Umut Başka Bahara, Tiyatro da!…

Neslihan Yalman
1,3K Okunma

Neslihan Yalman

“Umut” temalı Taksav 5. Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında, İzmir’de birkaç yerli (hiçbirini ciddiye alamadığım için (!) adları saklı kalsın) oyun izlemek bende her zamanki gibi büyük hayal kırıklıkları yarattı. Oyunların çoğunun yazarları yabancı olsa da, oyunlarda dramaturg kullanılmaması, dramaturg kullanılanların sallapati seyircinin önüne çıkartılmış olmaları, sürekli suretle hortlayan Türk Tiyatrosu önyargımı daha da artırdı. Bunu dengelemek adına, festival kapsamında yurtdışından gelen hangi tiyatro varsa, hemen hepsini izledim.

Candide / Romanya

KKTC’yi de dış hatlardan sayarsak, dört yabancı oyuna gittim. Romanya’dan bir tiyatronun “Candide”, Gürcistan’dan bir tiyatronun “Sartre” yorumlarının yanında, KKTC’den kraliçe Elizabeth karakteri ekseninde bir Dario Fo oyunu ve Almanya’dan “Fil ile Filiye” adlı bir çocuk oyunu izledim. Bu oyunları izlemiş olmak benim için tiyatro sosyolojisi anlamında bir avantajdır. Nitekim, çok sesli bir dünyaya doğru gittiğimiz noktada, Gürcistan’a gidemeyeceğime göre, Gürcistan’ın benim ayağıma sanatla gelmesi önemli bir nimettir. Lakin, bu oyunların çoğunda İzmir’deki tiyatrocuların seyircilerin arasında yer almamaları, yine Türkiye’de sanat denilen oluşun da aslında isim için yapıldığını, ortaya atılan varoluşsal -ah pek kıymetli (!)- hikâyelerin/serzenişlerin çoğunun da fos çıktığını ortaya koymuştur. Tiyatro da ticaret, tiyatro da isim, tiyatro da ortam aracıdır ki, Türkiye gibi sınıflardan ve ekonomik alt yapıdan beslenen bir ülkenin sanatçılarının da aynı hale düşmeleri şaşırtıcı gelmese gerek!… Merak, nitelik ve heyecan falan bir süre sonra toz oluyor.

Bu tiyatroların hepsini izlediğimde, ortak noktalarının bazı konuları aşabilme yetkinlikleri olduğunu gördüm. Örneğin, Romanyalı oyuncular -ki, özellikle kadın oyuncular- ‘‘Candide’’ vasıtasıyla dinin eleştirildiği sahneleri, kukla tiyatrosunun da imkânlarıyla, hem erotizmi hem de çelişkileri kullanarak (din ayinlerindeki eşcinsel ilişkiler, kadın-erkek grup beraberlikleri, din adamlarının BDSM boyutunda fanteziler taşımaları) bir şov yaptılar. Bu arada, salondan çıkan başörtülü kız grubunu, ben görmedim, lakin arkadaşlarım görmüşler. Şaşırdık mı!.. Hayır!.. Daha cinselliği sokakta aşamamış insanların, sahnede kuklalar aracılığıyla kimi mizansenlerle karşılaştıklarında, estetik uzaklıktan yoksun bakış açılarıyla rahatsız olmaları, yukarıda bahsettiğim sınıfsal ve ekonomik temellerden pek bağımsız değil. Kadına bakış da buna dahil…

 

Romanyalı oyuncuların, kuklaları hem oyuncu-bedenle, hem de materyallerle canlandırmaları, sahnede yabancılaşmayı sağlamaları, İngilizce’den Romence’ye, Latince’den ara ara da Türkçe göndermelere kadar birçok dili kullanmaları, buna rağmen, üst yazıya gerek duyulmaması, tiyatronun evrenselliğinin batılı tiyatrocular tarafından aşıldığını da gösteriyor ki, Romanya bu konuda (ironi ve eleştirel bakış, kendi iç gerçekliğiyle de dalga geçebilme) örnek ülkelerden biridir. Oyunda, hayalet perdenin kullanımı ve kimi yerlerde mavi zemin üstüne, sarı yıldızların da oturtulması, Avrupa Birliği’ne gönderme anlamında bir yöntem şeklinde kullanılmıştır. Tabii, Candide adlı karakterin dünyanın çeşitli ülkelerini gezerek, sonunda Türkiye’ye gelmesi ve burada ‘‘bahçeni yetiştir’’ diyen bir derviş aracılığıyla aydınlanması kısmı, oyunda kesilmiş, derin anlamlardan çok basit bir aşk serüveni ele alınmış olsa da; oyun, daha o basitliği, o dinsel-erotik göndermeleri ve kukla çeşitliliğini sağlayamamış, cılız Türk Tiyatrosu’na maruz kalan Türk seyircisi için etkileyiciydi diyebilirim.

Almanya’dan gelen, yarı Türk yarı Alman bir tiyatronun sahnelediği çocuk oyunu da, yine Türk Tiyatrosu’nda bolca gördüğümüz ve çocukları bir grup pasif izleyici -tabiri caizse saf- yerine koyan çocuk oyunlarından oldukça farklıydı. Bir kere, oyundaki karakterlerden biri Almanca konuşuyordu, hatta oyuncu tamamen Alman’dı. Diğer karakterler de, biri Doğu yahut Güneydoğu taraflarına ait özel bir şive de taşıyan ve Türkçe-Almanca konuşan bir erkekten, Türkçe-Almanca konuşan bir kadından ve yine Türkçe-Almanca konuşan bir adamdan oluşuyordu. Bir oyun düşünün ki, Almanca bilmeyen Türk bir çocuk bile izleyebiliyordu. Bu nasıl sağlanıyordu? Bir taraf Almanca konuştukça, diğeri ona konuştuğu cümleyi anımsatacak yahut onun konuştuğu cümleyi tamamlayacak bir şey söylüyordu. “Haaaaa, öyle mi olmuş?”, “Gerçekten benim seni sevmediğimi mi düşünüyorsun?”, “Haaaaa, anladım, sen böyle düşünüyorsun.” vb. tamamlayıcı diyalog örgüleriyle çocuklar çift dilli bir oyunun içine çekiliyorlardı.

Üstelik oyunda, filler iltica hakkı istemek üzere, İzmir körfezine doğru yüzüyorlardı. Yani, Türkiye’de çocuk izleyicilere iltica, demokrasi, insan hakları vb. gibi konular üstünden fillerin, aslanın, kutup ayısının ve kurbağanın olduğu dekorsuz, fazla müziğin eklenmediği çıplak bir hikâye anlatılıyordu. Müziğin olmaması hafif dezavantaj gibi görünse de, çocuklar sıkıldıklarına dair büyük bir belirti göstermediler. Her ne kadar oyun, Türkiye’de AB fonlarından yararlanılarak yapılan işlerin (belli konu başlıkları, belli bilinçlendirme senaryoları) bir uzantısı gibi görünse de,  yine yukarıda belirttiğim üzere, daha bu konuların başlangıcına giriş yapamamış Türk Tiyatrosu, hele ki Türk Tiyatrosu’ndaki çocuk tiyatrosu algısı için üst bir model oluşturuyordu.

Sartre’ın “Çıkış Yok” adlı eserini sahneye taşıyan Gürcistan tiyatrosu (“Experimental Theatre Everywhere”) oyuncuları da, cehennem tasviri olabilecek, mekanik alt yapısı da bulunan görkemli bir dekorla, sahneye karakterleri taşımışlardı. Bu oyunda da dikkat çeken öğelerin başında, iki kadın karakterin sahnede yakınlaşmaları, bütün karakterlerin çırılçıplak kaldıkları noktada (bu çıplaklık, iç organların da üstlerinde yer aldığı, ten rengi kostümlerle sağlanmıştı) birbirleriyle sevişmeleri, birbirlerine dokunmaları oldu. Yani, hangi batı tandanslı oyunu izlediysem, din, toplum, cinsellik, temel çelişkiler rahatça anlatılabiliyordu. Birden, bizdeki oyun yorumlarına geldiğimde, tabu olarak değerlendirilen bu “tam anlatılamaz” durumların, Türkiye’de deneysel tiyatroya izin vermediğini, daha klasik ve modern anlamda bile doğru dürüst adımlar atılamadığını, “in-your-face” (suratına tiyatro) akımının bile pespaye şekilde seyirciyle buluşturulduğunu gösterdi. Sıfıra sıfır, elde var sıfır… Yıllar önce, öğrenciyken şöyle bir yazı yazdığımı anımsıyorum: “Devleti Neyse Tiyatrosu da Odur” / Şimdi bunu sürdürüyorum, aradan geçen 15 yıla rağmen: Devleti neyse, seyircisi de odur; devleti neyse oyuncusu da odur; devleti neyse özel tiyatrosu da odur, devleti neyse toplumu da odur, devleti neyse sosyolojisi de odur vd vd vd…

Neredeyse Qadın / KKTC

Son olarak, KKTC kapsamında izlediğim “Neredeyse Qadın Elizabeth” adlı Tiyatro Baraka yorumlu oyundan da bahsetmek isterim. Aşkı, hisleri ve kararları arasında kalan kraliçe Elizabeth’in anlatıldığı oyunda, ana karakteri canlandıran oyuncunun performansı göz doldururken, Mama’lardan birini canlandıran ve başını sıfıra vurdurmuş diğer kadın oyuncunun da enerjik performansı Elizabeth’inkini tamamlıyordu. Tiyatro Baraka sahnede grupça güzel bir enerji sağlayarak ve ironiyi de dozunda kullanarak seyirciye bir Fo eseri aktarıyordu. Elizabeth’in, bir direnişçi olan sevdiği adamın kellesini aldığı sahnede tek kişilik tiradıyla oyunu sonlandırması, o arada yaratılan ışık oyunları ve sağ köşedeki canlı müzik de atmosferi destekliyordu. Zaten, bir oyuna girdiğinizle çıktığınız oluşluk sizde aynı etkiyi yaratmıyorsa, artık çelişkilerin, düşüncelerin ve sahnelemelerin desteğiyle bir kat daha sarmalanmış oluyorsanız, o oyun sizde iz bırakmış demektir ki, ben festival kapsamında yerli oyunlarda değil de, yabancı oyunlarda bu izlerin hepsini yaşadım. Gönül isterdi ki, Türk Tiyatrosu’nda da özellikle vahşetin, cinselliğin, argonun, din eleştirisinin, toplum eleştirisinin, tarih eleştirisinin eşiklerinin aşıldığı, aşılırken de aslen estetik eşiğin korunduğu etkileyici eserler sahnelenebilsin. Umudum başka bahara diyeceğim ama bu ülkeye gelen baharın da pek hayrı olmuyor genelde. Türkiye’de yaşıyorsak, hepimiz potansiyel oyuncularız. Sahne, yapısal düzlemde “yeni” bir sahneye izin vermiyor.

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku