olduğu’ yönünde eleştiriler gelmeye başladı. 1890’da kürek mahkûmlarının bulunduğu Sahalin Adası’na bir gezi yapan Çehov, geziyle ilgili izlenimlerini daha sonra Sahalin Adası kitabında topladı. 

1892’de ailesiyle birlikte daha önce satın aldığı, Moskova yakınlarındaki Melikhovo köyündeki çiftliğe yerleşti. Burada kendini sadece yazmaya verdi. Melikovo’da geçirdiği beş yıl, son derece verimli oldu: 1892’de ‘Ağustos Böceği’ ve ‘6 Numaralı Koğuş’, 1896’da da ‘Çardaklı Ev ya da Bir Ressamın Öyküsü’ adlı öykülerini yayımladı. ‘Martı’ adlı oyunu ise yine 1896’da, ‘konuşma ve ruhsal havanın eylem ve olaylara ağır basması nedeniyle’ St. Petersburg Aleksandrinskiy Tiyatrosu’ndan geri dönüp, başarısızlığa uğrayınca, hayal kırıklığına uğradı. 

Yakalandığı verem, hayatını zorlaştırsa da Çehov üretmeye devam etti. Bu dönemde köylülere yardım için düzenlenen eylemlere katıldı, Fransa’ya giderek Dreyfus davasında Zola’yı destekledi (1897). Sağlık sorunları ağırlaşınca, 1899’da Yalta’ya yerleşmeye karar verdi. Birçok ünlü ismin ve sanatçı/yazar adayının uğrak mekânı hâline gelen evinde özellikle genç yazar Maksim Gorki ile yakından ilgilendi: 1902’de Gorki, Rus Bilimler Akademisi’ne üyeliği siyasi nedenlerle kabul edilmeyince, o da akademiden istifa etti. Aynı dönem, fikirlerinden de çok etkilendiği Tolstoy’la da arkadaşlığını ilerlettiği dönem oldu. Bazı dostlarının Moskova’da bir tiyatro kurmaları üzerine, oyunlarını onlara verdi. Özellikle daha önce reddedilen ‘Martı’, burada büyük başarı kazanarak, Rusya’da tiyatroya bakışı değişmesine yol açtı. 

Hayatının son döneminde oyun yazmaya ağrılık veren Çehov, ‘Vanya Dayı’ (1897), ‘Üç Kız Kardeş’ (1900), ‘Vişne Bahçesi’ (1903) gibi büyük oyunlarını da art arda bitirdi. 1904’ün başında ‘Vişne Bahçesi’nin sahnelenip büyük başarı kazanmasının ardından sağlığı iyice kötüleşti. Eşiyle birlikte Almanya’nın güneyindeki Badenweiler’de bir sağlık yurduna giden Çehov, burada hayata gözlerini yumdu. Italo Calvino’nun deyimiyle ‘Okuruna söyleyeceklerinin tümünü hiçbir zaman tüketmemiş bir yazar’ olan Çehov, şiirsel anlatımını gerçekçiliğe ustalıkla yedirebilmiş, çizdiği karakterlerin psikolojilerini çok iyi ortaya koymayı başarmış bir yazardı. 

Devrim öncesi Rusyası’nda yaşanan taşra/şehir gerilimini ve bunun bireyler üzerindeki etkilerini açıklıkla ortaya koymayı başaran Çehov, buna bağlı olarak eski ve yeni arasında sıkışmışlığı da gözler önüne serer. Eserlerini tarif ederken, ‘Her şey basit olmalıdır, tümüyle basit’ diyen Çehov’un sergilediği de aslında insanın ‘en yalın’ hâlleridir…”

Yine hatırlatmakta yarar var: Anton Çehov’un sırrı “Her şey basit olmalıdır”cümlesinde yatar…

* * * * *

Sonra Carlos Fuentes’in “Bizi gerçekliği aldatmaca olarak algılamaya -dönüşümden sonraki ikinci silahı budur- ve yazarın yapıtı boyunca olağandışı sonuçlar yaratacak şekilde kullandığı tuhaflık, yabancılık duygusuyla dürtülerek uyanmaya çağırır,” diye betimlediği Nikolay Gogol…

“Ölü Canlar”… “Mayıs Gecesi”… “Müfettiş”… Ve “Bir Delinin Hatıra Defteri” deyince onu anımsamamak mümkün mü?

“Gogol’ün anlatılanlarında insanı yalnızlaştıran, sığındığı yerden çıkaran ironide; gülümserken düşündüren, zaman zaman sizi öfkeye boğan, ‘Bu kadarı da olmaz’ dedirten bir bakışla yüzleşirsiniz. 

Gogol’ün anlatısının asıl dönüşüm noktası da budur işte. 

Roman ve öykülerinde beliren ‘halk yaşamı’ndan kesitlerde eleştirel olurken insanın iç dünyasına bakmayı öncelediği anlatılarında humoru elden bırakmaz. 

İnsanı, çatışma odağındaki durumlarda anlatır. Oradan topluma, onun içsel gerçekliğine yönelir…”

* * * * *

Ve Nobel dahil birçok ödül kazanan Harold Pinter… 

O; “29 Allah’ın cezası oyun yazdım, yetmez mi?” sorusuyla ekler: “Oyuncuların ve seyircilerin zaman içinde belli bir anı paylaşmaları gerçeği, sahne ve sahne ile salon arasında geçen hayatın yoğunluğu başka hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla evet, tiyatro için hâlâ inancım var…”

Görmezden gelinemez: Pinter’in oyunları “bir siyasal bilinçlenme çağrısıdır”…

Gerçekten de “Harold Pinter, son 50 yılda oyun yazarlığını yeniden biçimlendirdi: Güncel diyaloglardan bir şiir yaratmıştı. Bellekleri tazelemiş, ama aynı zamanda belleği sorgulamaktan hiç vazgeçmemişti. Oyun kişilerini ve olayları açık uçlu bırakarak izleyiciye yorum özgürlüğü sağlamıştı. Bir başka deyişle, izleyiciye farklı okuma katmanları sunuyordu. Ancak bu ‘tiyatrocu şairin’ yaşamı ve eserleri haksızlığa karşı ahlâki bir öfkeyle bilenmişti ve karşı duruşu eşsiz bir örnekti…”

* * * * *

Ve “bize” dönersek, Haldun Taner…

“Tohumlarını attığı İÜ Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü”nden başka kabare tiyatrosunun da kurucusu olan Taner, 1915 yılında İstanbul’da doğdu. 1935 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Sonrasında ise Almanya’ya gitti, Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Orda ağır bir tüberküloza yakalandı ve Türkiye’ye geri döndü. 

1938-42 yılları arasında nekahat dönemi yaşadı. 1950 yılından sonra ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde, Gazetecilik Enstitüsü’nde, 1968 yılında kurduğu LLC Tiyatro okulunda binlerce öğrenci yetiştirdi. Tercüman gazetesinde sanat ve kültür yazıları, fıkralar yazdı. Pazar sohbetlerini 1976 ve 1986 yılları arasında Milliyet gazetesinde sürdürdü. 

İlk hikâyesi olan ‘Töhmet’, 1946 yılında Haldun Yağcıoğlu takma adıyla Yedigün dergisinde yayımlandı. 1953 yılında, New York Herald Tribune gazetesinin düzenlediği uluslararası hikâye yarışmasında ‘Şişliye Yağmur Yağıyordu’ hikâyesiyle Türkiye birincisi oldu. 1955 yılında On İkiye Bir Var adlı kitabıyla da Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. 

Hikâye yazarlığından sonra oyun yazarlığına yöneldi. Bu dönemlerde yazdığı oyunlar oldukça ilgi gördü. Kabare tiyatrosu konusunda ilk örnekleri o verdi. 1967 yılında Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Ahmet Gülhan’la birlikte Türk tiyatrosunun ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. Bütün oyunları yüzlerce defa sahnelendi. 1969 yılında Münir Özkul’la birlikte Bizim Tiyatro’yu kurdu. Yazdığı ‘Keşanlı Ali Destanı’, Türkiye’de olduğu gibi diğer ülkelerde de ilgi gördü. Günümüzde usta sayılan birçok tiyatro adamını yetiştirdi. Taner’in edebiyatla, tiyatroyla geçen ömrü 7 Mayıs 1986 tarihinde İstanbul’da “son” buldu…

O yani “Taner, gerek hikâyelerinde gerek oyun ve fıkralarında eleştiri mekanizmasını mizahla bütünleştirerek kullanır. Sıradan gibi görünen hayatların içine girer. Herkesin hikâyesinin iyi işlendiğinde ilginç olabileceğini gösterir. Hikâyelerinde oldukça insancıldır. Kişilerine karşı merhametlidir. Sanki yolculuktan dönmüştür ve size anlatacakları vardır…”

“Taner’in oyunlarında üç karşıtlık söz konusuydu. Bunlar ‘gerçek ve istek’, ‘eski ve yeni’, ‘ezen ve ezilen’ şeklindeki çatışkılardı…”

Ve nihayet “Taner’in, ince mizahının, insan sevgisinin, çelebi zekâsının ürünü olan hikâyelerle oyunlar hâlen bizimle birliktedir…”

* * * * *

Ve çok erken yitirdiğimiz Erkan Yücel…

“12 Mart’ın ‘apoletli kâbusu’ tüm ülkenin üzerine çökmüştü. Gözaltılardan, işkenceli sorgulardan, toplu infazlardan geçen bir korku tüneli açılmıştır koca ülkede. İşte o günlerin karanlığına inat kararını verir: ‘Hitler Rejimi’nin Korku ve Sefaleti’ni oynayacağız.’ Asuman Çiyiltepe, ‘Yasak değil mi bu oyun?’ diye sorar. ‘Üç oyun da olsa oynayacağız’ der, ‘Bu, bizim sorumluluğumuz.’ Yılmaz Onay’a göre bu oyun 12 Martçıları açmaza sokmaktadır: ‘Eğer oyun yasaklanırsa bu 12 Mart yönetiminin ‘Ben faşistim’ itirafnamesi olacaktır.’ En fazla altı oyun dayanır muhtıracılar ve oyunu yasaklar. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun yöneticisi Erkan Yücel’i de içeri atarlar…”

Çok ama pek çok erken yitirdik O’nu…

Evet “1985’de bir trafik kazasında yitirdik Erkan Yücel’i…

O bir umut ve neşe insanıydı. 

Tiyatro İşçileri Sendikası’nı (TİSEN)’i arkadaşlarıyla birlikte kurmuş ve AST’ta grev yapmışlardı. 1969 yılıydı, Çetin Öner, Salih Kalyon, Erol Demiröz’le birlikte Aydınlık dergisinin bürosuna gelmeye başladılar. Erkan, devrimciliğe de tıpkı oyunculuğa sarıldığı gibi sarıldı. 

Erkan askeri darbe döneminde gözaltına alındı, çok ağır işkencelerden geçti. Fatmagül Berktay, gözaltında sorgudayken Erkan’ın hücresinin önünden geçmiş ve Filistin askısında, işkence altındaki Erkan’ı görmüştü.

Erkan, Fatmagül’ü görünce o ağır koşullarda maymun taklidi yaparak Fatmagül’ün yüreğine su serpmişti. ‘Direnin ben konuşmadım, bak en kötü koşullarda bile oyun oynamaya devam ediyorum’ demek istemişti. 

Erkan, Mamak askeri cezaevini de bir tiyatro sahnesi gibi kullanırdı. O zor koşullarda çeşitli tipler yaratır ve oyunlar oynardı. 1974 affıyla cezaevinden çıktıktan sonra Maksim Gorki’nin ünlü ‘Ana’ oyununda Pavel rolüyle bir kez daha kendini gösterdi. Yine muhteşemdi. Meral Niron’la oluşturdukları ikili, unutulmayacak güzellikteydi. 

AST’tan ayrıldı ve devrimci arkadaşlarıyla birlikte Halk Tiyatrosu’nu kurdu. Tarihte belki de ilk kez köy köy, kasaba kasaba dolaşan bir tiyatro yaratılmıştı. Yüzlerce köyde köylülere hayatlarında ilk kez tiyatro oynanıyordu. Bu oyunlar sırasında yasaklamalar, gözaltına alınmalar eksik değildi. Bir keresinde İzmir’de yalnızca Erkan Yücel’in oynaması yasaklanmıştı. 

Erkan Yücel, üç filmde oynadı. Yılmaz Güney’in tutuklandığı için sürdüremediği ‘Endişe’ filminde onun rolünü Erkan devraldı. Bu filmdeki rolüyle Antalya Film Festivalinde ve belki de tarihimizde ilk bir uluslar arası festivalde, San Remo Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödüllerini kazandı. Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ adlı romanından uyarlanan filmde çok başarılıydı. ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ filmi de uluslararası alanda ödüller kazandı. 

Kemal Tahir, ‘Yorgun Savaşçı’ romanından uyarlanan dizi filmde ‘Kör Musa’ rolüyle yine üstün oyunculuğu göstermişti. Film 12 Eylül cuntacıları tarafından yasaklandı ve yakıldı. ‘Ayna’ filminde Hanna Schygulla ile Almanya’da oynayacaktı. Pasaport alamadı. 

Filmin çekimi sırasında Selçuk Kuşadası arasında bir trafik kazasında onu yitirdiğimizde daha 41 yaşındaydı…”

* * * * *

Ve bizi bırakıp gidenlerden biri daha: Mehmet Ulusoy…

Hani, Nâzım Hikmet’in, “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”deki, “O büyük bir ışık gibi dövüştü…// Çan çalmıyoruz/ Çan çalmıyoruz./ Yok sala veren!/ Bu giden, bir biten şarkı değildir…” dizelerini hak eden yaşantısıyla Mehmet Ulusoy…

“Ulusoy’un tiyatrosu, belli bir dönemde dünya tiyatrosuna damgasını vurmuştu… Sahnede yarattığı görsel, sözel ve hareket bütünlüğü, kültürlerarası ilişki, şiirsel, düşsel ve gerçekçi yolculuk, kendinden sonrakileri büyük ölçüde etkilemişti. Tiyatroyu, yaşamla iç içe bir şenliğe dönüştürmüştü…”

* * * * *

Şimdi yeniden ve bir kez daha bir çok şeyin eşiğindeyken, Onları anımsamalıyız…

Hem de Bertolt Brecht’in şu dizeleri yüksek sesle haykırarak: “Atmayın yabana, iyi aklınızda tutun/ İnanıp doğruluğuna eskilerin şu sözünün:/ Her şey onu en iyi kılanındır:/ Çocuk, yetişsin diye onu sevmesini bilenin,/ Araba onu en usta sürenindir/ Yolda devrilip kalmamak için./ Kim susuz komazsa odur sahibi düzlüğün/ Topraktan en iyisi fışkırsın diye ürünün…”

TEMEL DEMİRER

 

NOT: Bu yazı Güney Dergisi’nin 38. sayısında ve  Kültür ve Sanatta Yeni Kapı Gazetesi’nin 1. sayısında yayımlanmıştır.

Kaynakça:

1 Metin Boran, “Tiyatro Bir Direnişi Yaşıyor”, Evrensel, 23 Mart 2006, s.13.

2 Bkz: Muhsin Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın. Anılar, yayına hazırlayan: Prof. Dr. Özdemir Nutku, Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı Yay., 1989; Efdal Sevinçli, Meşrutiyetten Cumhuriyete, Sinemadan Tiyatroya Muhsin Ertuğrul, Broy Yay., 1987; Bkz: Selen Uçer, “Pekiiii! Neden Tiyatro?”, …VS Aylık Mecmua, No:1, Eylül 2005, s.192; Kemal Orgun, “Mekânlardan Mekânlara Tiyatro”, Ülkede Özgür Gündem, 10 Ağustos 2005, s.13; “Her Şeye Rağmen Tiyatro”, Evrensel, 7 Mart 2006, s.13; Robert Schild, “Tiyatromuz Kurtulabilir mi?”, Radikal İki, 22 Ocak 2006, s.12; Nazan Özcan-Zeynep Aksoy, “Tiyatro Aşkı Engel Tanımaz”, Radikal İki, 29 Ocak 2006, s.10; Ayşegül Yüksel, “Dormen’den Oyuncu Adaylarına”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2005, s.14; Ahmet Cemal, “Bir ‘Türk Tiyatrosu’ Ne Zaman Olur? (2)”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2005, s.15; Ahmet Cemal, “Bir ‘Türk Tiyatrosu’ Ne Zaman Olur? (3)”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2005, s.15; Ahmet Cemal, “… ‘Eskimeye’ Aday Tiyatro Adaylarına…”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2005, s.15;Ayşegül Yüksel, “Sinema İzdüşümlü Tiyatro”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2006, s.14;Dikmen Gürün, “Tiyatro Ustası Yuri Lyubimov”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2006, s.14; Ahmet Cemal, “Tiyatro Eğitiminde Kurumlaşma: Çözüm Önerileri”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2006, s.15; Ahmet Cemal, “Tiyatro Eğitiminde Kurumlaşma: Sorunlar”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2006, s.15; Haldun Açıksözlü, “Özel Tiyatrolara Devlet Yardımı Neyi Amaçlıyor?”, Devrimci Demokrasi Gazetesi, Yıl:3, No:77, 16-30 Kasım 2005, s.12; Mihail Vasiliadis, “Dünya Tiyatro Gününün Anımsattıkları”, Ülkede Özgür Gündem, 3 Nisan 2006, s.16; M. Sadık Aslankara, “Tiyatrocularımız Ne Yazar?”, Cumhuriyet Kitap, No:840, 23 Mart 2006, s.29.

3 Victor Hugo Rascian Banda, “Tiyatroda Bir Umut Işığı”, Cumhuriyet, 27 Mart 2006, s.14.

4 “Dünya Tiyatro Günü Bildirisi: ‘Sahne Seferberliği Yaşamsal Bir Zorunluluktur’…”, Cumhuriyet, 21 Mart 2006, s.15.

5 “Augusto Boal’in dünyayı değiştiremese bile, kafaları değiştirebilecek gizilgücü taşıyan katılımcı tiyatrosu Bertolt Brecht’in tiyatrosundan etkilenmiş. Aradaki tek fark Brecht’te katılımcılığın düşünsellikle sınırlanması, bu açıdan da daha entelektüel kalması. Burada ise izleyicinin de sahneye çıkmasıyla birlikte, yaşam ve tiyatro arasındaki sınır ortadan kalkıyor.” (Zehra İpşiroğlu, “Ezilenlerin Tiyatrosu”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2005, s.15.)

6 Gamze Akdemir, “Gün 24 Saat Tiyatro…”, Cumhuriyet, 27 Mart 2006, s.15.

7 Dikmen Gürün, “Atina’da Tiyatro Toplantısı”, Cumhuriyet, 4 Ekim 2005, s.14.

8 Ahmet Cemal, “Bir ‘Türk Tiyatrosu’ Ne Zaman Olur? (1)”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2005, s.15.

9 Aktör Dediğin Nedir ki? Münir Özkul Kitabı, Yayına hazırlayan: Kurtuluş Özyazıcı, Dost Kitabevi Y.& Ankara Sinema Derneği, 2006.

10 Ayşe Emel Mesci, “Nerede Yanlış Yaptık?”, Cumhuriyet, 20 Mart 2006, s.15.

11 Ayşe Emel Mesci, “Tufan Deyip Geçmeyin Hocam”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2006, s.15.

12 “Reklamlar, kadını nü’leştirir. Çıplaklık, nü olmak değildir. Nü olmak, seyredilmektir. Çıplaklık, açık olmaktır, doğallıktır. Orada kozmetikler, deodorantlar, yumuşatıcı kremler kullanılmaz. Medya, her kadının çıplak olmasını değil, nü olmasını hedefliyor ki bütün bu kozmetik ürünleri satabilsin. Kadınlar, nü olmak zorunda olmadıklarını bilmelidirler. Erkekler, kadınları seyrederler; ama en çok da kadınlar kadınları seyrederler. Seyredilmeyi kabullenmek, nesne olmayı kabullenmektir. Bu da tercih edilmeyi doğurur. Tercih edilen şey daima nesne konumundadır; tercih eden özne. Erkeğin özne olarak egemenliğini kırmak, kadının kendini sorgulamasından geçer…” (İlyas Tunç, “Kadın ve Medya”, Agora Dergisi, No:43, Mayıs-Haziran 2005, s.76-80.)

13 Murat Bölük, “Bu Bir Reklamdır”, Radikal İki, 3 Temmuz 2005, s.9.

14 “Kültür Bakanlığı, istifa ettiremediği Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’i görevden aldı.” (İlkay Ata, “AKP Sanata da El Attı”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2005, s.7.) “Sanat dünyasını sarsan Devlet Tiyatroları depreminin etkileri sürerken Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, hem istifa eden tiyatroculara hem onlara destek verenlere meydan okudu. ‘Onlar sanatçı bürokrat oldukları için farklıdırlar. Disiplinsiz hareketlerinin aleyhlerine olduğunu biliyorlardır’ diyerek sanatçıları üstü örtülü tehdit eden Koç, istifacılara destek veren Yıldız Kenter, Genco Erkal gibi ünlülere de ‘Herkesin istifacıların yanında olma hakkı var. Benim de istifaları kabul etme hakkım’ diye yanıt verdi.” (Deniz Zeyrek, “İstifaları Kabul Hakkım Var”, Radikal, 25 Ağustos 2005, s.18.) Ayrıca bkz: Ayşegül Yüksel, “Tiyatro Siyaset Sahnesinde”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2005, s.14; “Tiyatro’nun Çığlığı”, Evrensel, 19 Aralık 2005, s.13; “Halkın Tiyatrosu Çiğnenemez”, Evrensel, 30 Ağustos 2005, s.13; “Tiyatro Dünyası Ayakta”, Evrensel, 25 Ağustos 2005, s.13; Hüseyin Akbulut, “DT, Sanat, Siyaset…”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2005, s.2; “Tiyatrocular Eylemde”, Sabah, 30 Ağustos 2005, s.2; “Tiyatro Dünyası ‘Sokağa’ İniyor”, Ülkede Özgür Gündem, 29 Ağustos 2005, s.12; “Tiyatro AKP’yi Karıştırdı”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2005, s.6; Deniz Zeyrek, “DT’de Kadrolaşma Krizi”, Radikal, 20 Ağustos 2005, s.20, Cihan Çelik, “Tiyatro Ölmesin Diye”, Evrensel Pazar, 14 Ağustos 2005, s.8.

15 Kıvanç Koçak, “Basitliğin Güzelliği”, Radikal Kitap, Yıl:4, No:226, 15 Temmuz 2005, s.14-15… Ayrıca bkz: “Öykülerle Çehov”, Ülkede Özgür Gündem, 11 Aralık 2005, s.13.

16 Feridun Andaç, “Gogol’den Ayrı Düşmemek”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2006, s.15.

17 “Artık Sadece Şiir Yazıyor”, Radikal, 20 Mart 2006, s.23.

18 Hasan Anamur, “Pinter Eyleme Çağırıyor”, Radikal, 25 Mart 2006, s.22.

19 Zeynep Oral, “Avrupa Tiyatro Ödülü ve Harold Pinter”, Cumhuriyet, 19 Mart 2006, s.15.

20 Dikmen Gürün, “Haldun Taner’i Anarken”, Cumhuriyet, 15 Mart 2005, s.14.

21 Bkz: Haldun Taner, Kızıl Saçlı Amazon, Bilgi Yay., 5. baskı; Haldun Taner, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, Bilgi Yay., 8. baskı; Haldun Taner, Onikiye Bir Var, Bilgi Yay., 6. baskı; Haldun Taner, Yalıda Sabah, Bilgi Yay., 5. baskı; Mustafa Miyasoğlu, “Haldun Taner’in Sanatçı Portresi”, Umran Dergisi, No:131, Temmuz 2005, s.75-77; “Haldun Taner Sempozyumu”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2005, s.14; “Haldun Taner Sempozyumu…”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2006, s.15.

22 Abidin Parıltı, “Doksanında Bir Delikanlı”, Radikal Kitap, Yıl:4, No:224, 1 Temmuz 2005, s.14-15.

23 “Bir Politik Güldürü Ustası…”, Evrensel, 19 Kasım 2005, s.13.

24 Sevin Okyay, “Haldun Taner’siz 20 Yıl”, Radikal, 22 Kasım 2005, s.25.

25 Celal Başlangıç, “Zaman, Mekân, İnsan: Erkan Yücel Geçti Buradan”, Radikal, 31 Ekim 2005, s.7.

26 Oral Çalışlar, “20 Yıl Sonra Erkan Yücel”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2005, s.4.

27 Zeynep Oral, “Mehmet Ulusoy Paris’te Unutulmadı”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2005, s.15.

 

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku