Nasıl Olurdu Piraye Olmak?

Ayçe Özyiğit
3,3K Okunma

Ayçe Özyiğit

Nasıl anlatılır Nâzım? Seçilen kelimeler, sunulan cümleler ne denli kâfi gelir Nâzım’ın şiirsel yaşamını canlı kılmaya? En süslü cümlelerden daha şaşalı değil midir Nâzım’ın dizeleri? En acı hayattan daha acı? En özlenilesi aşktan daha hasretlik… En umutsuz günlerden daha beklenilesi… Nâzım’ı Nâzım yapan hapishaneler midir, yoksa aşkları mı tartışılır elbet. Ama şu da bir gerçek ki; tıpkı Nâzım’ın da dediği gibi: “Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi, Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden.” Nâzım ne kaybederdi Nâzımlığından?

Piraye… Nâzım Hikmet’in hapis zamanlarında uğruna hasretlik şiirleri yazdığı, geçmek bilmeyen yıllarda işkence içinde özlediği karısı Piraye. Bizler Piraye’yi genellikle Nâzım’ın mektuplarından, şiirlerinden, yazılanlardan tanımışızdır. Hatta Nâzım’ın mısralarında gezindikçe ister istemez hayal etmişizdir çoğumuz, “Piraye olmak nasıl olurdu?”, diye.

Bu soruyu şimdilerde tekrar düşünmemize vesile olan bir oyun “Piraye.” Nâzım Hikmet’in hayatı, eserleri ve mektuplarından oyunlaştırılan Piraye’nin yönetmen koltuğunda aynı zamanda sahnede Nâzım olarak da izlediğimiz usta oyuncu Murat Çıdamlı oturuyor. İtiraf etmem gerekirse Murat Çıdamlı’yı izlerken bir yandan da Nâzım’ın yeniden hayat bulduğu izlenimine kapıldım. Murat Çıdamlı usta oyunculuğunun yanı sıra görsel açıdan da bir o kadar Nâzım Hikmet’i andırdığından sebep, bizlere seyrine doyulmaz çok başarılı bir oyun izletiyor. Yapımcılığını Hasan Acar’ın üstlendiği oyunda yönetmen yardımcısı Özge Çıdamlı, dramaturg Eylül Kuzgunbay ve besteci Kerem Salih Memişoğlu. Oyunun afişleri Alper Fidan’a, ışık tasarımı da Yüksel Aymaz’a ait.

Murat Çıdamlı’nın Nâzım’la buluşması da oyunculuğunun ilk dönemlerine denk gelmekte… Yani çok uzun zaman önce tanışmış Nâzım Hikmet’le. Profesyonel tiyatro hayatına Nâzım Hikmet ile başlayan Çıdamlı, mezun olduğu ilk yıl Ergin Orbey yönetiminde Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Ferhat ile Şirin’de” figüran olarak oynamış. Hemen takip eden yılda Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda bu defa Coşkun Irmak yönetiminde, başrolde Ferhat olarak çıkmış seyircinin karşısına. Bir yıl sonra ilk yönetmenlik denemelerinden biri, yine Nâzım’ın “Sevdalı Bulut”u olmuş. “Tanımlanamaz duygular var hatıralarımda Nâzım ile ilgili.”, diyor. “Tiyatro yaşamımın bu aşamasından sonra özellikle Nâzım Hikmet tiyatrosuna ait metinleri sahneye taşımanın takipçisi olacağımı buradan ilan edeyim. Oyunumuz yıl boyu Anadolu’nun bütün sahnelerinde, en ücra köşelere dek seyircilerimizle buluşacak. Şiirin ve aşkın ruhunuzda yaratacağı olumlu etkiye olan inancımızla, siz sayın seyircilerimizi oyunumuza bekleriz.”, diye de ekleme yapıyor.

Piraye, her açıdan damağımızda tat bırakan bir oyun. Ben Piraye’yi özellikle Piraye’nin ağzından dinleme hayali kurmuşumdur hep. Bizler Nâzım’ın özlemini, hasretini, vefasızlığını, acısını biliriz. Ama Piraye hep kapalı bir defter olarak kalmıştır Nâzım’ın dizelerinde. Birkaç sayfası açılan ama asla sonunu getiremeyeceğimiz bir kitaptır bizim nazarımızda. Nâzım’ın kendisinden ayrılmak istediği o kara mektubu ilk okuduğunda ne düşünmüştür mesela? Veyahut bizim bile tüylerimizi diken diken eden, kendisine; “Yeryüzünde hiçbir insan, hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana “gel” diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim, öyleyim işte. Fakat gel. Ve benden nefret ederek, beni hor hakir görerek de olsa, beni bir daha yalnız bırakma”, diye haykıran şairin o meşhur dizelerini okurken neler hissetmiştir? Piraye’nin de bizlerle dertleşmesi nasıl olurdu merak etmişimdir hep. Oyun bu anlamda da biraz rahatlatacak içimizi. Evet, Nâzım’a özeneceksiniz bu büyük aşkı karşısında. Aynı zamanda Nâzım’a kızacaksınız da. Çünkü Murat Çıdamlı sahnedeyken bizler sadece Nâzım Hikmet’i izlemiyoruz, aynı zamanda Piraye’nin gözlerinde biriken her damlayı, Piraye’nin yüreğinden dökülen her sözcüğü iliklerimize kadar hissettiriyor bizlere.

Seveceğimiz bir oyun Piraye. Her açıdan bizleri doyuracak ve sonrasında serbest bırakacak bir oyun. Yine de sormadan edemiyor insan: “Oyunun süresi biraz daha uzun olamaz mıydı?” (Sorumun cevabını yazının sonunda Murat Çıdamlı ile yaptığımız kısa söyleşide okuyabilirsiniz) Nâzım’ın birkaç şiiri daha yer alsaydı. Yahut yeni tanışanlar Nâzım’la biraz daha sohbet etseydi… İsteklerimizin listesi uzadıkça uzayabilir. Bizler Nâzım Hikmet’i bulunca bırakmak istemiyoruz elbette. Tabii fiziksel ve teknik koşulları göz önünde bulundurduğumuzda elbette ki bunun mümkün olamayacağının da farkındayız. Yine de doyulmaz Nâzım hasretliğimizi tatmin edecek, olayları Piraye’nin gözünden görmemizi de sağlayacak, biraz Nâzım, biraz Piraye, biraz da bizlerle harmanlaştırılan, hüzünlü, muzip, mistik ve canlı bir oyun. Belki de çok uzun zamandır beklediğimiz bir oyun. Sevdiğine; “Karıcığım… Sen meğerse nasıl her şeyimmişsin benim… Seni sevmek benim içimde, toprağı, suyu, güneşi, hayatı ve fikri sevmekle birbirine karıştı. Sen ciğerlerimdeki nefes, gözlerimdeki ışık, kalbimdeki çarpıntı ve beynimdeki düşünce gibisin. Neyi düşünürsem seni düşünüyorum. Neyi görsem seni görüyorum.(7 Mart 1934)”, diyen bir adamın yüreği kadar sıcak bir oyun.

“PİRAYE” MURAT ÇIDAMLI ROPÖRTAJ

Son dönemlerde Nâzım Hikmet’i anlatan, Nâzım Hikmet’i bizlere tanıtan oyunlarda bir artış söz konusu. Tabii ki yeterli değil ve daha fazla olmalı. Peki “Piraye” oyununu farklı kılan ne var? Piraye’yi izlerken ne bulacağız?
Nâzım Hikmet gerek ürettiği eserlerin sayısı, gerek bu eserlerdeki yaratıcılık boyutu ve bu yaratıcılığın zengin dünyası açısından sonsuz bir denize benzer. Öz yaşam öyküsü açısından da maceralı, meraklı ve derinlikli bir portre sunar, yazın ve politik tarihimiz açısından. Türk tiyatrosunun ustaları örneğin Kerim Afşar, Müşfik Kenter ve elbette Genco Erkal Nâzım Hikmet şiirlerinin nasıl seslendirilebileceği, nasıl canlandırılabileceği açısından eşsiz örnekler sunmuşlardır. Mehmet Ulusoy’un Nâzım ile kurduğu teatral ilişki benzersizdir. Tuncel Kurtiz’in yorumuyla “Şeyh Bedreddin Destanı”, öncü-devrimci niteliği ve estetik yoğunluğuyla çıtayı oldukça yukarı taşımıştır. Nâzım, amatörler açısından da her zaman çekicidir. Yorumlaması zordur. Sizi öğrenmeye teşvik eder. Kendinizle yarışmak zorunda kalırsınız. Dünyayı politik okumanızda olmadık bakış açılarına zorunlu kılar sizleri.  Bu haliyle amatörler ve öğrenciler için de bir çekim merkezidir. Henüz yeterince keşfedilmemiş, yeterince değerlendirilememiş bir külliyattan bahsediyoruz. Ne de olsa ben 1980’lerde hala Nâzım şiirlerinin elle çoğaltıldığı bir dönemden geliyorum ve hatırlıyorum. İnternetle beraber insanların birbirlerine söylemek istedikleri şeyleri özetleyen şairler ve dizeler bir fenomen haline geldi. Bu modanın haricinde Nâzım’ın dramatik olarak değerlendirilebilecek öyle çok oyunu ve şiiri var ki. Nitelikli, akademik çalışmalarla desteklenen Nâzım’ı sahneye taşıma girişimlerinin sayıca daha da artması gerektiğini düşünüyorum. Nâzım, dilimiz açısından bizim Cervantes’imiz, bizim Dante’mizdir. Nâzım Hikmet şiirleriyle ve oyunlarıyla olduğu kadar, politik ilgisi, hapishane yılları ve aşk hayatıyla da insanlığın belleğine yerleşmiş modern Türk dilinin kurucu en büyük şairidir. Nâzım’ın sanatçı kişiliğinde bu yönlerin hepsi, birbirini etkileyerek bir bütünü teşkil ederler. “PİRAYE” oyunu, Nâzım’ın hayatının en uzun süren ilişkisini bu bütünlük açısından ele almayı hedeflemektedir.

Nâzım Hikmet, büyük bir isim. Aynı zamanda korkutan bir isim. Bu ismin altından alnının akıyla çıkmayı başaramamak da söz konusu olabilirdi.
Tarihi kişiliklerin hayatıyla ilgili oyunlaştırmalar her zaman güçlükler barındırmıştır. Nâzım Hikmet gibi bütün dünya tarafından tanınan, hakkında ciltler dolusu eserler kaleme alınan bir sanatçının hayatını tam biyografik bir yolla seyirciye anlatmak neredeyse imkânsızdır ve bu tiyatro eseri açısından ilgi alanı dışında tutulmuştur. Oyun tarihi doğrular, bunun kronolojik dizilimi ve gerçek tanıklıklara dayanmakla beraber Nâzım-Piraye aşkına bir başka açıdan yaklaşmakta ve bunun içerdiği tutkuyu seyirciyle “biyografi dışı” bir başka yolla paylaşmaya çalışmaktadır. Bütün büyük yaratıcı sanatçıların eserlerini yarattıkları bir içsel kütüphane bulunur. Bu kütüphanede temel konu (süje) veya konular, sanatçının eserlerini belirleyen ana etkendir. “Aşk” duygusu bu büyük yaratıcı sanatçıların yaratım sürecindeki en önemli itici motordur. Ovidius, Fuzuli, Goethe, Picasso, Dali, Eluard, Aragon gibi dahi sanatçıların eserleriyle olduğu kadar aşklarıyla da gündeme gelmesinin sebebi bu yaratı-süje ilişkisidir. “PİRAYE” oyunu yaratı süreci içindeki şairin bir insan olarak, yaşadığı bütün çelişkili duyguları, bu duyguların yer aldığı mücadele, kavga, tutsaklık, paylaşım, üretim gibi zeminlerin ortasında, yazarın karakterinin güçlü ve zayıf yanlarıyla, seyirciyle paylaşmaya çalışmaktadır. Nâzım Hikmet’in çeşitli hapishanelerden yazdığı mektuplar, şiirler ve tanıklıkların derlenmesi ve bunların insan ruhunun temel öznesi olan arketipler aracılığıyla seyircinin paylaştığı bir yaşantı haline getirmek oyunun temel amacıdır. Oyunda, müzikal bir anlayışla, şiirin evrensel dili olan müzikle anlatımı, Nâzım Hikmet’in tiyatro anlayışının temelini oluşturan Meyerhold biyomekanik oyunculuk temelli bir stilizasyon kullanılması ve seyircinin ruhsal bütünlüğüne dokunmayı hedefleyen “psikosof tiyatro poetikası”ndan faydalanılması oyunu diğer benzer örneklerden farklılaştırmaktadır.

Piraye-Nâzım denilince büyük bir aşk geliyor gözümüzün önüne. Ama Nâzım “Tahir ile Zühre” şiirinde de dile getiriyor ya; “Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut Tahir hiç sevmeseydi, ne kaybederdi Tahirliğinden…” . Aslında Nâzım hep Nâzım’dı belki de. Belki duygusal düşünüyorum ama Piraye’yi gerçekten seviyor olsaydı başka birini gözü görür müydü?
Nâzım-Piraye aşkına asla magazin boyutuyla yaklaşmadığımın altını bir kez daha çizmek isterim. Nâzım ve Piraye aşkı gerçekte bir tek kendilerini ilgilendiren özel hayata dair, mahrem bir konudur. Nâzım’ın kadınlarıyla kurduğu ilişki kendi psiko-patolojisi açısından şüphesiz ki incelenebilir ve bu oyun açısından incelenmiştir. Soruyu, aşağıdaki gibi genelleştirerek yanıtlamaya çalışacağım. Bütün büyük yaratıcı sanatçıların aşkla kurdukları ilişki normalin dışındadır. Ölüm ve yaşam ikilemini, tam da Freud ve sonrası psikanaliz açısından, sanatçının yaratı sürecini tetikleyen ana motordur. Çocukluğunda duygusal travma geçirmemiş hiç kimse yaratıcı sanatçı olamıyor. Travma geçirmek tek başına insanı sanatçı yapmaya yeterli değil elbette. Katil de olabilirsiniz sıradan bir ruh hastası da. Ama travma önemli. Hayatla kurduğunuz temel bağları sorgulamanıza yol açıyor. Çocukluğunuzu kuşatan mutlu kalkanın bir gün yıkıldığını görmek, hakikat algınızı baştan aşağı değiştiriyor. Nâzım bir ilişkide de, şiirde de, devrimde de, azla asla yetinmez. Devrimci ruhunu yitirdiyse politika, özgünlüğünü kaybettiyse şiir ve aşk özünü kaybettiyse bir ilişki Nâzım için ölüdür. Piraye’ye olan aşkının ölümünde pek çok etken devreye girmiştir. Bunlar; geçirdiği bitmek bilmez rahatsızlıkların oluşturduğu bedensel acı, Piraye ile olan cinsel uzaklığı, daha belirsiz bir süre için-en az 18 yıl daha- hapishanede olacağı gerçeği, maddi sıkıntılar, geçirdiği kalp sorunu ve bu ölümcül tabloda bir anda doğurgan ve dişi bir kadının, bütün şefkatiyle karşısına çıkması olmuştur. Nâzım hiçbir kadına tek eşli olduğu yalanını uydurmamıştır. Sadakat onun için dürüstlükle sınırlıdır. Araya giren ilişkilerden Piraye haberdardır. Nâzım için temel sorun gönlünde öten şiir kuşunun artık Piraye nedeniyle şakımamasıdır. Daha sonra Doktor Galina ile olan ilişkisini bitirip Vera’ya aşık olduğu süreci, Galina bir röportajda tam da bu sözlerle açıklıyor. “Artık bülbül şakımıyordu. Ve Vera’ya gitti.”  Bu aşkı ölümsüz kılan şey, bir magazin dergisinde okuyacağımız herhangi ayrılık-aldatma öyküsünün ötesinde, üretilen eserlerdir. Bu eserler, Piraye için yazılmış her şey, hakikidir. Eşsiz bir ustalıkla işlenmişlerdir. Sadece içerdikleri aşk duygusu açısından değil, devrimci dayanışma örneği oluşturma, iki insan arasında kurulabilecek düşsel bir köprü olmaları, tarihi bir sürece tanıklık etmeleri ve edebi niteliğiyle bu eserler benzersiz ve ölümsüzdür. Tıpkı ten gibi aşk da yok olur gider. Aşkları ölümsüz kılan, kapsadıkları üretim süreci ve bu süreçte ortaya çıkan eserlerdir. Yoksa sanatçıların özel hayatı da, tıpkı bütün bireyler gibi, sadece kendilerini ilgilendirir.

Oyunun süresi biraz daha uzun olabilir miydi? Nâzım Hikmet’i daha da özümseyebilmek açısından süre yeterli miydi?
“PİRAYE” benim için bitmiş bir yaratım sürecini tanımlamıyor. Bu oyunu farklı koşullarda, farklı ögelerin eklenmesiyle sonsuz bir prova ve sunum süreci olarak hazırladık. Şimdilik sürenin ortalama tiyatro seyircisini Nâzım okumaya, tarih öğrenmeye, aşka ve şiire duyarlı hale getirmeye bir katkı sağlama kıvamında olduğuna inanıyorum. Oyunun bu haliyle aldığı olağanüstü olumlu eleştirilerin, yarattığı pozitif sinerjinin bütün olanaklarını kullanmadan oyunda bir değişiklik yapmayacağız elbette. Ancak “PİRAYE” bitmemiş, özellikle tamamlanmamış, Sovyet uzay mimarisine uygun bir yapıdır ve canlı müzikle, kolektif oyunculukla, görsel tasarım olanaklarıyla yeniden ve yeniden yorumlanmaya açıktır. Sürenin şimdilik “Genel”in katlanabileceği uzunlukta, “Özel”in damağında “biraz daha sürseydi” kıvamında kalması bence değerli bir geri dönüş.

PİRAYE OYUN TARİHLERİ
13.9.2018        Ankara Sanat Tiyatro
15.9.2018        Bostanlı Suat Taşer-İzmir
17.9.2018        Kadıköy Halk Eğitim Mer.
18.9.2018        Profilo K.Mer
22.9.2018        Bodrum Heradot K. Mer.

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku