“2022-23 Sezonu Bitmişken, Biterken, Bitmek Üzereyken”

Handan Salta
4,3K Okunma

Cumhuriyet Yeni Yüzyıla Girerken Elimizde Neler Var?

Bu yıl sadece İstanbul’da çoğunluğu bağımsız tiyatrolarda olmak üzere yaklaşık 50 oyun izlediğim tiyatro sezonunda gördüğüm yapımlar üzerine gözlemlerimi özetlemeye niyetlendim bu yazıda. Bu sayının içine çocuk oyunları, şehir ve ülke dışında gördüğüm oyunlar da eklenirse, en az 100 oyun seyretmişimdir; dolayısıyla oldukça zahmetli, çok emek harcadığım bir sezon geçirdiğimi söylemeliyim. Yine de dev bir kentte tiyatro adına olup biten her şeyi izleyemediğim aşikar; seminerler, atölye çalışmaları, sunum performanslar ve dans hakkında bir yorumun olamadığı bu yazı elbette çok eksik, umarım seneye bu çalışma birden çok yazarla ve bu yazıda eksik kalan alanlara değinerek yapılır. 

İstanbul sahnelerinde izlediğim yapımlara dair en çok dikkatimi çeken noktayla başlamak gerekirse, kişisel hikayelerin sahnelere dökülmesinden söz edebilirim. Bu kadar kişisel, birbirine benzeyen, fevkalade enteresan şeyler anlatmayan bunca hikayeyi duymasak bence hayatımızda bir eksiklik olmazdı; benzerlerini okumuşluğumuz, izlemişliğimiz, radyo tiyatrosundan dinlemişliğimiz vardı. Bu hikayelerden bazıları herhangi bir sohbette, dinleyenlerden içi kıyılanların “amaaan boş ver gamı kederi, kalk iki göbek atalım” diyerek susturabilecekleri hikayelerden içerik ya da biçim olarak pek farklı değildi. Üstelik tiyatronun araçlarını kullanmak konusunda epey ekonomi yapıyorlardı.

Bu noktada şu sorular geldi:

* Tiyatronun hikaye anlatıcılığından ayrıldığı yerde rejinin, sahne tasarımının, iyi oyunculuğun, müziğin, ışığın değerini hatırlamanın vakti gelmedi mi? 

* Peki bu anlatma merakı nereden gelmekte? Bugüne kadar biriktirdiklerimizi neden şimdi şevkle anlatmak istiyoruz? Hikaye anlatıcılığı, yazarlık kursları, kendini ifadeye dönük kişisel gelişim programları da tıpkı bu oyunlardaki malzemeyi gün yüzüne çıkarmak üzerine odaklanmış durumda. Neden şimdi? Kırılma noktası nerede başladı? Gezi’yi milat alan yorumlara kısmen katılıyorum, kendini anlatmanın verdiği rahatlama ve ardından gelen doygunluk duygusu belki ilk defa kuralsız, örgütsüz, rastgele ve özgürce o zaman yaşanmıştı. Ama yapımlarında Gezi’nin imasını bile geçirmekten çekinen ve o günleri yaşamamış genç tiyatrocular da benzer bir anlatma iştahının parçası olmaya devam ediyorlar. Tek bir sebebin açıklamakta yetersiz kalacağı bu duruma sosyal medyanın, ebeveynlerin aşırı koruyucu tavrından kaynaklanan kendini aşırı önemsemenin (bunun altını doldurmak için bir makale yazmak gerekebilir), toplumsal olana dair her şeye duyulan güven ve inanç eksikliğinin, içine kapanık  ve dünyaya kapalı bir medya ve eğitim sisteminin de neden olduğuna dair fikrim var.

* İçimize attığımız her şeyi sahneden seyircinin üstüne boca etmek fikrini neden bu kadar benimsedik? Kişisel olan politikti tamam, ama sanatın gündelik hayattan, sıradan olandan ayrılmasıyla kazandığı değeri nerede arayacağız?

* Bir önceki soruyla bağlantılı bir nokta daha var. Bireysel  hikayemizi bu kadar önemsemek, mağduriyetleri anlatıların merkezine koymak ve etrafını örecek bir malzeme bulmaya zahmet etmemek, dolayısıyla o mağduriyetleri ya da yaşanan diğer deneyimleri en sıradan, en düz haliyle ifade etme tavrı hangi ön kabulden yola çıkıyor?  Gördüğü hemen her şeyi ayakta alkışlayan seyircinin bu ön kabule nasıl bir katkısı var?  Ya da herkes kendi balkonundan aşağıya konuşmanın keyfine varmak mı istiyor? Ya da başka bir ifadeyle, söylenenin nasıl bir etki yarattığı konusunda dürüst bir hesaplaşma yaşanıyor mu?

* Yoksa sosyal medyanın bizi getirdiği bir durak mı burası? Son durak mı?

* Bundan sonraki yıllarda bizi neler bekleyecek? 

* O dördüncü duvarı acaba kaldırmasa mıydık? 

* Dilin anlamdan yoksunlaşması, insanlar arası iletişim eksikliğinin tek kişilik oyunlara yansıması, parçalı anlatımın doğrusala tercih edilmesi gibi bir zamanın ruhuna cevap veren tepkilerin artık mainstream olmasından hoşnutsuzluk duyduğunu yazan bir eleştirmenin söyledikleri sadece kendisini mi bağlıyor? Seyircinin bu konuda ne düşündüğünü bilmiyorum, ama deneyimli bir seyirci olarak bu görüşlerimi ifade etme olanağımı kullanıyorum. 

Bence neden?

İç dökme seanslarına benzeyen söz konusu oyunların bunca çoğalmasına kendimce şu nedenleri buldum: Sesi bastırıldıkça varlığını göstermeyi istemek, varlığını  duyurmayı, “ben de buradayım” cümlesini seyirciye olduğu kadar kendine de söylemek, diğerkamlıkla hikayesi anlatılmayanların sesini duyurma isteği, geniş çaplı nedenlere uzanmaktansa, minimal bir yerden başlayarak sistem eleştirisinden kaçınmak, televizyon dizilerinin diline yaklaşarak kolay anlaşılır ve tüketilir yapıtlarla ayakta kalmaya çalışmak.

Diğerlerinin hikayesini anlatmak meselesinin bir alt kategorisi de onların yerine konuşmak durumu. Bu sorunu taşıyan oyunlardan aşağıda bahsetmeyeceğim için burada açıklamak gereği duyuyorum; hakkında konuşulan kişiler aramızda yaşarken onların adına ve onların dilinden konuşma meselesi de ne yazık ki niyet iyi olsa bile inandırıcılıktan uzak ve samimiyetsiz bir hikaye sunuyor.. Bu kategori içinde bu yıl izlediğim göçmen hikayelerinde de benzer bir problem vardı. Tiyatro yapanlar arasında göçmenleri konu edinen sadece iki oyun görmüş olmam ve birinin oyun sonrası söyleşisindeki skandal gaf (“sonuçta onlar da insan, onları da anlamak lazım”) meseleye yaklaşım konusunda zihnimize bir soru işareti hatta ünlem düşürüyordu.  Bu insanların neden göçtüklerinin, neleri geride bıraktıklarının, burada ne gibi zorluklara katlandıklarının hikayesini dinlerken seyircinin konumlandırıldığı yer hiyerarşikti. Sahnede gördüğümüz oyuncunun ağzından anlatılan hikayedeki birey için üzülüp gözyaşı dökmemize izin veren bu kurgular o göçmenin buradaki hayatından çıkıp bize dokunan ucuyla ilgilenmiyor, göçmenleri yeni hayatlarının öznesi yapacak bir umudu, ya da bir tartışmayı sahneye taşımıyordu. Şimdinin en tartışmalı, ülkeyi ikiye bölecek, her an bir patlamaya yol açabilecek kadar önemli bu meselesiyle tiyatronun neden uğraşmadığını pek anlamıyorum. Kamusal alanın en ücra köşesinde bile konu dönüp dolaşıp bu meseleye gelirken gördüğüm tek tük örneklerin meseleyi işleyiş biçimlerini çok cılız sesli ve yavan buldum. Umarım gelecek sezon toplumdaki çok güçlü ve yüksek sesli göçmen olgusunu bir dolu karşıtlığını farklı boyutuyla tartışan yapımlar izleyebiliriz.

Güzel Son

Minimal hikayelerden genişleyen bir evren yaratmak

Hikayesi anlatılmayanların da bu dünyada bir zamanlar var olduğunu anlatan bir oyun sıyrıldı çıktı bu tek kişilik anlatı oyunlarının içlerinden. Elif Ongan Tekçe’nin yazıp oynadığı, Güray Dinçol’un yönettiği Nasıl Bilirdiniz bazı hayatların unutulmaması için tasarlanmıştı. Unutulma(ma)k meselesini araştırdığı ikinci oyunda (ilkinin adı Unutulan) çiçeği, köpeği, babayı, zamanın efendisini, kendisini, komşusunu, mahalleliyi ölenlerin sözleriyle anlatan Tekçe’nin Hafize’si sahnede tek başına dursa da oradan kulağımıza yalnızca sözleri dökmüyordu; sık sık yaşanan geri dönüşlerle anlatısına boyut kazandırıyor, bedenini anlatıcı ve anlatılan arasında bölüştürüyor, sahne arkasına yerleştirilmiş görüntülerle mekanı genişletiyor, Cesur adlı köpeği gözlerimizin önüne getiriyor, Arlet Hanım’ın sarmaşığını ellerimize bırakıyor, saatlerin tiktaklarını duyuruyordu. Nasıl Bilirdiniz adlı performans ölümün yeni hayatlara yol göstermesi için elinden geleni yapıyordu.  Ölümden geriye bir şeyler bırakma meselesini Hafize’nin filtresinden geçirip yakınlık kurabileceklerimizin zamana, türe, boyuta ya da mekana bağlı olmadığını hatırlatıp içimize su serperken mekanın canlandığını seyirciye hissettiriyordu. Nerede olduğumuzun, oturduğumuz sandalyenin rahat olup olmamasının önemi kalmıyor, tekinsiz bir mezarlık ya da sığınılan bir ölü evinden geçip içimize doğru bir yolculuğa çıkarılıyorduk. Orada kendi bakkalımızı, karanlık yanımızı, şiddet dışında bir araçla iletişemeyen kocamızı, sevilmeyen çocukluğumuzu, ilk sevgilimizi arayıp bulmaya davet ediliyorduk. O halde başrole seyirciyi mi koymuştu bu oyun; o hikayeleri ya da o hikayelerde anlatılan varlıkları unutmaması için? Yoksa asıl rolü ölüme verip  karşısına da insanları, bitkileri, hayvanları aynı önemde mi yerleştirmişti? 

Unutmamak demişken Semaver Kumpanya yapımı Güzel Son’dan bahsetmeliyim. İstanbul tiyatro festivali programında yer alan İstanbul Mon Amour’un bir parçası olan Güzel Son, 40’lı yılların edebiyatına  ve edebiyatçılarına selam verip seyirciyi o ortama götürürken kalbimizi yelpazeledi. Şairlerin  ve yazarların en çok bilinen hikayelerini yan yana getirmiş olsa da,  Nurullah Ataç, Sait Faik Abasıyanık, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kınık, Halim Şefik Güzelson ve Suat Derviş’in Mösyö Lambo’nun meyhanesinde nasıl ağırlandığına, gündelik kaygılarına, sanat tartışmalarına tanıklık ettiğimiz oyun bir hatırlama pratiği olarak eski Türkiye’yi anlattı. Biz de zaman zaman siyah beyaz bir filmin içine girdik, zaman zaman da dışarıdan izledik, izleyiciler arasında yaşı tutan edebiyat meraklıları okunan şiirlere eşlik etti. Şimdiki zamanın hayal kırıklığı ve derin  mutsuzluğu içinde boğulan hayatlarımıza yarın için veremediği ümidi dünden getirdiği örnekle telafi etti ve bu hatırlama alıştırmasına kendi katkısını sundu Güzel Son. Oyunda Mösyö Lambo’nun anlatılmayan hikayesine daha sonra karşıma çıkan bir instagram hikayesinde rastladığımda hesaplaşılmamış onca olgu ve olayın hangi birine ne kadar yer vereceğine karar vermenin bile çetin bir iş olduğunu düşündüm. Ya da şair gerçekten de kazara mı çukura düşmüştü? İsmini gizleyerek yazmak zorunda kalmakla tweet atarken yaşanan el titremesi, yürek çarpıntısı birbirinden ne kadar uzak olabilirdi?

Unutmamak veya hatırlamak bahsinde bu yıl farklı kurumlar tarafından (Tiyatro Vakfı/ Akbank Sanat/ İBB Atatürk Kitaplığı/Performİstanbul) düzenlenen tiyatro, sanat ve tarih başlıklı konuşma dizileri de  hesaplaşmadan önceki bilgilenme adımında son derece önemliydi. 

Hatırlama, bellek, yakın tarih meselelerine değinen oyunlar arasında söz etmek istediğim ve son dakikada yakalayabildiğim diğer oyun da Bir Terennüm oldu. Büyükannesine bakan torunun yaşlılığında kendi torununun bakımına ihtiyaç duyması, farklı yasaklar nedeniyle evden çıkamama, karşıdaki evin hep yıkılıp yeniden yapılması ve bütün bunların aynı odanın içinde geçmesi kısıldığımız kapanın kıskaçlarını üstümüze kapatırken temiz temiz delirmenin ferahlığına buyur ediyordu. Zamanında kırılmış/kırılmamış bütün fındıklar masanın üzerindeydi ve Leyla ile Mecnun’un can erikleri kadar çekiciydiler. Kim bilir belki de en iyi şey aşk dışında her şeyi unutmaktı sahiden, arada da bir şarkı mırıldanmak, terennüm etmek. Firuze Engin’in yazıp Gülhan Kadim’in yönettiği Orchestra Theatre yapımı bu oyun kalp kırıklığı üstüne içilen salep ya da yaseminli çay gibi bir etki bıraktı üstümde, aslolan neydi sorusunun cevabı olarak dönüp kendine bakmayı, iyi bakmayı, içerilerde bir yerlerde kalmış huzurlu an’a ve yere dönmeyi önerdi. 

Hayat Seni Çok Seviyorum

Biyografik ama nasıl?

Bu sezon beni en çok etkileyen oyunlardan biri Hayat Seni Çok Seviyorum’du. Anıların kokusunu, müziğin anıları harekete geçiren etkisini, hüznün buruk tadını, gözyaşının tuzunu, kahkahanın çınlamasını iki dilde -Türkçe ve Kürtçe-  sahneye taşıyan bu oyun bütün duyularımıza seslenirken sözün gücüne sıçrama yaptırmıştı. Kanıtlanmamış suçlar, ağır ithamlar sebebiyle politik, sözü dinlenen, aklı başında, vicdanlı, rol model olabilecek bireyleri en temel haklarından mahrum bırakmak ülke tarihinde görülen bir pratik ne yazık ki. Kemal Aydoğan’ın yönettiği, Moda Sahnesi’nin bu yapımı bir hayatı soldurmakla yeşertip canlı tutmak arasındaki yolda hayattan, çalışmaktan, uğraşıp didinmekten yana olan tarafın kayda geçirilmesi anlamında da çok değerli bir çabaydı. İki oyuncunun şair İlhan Sami Çomak’ın hayatını ve anılarını sahneye taşımaktaki ustalığı danslarda, türkülerde hikayeye mükemmel bir eşlikçi olmuştu. Oyun sonunda sahneye yayılan yorganların içinde güzel bir masal dinlemiş gibi doygun, ama bir zamanlar aldığımız çok değerli bir armağanı kaybetmiş gibi buruk çıktık Moda Sahnesi’nden. Dünyaya bugün gelmiş gibi duru sorular ve anlatımla hayata, hayatına, dünyaya bakan bir insanın bu gezegende nefes alıyor olması bile umut vericiydi. Hayatının yarısından çoğunu hapiste geçiren bir insanın söyleyeceklerini saygı ve hayranlıkla dinlerken düşüncelerim tel tel ayrıldı, yaşamın sonsuz olanaklarının karşısına her sokakta çıkan kötülükle nasıl baş edilebilir sorusu zihnimde asılı kaldı. Bu kadar naif bir yerden konuşurken yavanlığa düşmemek de o nasılın cevapları arasında sayılabilir bana kalırsa. Bu nasıl sorusuna dervişle şair arası bir yerden cevap veren İlhan Sami Çomak’la henüz tanışmamış olanlar çok şanslı, okuyacak şiir kitaplarının yanında, şimdi izleyebilecekleri çok güzel bir oyun var listelerinde. Oyunun yaratım sürecini merak edenler İlhan Sami Çomak’ın yazdığı yazıyı okumak için bu linke bakabilir: 

https://teboyun.com/oyuna-gelmek-ve-aldanmanin-guzelligi/

Queer temalar

Seçim meydanlarında “Bunlar LGBTciiiii” diye bağıra bağıra ayrıştıran iktidar dilinin bile ister istemez kabul ettiği ve ‘alışın bize’ söyleminin öyle ya da böyle gerçek olduğu bir ortamda sivri dilli, utangaç, açık sözlü, ketum, neşeli, hüzünlü birçok yapım izledim. İzlediğim sırayla gitmenin iyi bir yol olduğunu düşünüyorum. Boa Sahne’nin Misket’inde düğünlerde oynarken birbirine aşık olan (ki oyun bu aşkın coşkusunu gösteren dansla açılıyordu)  iki köçeğin sisteme yenik düşen aşkları seyircilerin gözlerinde yaşlar biriktirirken “mutlu queer aşk yoktur” formülüne uygundu.  Tiyatro Alesta’nın Fotoroman Kralı ise söz konusu formülü yok sayarak bir umut ve direniş hikayesi anlatıyordu. (1) Üstelik bu direniş hayatın her alanında, kahramanların çevrelerindeki herkesi kapsayacak kadar umut yüklenmişti, ya hep beraberdi ya hiç birimiz. Tiyatro Bereze’de sahnelenen  Cimri’de (oyun kişileri içinde yapılan tek bir değişiklikle oyuna queer bir açılım gelmişti.  Harpagon gibi bir zorbanın evinde her türlü baskıyı gören çalışanlar ve çocuklara gelebilecek bir baskıya daha yeter artık dedirtilmişti. Gerçi Erol Büyükburç çağrışımlı deux ex machine tarafından oyuna gelen bahar bize gelemedi ama umudu yukarıda tutmak için sahneden yapılan çağrıyı sevgiyle hatırlıyorum. Queer temalı çeviri bir oyunu da Oyun Atölyesi’nde izledim; Kırlangıç. Oyunculuk (Selen Öztürk ve Uğur Kanbay), konu, oyunun yapısı seyirci olarak dikkatimi sahnede tutsa da iyi çekilmiş bir Netflix dizisi gibi bitince hayatımdan geçip gittiğini söylemeliyim. Bir gay kulübe yapılan saldırıda ölenlerden birinin sevgilisi henüz açılmamış olan tarafın ailesiyle yüzleşirse neler ortaya çıkar sorusunun peşine düşmüş oyunun bu kadar ötekileştirme, düşmanlaştırma çalışmasının arasında aileler için özel bir anlamı ve işlevi olabileceğini, tıpkı bir zamanlar çekilmiş Benim Çocuğum adlı belgesel  gibi toplumsal bilinç yükseltme pratiği  sayılabileceğini düşündüm. 

Nadir Sönmez’in Diyarbakır Turizm Aktivizm adlı sunum performansı ise bir queer bellek ve kütüphane oluşturmak, açılmak ve buluşmak gibi amaçlara ulaşmak için çarpıcı, zeki, gözleme, birinci elden tanıklığa dayalı ve ilham veren, her cümlesini keyifle izlediğim bir sunumdu. 

Absürt Senfoni

Oyunun konusu tiyatro olursa 

Desteksiz, salonsuz, (neredeyse) kazançsız tiyatro yapmanın çılgınca bir haz vermesi gerek ki bunca yetenekli, akıllı insan güvenceli, sigortalı  beyaz yakalılardan olmuyor. Beyaz yakalılardan itiraz gelene kadar tiyatro konusuna geri dönüyorum. Konusu tiyatro olup seyirciyle hasbıhal halinde oyunlardan Absürt Senfoni’yi izlerken gülümsemekle üzülmek arasında gidip geldim. “Tiyatro yapan bir anlatıcının iç dünyasıyla yaşadığı hayat arasındaki uyumsuzluğu mizaha kırdırarak anlatması” gibi kuru bir tanımlamayla anlatabilirdim bu oyunu tek cümlede anlat deselerdi. Ama kimse böyle bir şey demediğine göre uzun uzun anlatayım bu sezon favorilerim arasında ilk sıralarda gelen oyunu. Serkan Abeş’in yazıp, yönetip, sahne tasarımını yaptığı, bir de oynadığı Absürt Senfoni sadece ödeneksiz ve desteksiz tiyatro yapanların hayatına içeriden bakmıyor. Genel olarak hayatlarımıza yönelik bir içe bakışı öneriyor ve bu toplumda sanatla uğraşanların yüzleşmek durumunda kaldığı/kalabileceği yalnızlıktan, dışlanıp hakir görülmekten, kendine zarar veren birine dönüşme ihtimalinden, sanat bağlantılı kurumların kokuşmuşluğundan söz ediyor. Oyun içindeki oyundaki Duran, Bakan ve Bekleyen adlı üç karakterle anlatıcının konuşmaları sıkça kesintiye uğruyor zira anlatıcının bu üç karaktere kulaklarını tıkayıp kendi hikayesini anlatmak için duyduğu önlenemez isteğin peşinden gidişine tanık oluyoruz ve son derece buruk hikayeler duyuyoruz. Abeş’in minimalist sahne ve ışık tasarımı da yaratılan o buruk duyguyu katmerliyor. İlk kez gittiğim Apartman Sahne’de izlediğim oyun gerçekten bir apartmanın alt katında, genişçe bir evin salonu kadar büyük bir sahnede oynanıyordu. Rahat (ve ikea olmayan- evet bu önemli bir husus) sandalyelerimize oturduğumuzda sahnenin bir kenarına yerleştirilmiş daracık üç kabin gördük. Bu kabinlerde bulunması gereken Duran, Bakan ve Bekleyen’in yerinde  can acıtıcı boşluklarının kalmış olması anlatıcımızı yolundan çeviremiyor, ışığın ve aksesuarın değiştirilmesi gerektiği zamanlarda içinden çekilmiş canı yerine gelmiş gibi harekete geçiyordu. Bence oyuna boyut kazandıran da bu can havliydi; bütün dünyayı karşısına almış bir cengaverin içindeki şeytanlara Zülfikarlarla saldırması, bunca absürtlüğün içinden umut yeşertmeye çalışması, gemiyi terk edenlerin ardından kaptanlığa yükselmek gibi bir zaferin ironisine yaklaşsa da burada denemeye değer bir şeyler olduğunu hatırlatıyordu. Abeş’in  ve Proje Eksi Bir’in bir sonraki oyununu merakla bekliyorum. 

Kentsel dönüşemeyişim

Bütün ülkeyi şantiyeye çeviren kentsel dönüşüm olgusu kendi başına o kadar zengin bir içerik sunuyor ki, bu olgu üzerinden bütün tarihi, toplumu okumak mümkün. Dönüşüm denen kavramın neye dönüştüğü ironisinden komedi de çıkar yaşadığımız “dram” da pekala selamlanabilir. Volkan Çıkıntoğlu’nun yazıp Gülhan Kadim’in yönettiği Kumbaracı50 yapımı Tek Kullanımlık Hikaye hem ekip çalışması olarak hem de çevre sorunlarına  mahalle sakinlerinin yaklaşımını göstermek açısından dikkate değer bir yapımdı. Efe Arslan’ın hareketli sahne tasarımı İstanbul’un bir mahallesinde geçen kentsel dönüşüm hikayesini boyutlandırdı, oyunda geçen pop şarkıları anlatıyı hayli buralı kılarken eski Türkiye gibi, mahalle hayatının da sona erdiği gerçeğini eğlenceli hale getirerek hazmını kolaylaştırıyordu. Kentin değişen kimliğine “dışarıdan” gelenlerin katılımı, kentli olmaya başlayan kuşakların  geçirdiği değişim, rantın göz karartan çekiciliği ve tarih, doğa, insan, hayvan tanımayan yıkıcılığı, kuralların yasaların sürekli ihlal edildiği bir ortamda bireyin yaşadığı belirsizlik duygusu gibi bir dolu temanın kıyılarında gezinen oyun romantik bir iyimserlikle bitmese de seyirciyi geçmişe taşımak ve o eski günleri özlemekle baş başa bırakmıştı. 

Kim Bu Ben

Çeviri oyunlar 

Tiyatro In’in sahnelediği ve Lucy Ann Kirkwood’un yazdığı  Kim Bu Ben adlı oyunun daha başından seyirciye yaptığı sürpriz gözlerimizi dört açmamıza neden oldu. Söylense seyrin tadını kaçıracak bu sürpriz sadece gidip izleyenler için. Hayatın, tiyatronun, post-pandemik zamanlar gerçekliğinin belgesel diliyle aktarılması ama aslında mocumentary (ben ona çakma belgesel desem olur gibime geliyor) özellikleri taşıması sayesinde hem bir daha yanılmamak adına hem de çok yakın geçmişimize ilişkin haberleri hatırlamak adına can kulağıyla izledik oyunu. Doğumundan  önce olanları ya da çok küçük olduğu için hatırlayamadığı ayrıntıları soran çocukların dikkati gelmişti seyirciye. 

Baştan başlayalım; bir gazetenin çöpçatanlık kampanyası aracılığıyla buluşan çiftin ilk akşamlarından itibaren neyin hakikat, doğru ya da gerçek olduğuna dair kafamız ilk sahnelerden itibaren karışmaya başladı. Noah’ın bedenen yaralanması, bir zamanlar kısa bir süre devam etme şansı bulduğu çok ünlü bir okul ve oradaki ünlü ve soylu bir arkadaş hikayesinden başlayan şaşırtmalar seyirciyi hayali bir tahtada oynanan satranç karşılaşmasını izler konuma getirip belleğini zorluyordu. Görüntülerin birkaç saniye sonra zihnimizden silindiği bir çağda dönüp hatırlamaya çağıran bu metin de bu sezon sahnelenen yerli metinler gibi bir iç bakışa davet ediyordu. Her an dikkatimizin dağıldığı, “multitask” olmanın (mümkünmüş gibi) yüceltildiği bir dönemde bu içe bakış ve hatırlama davetlerini çok kıymetli buluyorum.

İç içe geçmiş zafer taklarını anımsatan kapıların üzerine yansıtılan görüntülerin arasındaki boşluklara gelen kısımlar görüntüleri de, bir kısmının içerdiği ihtişamı da yaralıyor, anlatının (ya da metnin ve metne ilişkin otoritelerin)  inanılırlığını geçersiz kılıyordu. Kim Bu Ben seyirciyi kesif bir tekinsizlik dünyasına çekerken iki sevgilinin evlilik, ebeveynlik ve ardı sıra gelen maceralarını hep bir anlatıcı eşliğinde aktarıyor, nesneleştikleri bir hayatı sürekli hatırlatıyordu, dolayısıyla köşesinde sessiz sesiz oturan seyirci bir rahat nefes alamıyordu. Konular da bunu gerektiriyordu zaten; muhalif olmanın bedelini ödemek, ortam dinlenmesine maruz kalmak, gücün toplumsal bir sözleşmeyle tekele devredilmesi, rıza mekanizmaları, sosyal medyanın gücü karşısındaki çaresizliğimiz, Netflix’in de bir iktidar aracı olması, kendimizi var edebilmenin yolunun görünür olmaktan geçmek zorunda oluşu, çevre kirliliğinin ölümcül boyutlara ulaşması gibi temaların hepsini birden kendine dert edenlerin nefesi kesilmez miydi? Bu sarmaldan ya da kabustan nasıl çıkarız sorusuna cevap arayanların elini kolunu bağlayan koşullardan söz eden oyun seyirciye hazır bir cevap vermediği gibi mücadelenin mümkün olduğunu söylemekle birlikte pek aydınlık bir gelecek vaadinde bulunmuyordu. Oyunu izlerken arada sırada etrafıma bakındığımda bir dolu genç insanın nefesini tutmuş olduğunu fark ettim. Belki de bu yıl gittiğim oyunlar arasında karanlıkta en az telefon ekranı gördüğüm oyundu Kim Bu Ben.

Fildişi Sahili’nden Koffi Kwahulé’nin yazdığı ve Hokus Corpus Tiyatro’nun sahnelediği Close-Up adlı oyun konusu itibarıyla izlemesi çok zor olmasına karşın Ulaş Akşit’in sahnede tek başına parladığı bir yapımdı. Aynı zamanda metni çeviren ve  yöneten Ezgi Coşkun ve sahne tasarımını yapan Hande Cedimoğlu’nun sahneyi boyutlandıran tasarımıyla Ezeikel’in korkunç hikayesini soğukkanlılıkla anlatışını izlerken bomboş sahnenin ışıkla katman kazandığına şahit olduk, kurbanların çaresizliklerini biz de çaresizlikle izledik ve adaletin gelmemesine isyan ederken bu soğukkanlı katilin pervasızca ortalıkta dolaşabilmesinin koşullarını anımsadık. Close-Up, oyunun sonunda sohbet isteyen bir yapım; seyirciler ilk anda söyleyecek bir şey bulamasalar bile bir süreliğine yan yana durmaya ihtiyacını karşıladıktan sonra açılacaktır.  Zaten o yan yana olma halinin kendisi bile şifalı; umarım gelecek sezon bunu yaparlar, çok verimli söyleşilerin ortaya çıkacağını düşünüyorum. 

İsveçli ünlü yazar Jonas Hassen Khemiri’nin yazdığı ve  Tiyatro*da ekibinin sahnelediği Neredeyse Eşittir bu sezonun bir başka çeviri oyunuydu ancak içinde izleyenlere yabancı gelecek hiçbir şey yoktu. Kapitalizmin sıkı bir eleştirisini yapan oyunun anti kahramanları da hayatın çeşitli dönemeçlerinde yoksullukla, umutsuzlukla, çaresizlikle ve cehaletle sınanan kişilerdi. Her birinin hikayesinin bir benzerini duymuş, görmüş hatta yaşamış olma ihtimalimizin olduğu bu kişilerin adlarının, memleketlerinin, konuştukları dilin getirdiği farklılıkları ortadan kaldıracak kadar ortak dertler üzerine kuruluydu oyun.  Son derece yaygın haksızlıklara maruz kalan söz konusu kişilerin canlandırılmasında da benzer bir yol izlenmiş, oyuncular da birden fazla role girerek oynadıkları kişileri anonimleştirmişlerdi. Sahne tasarımı aynı anlayışla bir var olup bir yok olabilen mekanlar yaratmak üzerine kurulmuştu, mekanların kurulup kurulup dağılması göçmenliğe işaret etmekle birlikte çeşitli sebeplerle yersiz yurtsuz kalmışlara selam gönderiyordu. Kumbaracı50 atölyelerinde bir araya gelen bu topluluğun üyelerinin uyumu ve dinamizmi Altıdan Sonra Tiyatro’nun yeni bir versiyonunun geleceğine dair de ümit verdi. 

İrma Vep’in Esrarı

Çeviri ama yerelleşmiş

Charles Braun Ludlam’ın 1984 yılında yazdığı kült oyunu İrma Vep’in Esrarı  eğlenceli, zekice işlenmiş ve  doyurucu bir yapımdı. Vampir, Dracula, III. Richard gibi karakterleri Mısır’dan, İstanbul’dan, İskoçya’dan geçirip Amerika’ya götüren oyun  tiyatro dünyasına, Shakespeare’e, Türkiye’ye, oryantalizme, post-kolonyalizme, LGBTQ dünyasına selam vererek kurt adam durağında uzun bir mola verip bir uzay masalıyla  sona erdi derken 70’lerden bir Rüçhan Çamay şarkısıyla ve alkışlarla bitti. Altsahne yapımı iki perdelik bu komedide tiyatronun kendisine sık sık verilen referanslarla oluşturulan dolu dolu çağrışımlar, hareket ve durum komedisinin de parodisini yapacak şekilde tasarlanmış sahneler, birbiri ardına gelen ve seyirciyi hiç boş bırakmayan sahne ve diyalog buluşları kullanılmıştı, sarkan, sırıtan hiçbir unsura rastlamamış olmayı mutlulukla karşıladığımız bu oyun seyredenlerle tiyatro çıkışı uzun uzun sohbet edip eğlendiğimiz bir gece yaşamamıza sebep oldu.(2)

Altın Elma

İki kukla oyunu ve kadınlar

Hera, Athena ve Afrodit’in beden kuklaları içinde yüzyıllar öncesine bugünün gözleriyle bakıp Truva savaşını ve kadın olma halini konuştukları mizah dozu ve çıtası oldukça yüksek bir yapım olan Altın Elma’nın kostüm, dekor, maske ve kukla tasarımını yapan, oyunu yöneten ve projeyi tasarlayan Hilal Polat’ın bu yapımını ancak bu yıl izlemeye fırsat bulabildim. Sonrasında Polat’ın diğer işlerine dikkat kesildim, gördüğüm her işteki incelikli beğeni ve ustalık tasarımın önemini tekrar hatırlattı, ben de hatırlatıyorum! Altın Elma’nın kadınlarındaki kadim kendine güven, görmüş geçirmişliğin getirdiği telaşsız alaycılık ve tevekkül, gerçeği sahteden ayıran, külyutmaz o bakışın giderek yaygınlaşan bir biçimde tüm kadınlara yayılmasını içten istedim. Kendini çok da ciddiye almadan ama sezilerine ve deneyimine hakkını vererek bir yaşam sürmeye davet eden bu üç kadını her sene bir defa izleyebilirim, eminim onlar da iç görülerini geliştireceklerdir. 

Yaşlılıktan ölesiye korkup kaçtığımız, her yanımızın estetik  cerrah, diyetisyen, gençlik iksircisiyle çevrildiği bir dünyada sahneye iki yaşlı “teyze”yi çıkarmak muzip ve cesur bir fikirdi. Yolo Yapım’dan izlediğimiz adı Ahretlik olan oyunun iki karakteri  kollarındaki altın bilezikleri, koltuğun yanında duran dantelli sehpaları, ince belli bardakta içilen çaylarıyla her birimizin kolaylıkla hatırlayacağı, belki de hala gördüğü, yaşadığı evleri ve o evlerde yaşayan yaşlı kadınların gündelik hayatını karşımıza getirdi. Rutinin dışında bir uyaranla karşılaşmayan, karşılaşma umudu da olmayan bu kadınların da aklını çelecek, onlara gençliklerini hatırlatacak, yaşamaya değer şeylerin heyecanını hissettirecek neler olabilir sorusuna çok katmanlı bir yerden cevaplar bulunmuştu. Sözsüz hikayeye can veren oyuncuların (Hazal Şahin ve Gamze Güzel) yaşlı bedenleri epey çalıştıkları görülüyordu. Yönetmen ve maskların tasarımını ve üretimini yapan Candan Seda Balaban’ın enfes maskeleri ise görüntüyü tamamlıyordu. Çok imkanlı bir alanda gezinen oyunun içine sığabilecek bir dünya daha hikaye olduğunu görmek için belki de sözün ortadan kalkması gerekiyordu. Belli belirsiz politik göndermeler, dayanışma fikri, hayatın o yaşta da kutlanacak çok şeyi barındırdığı dedikten sonra onlarca virgülle, onlarca şey sıralayabileceğimiz, seyrederken aklıma kokular, müzikler getiren Ahretlik yaş almanın kendine has neşesini en sade haliyle anlatan bir kukla, deyince de eksik kalıyor ya neyse…belki teyzelerin aklına gelecek sezon başka şeyler de gelir. 

İstanbul’un çeperinde ama dünyayı ayağımıza getiren bir mekan

Son olarak benim için bu yılın gitmesi en zahmetli mekanı olan Beykoz Kundura Sahne’yi getirdiği şahane yapımlar için tebrik etmek istiyorum. Kendi başlarına bir festival içeriği sunarak İstanbul izleyicisini Manuela Infante’yle tanıştırdılar. Taşa Nasıl Dönülür adlı oyunun ilmek ilmek ördüğü hikaye de, sahne ve dekor tasarımı da, oyunculuk tasarımı da son derece sade, sakin ama çok güçlü bir politik anlatının zeminini oluşturuyordu. 

Kundura Sahne’de Rimini Protokoll’ün bir başka işini daha izleme şansını bulduk. Namevcut Konferans ile sahneye çıkma deneyimi yaşayan izleyiciler belgesele katkı sundular, dünyanın dört yanından toplanmış hikayelerin okuyucusu anlatıcısı ve bir parçası oldular. Belçikalı iki performans sanatçısı Silke Huysmans ve Hannes Dereere’den izlediğimiz Cennet Ada adlı belgesel tiyatroda ise sanatçılar tek kelime konuşmadan cep telefonlarını ekrana yansıtarak bir belgesel tiyatro örneği sahnelediler. Nauru adındaki bir adada olup biten çevre felaketinden, göçmen politikalarının kararttığı hayatlardan bizi haberdar ettiler. 

İstanbul’un bir ucundan kalkıp Beykoz’a gidenler bir yana, orada yaşayanlar ayaklarına gelen bu etkinliklere ne kadar ilgi gösterdi, hayatlarında bu mekanın yeri nedir bilmiyorum. Zaman içinde tıpkı Çevre Tiyatrosu’nun yaptığı gibi Beykoz Kundura’nın da mahalle arkadaşları bulacağına eminim. Kadıköy-Beyoğlu hattına sıkışan tiyatroların artık başka semtlere doğru yaptığı açılım o semtteki  belediyenin hangi partiden olduğuyla çok ilgili. Artan bilet fiyatları, uzun çalışma saatleri tiyatro talebini önemli oranda etkilese de, ne duymak isteyebileceğimiz, neye kulaklarımızı açacağımız da sınıfsal ve kültürel bir mesele. Belki bu taleplerin de konuşulması elzem olmaya başladı. Apartman dairesinde, bodrum katında, rutubet kokan eski bir binada oyun izlerken hissettiği deprem korkusuna rağmen bu salonlara gitmeyi sürdüren her yaştan seyircinin duymak, görmek istediğiyle deneyimi ne kadar örtüşüyor sorusunun cevabını ben de çok merak ediyorum. Bu yüzden de tiyatro topluluklarının oyun sonrası yapacağı buluşmaların artmasını diliyorum. En azından “neredeyse” eşitlenmek ve seyir yerinden de  sahneye bir sesin gitmesi için. 

İzlediğim oyunların çoğunluğu (bu yazıda sözü edilenlerin hepsi) kısıtlı imkanlarla oyun çıkaran bağımsız tiyatro topluluklarına ait. Dolayısıyla teknik olarak parlayan yapımlardan söz etmek olası değil; ödenekli tiyatroların imkanlarından yoksun bu topluluklardan atmosfer yaratmada, yeni bir dil geliştirmede teknik ve pahalı olanakları, tasarım imkanlarını bir kenara bıraktığımızda geriye kalanlara bakalım.

Gündemin nabzını yoklamak ve tespit edilen sorunlar üzerinden sorgulama yapmak, içinden geçtiğimiz kapkara zamanlarda tutunacak dal arayıp bulmak ve bunu pek de kapsayıcı bir bakışla ele almamak olarak özetlenebilir.  

Yazının girişinde de  değinildiği üzere  kendilerinin ve diğerlerinin hikayesini anlatmak kabul gören bir pratik, ancak bu diğerleri hakkındaki ‘bilgimiz’ ya da ‘tanışıklığımız’ derinlikli bir karakter oluşturmaktan, samimi bir anlatı yaratmaktan uzakta kalıyor. Konulara değinip geçen, izleyiciyi bir deneyime çekmekten uzak düşen, hikayedeki bir unsura takılıp onun hepimiz için ilginç olabileceğine yürekten inanmış, başından geçenlerden iyi oyun çıkacağına kanaat getirmiş  ama seyirciyi inandıramayan bir dolu yapım izledim.. 

Politik ve sosyal olarak moleküllerine kadar ayrışmanın gerçekleştiği bir iklim ve coğrafyada ve insanın kendinden bile uzaklaştığı bir zaman diliminde derinleşmenin, empati geliştirmenin, uzun uzun düşünüp üretmenin zorlu bir macera olduğu doğru.  Hemen hemen bütün oyunların önerisinin geçmişe bakmak, hatırlamak, unutmamak, hesaplaşmak, içe bakmak,  yüzleşmek temaları etrafında dönmesine rağmen pek azının bu temalardan dişe dokunur bir estetik haz, düşünsel motivasyon ve umutlu bir bakış ürettiğine tanık olabildim. Müzikal, dans performansı ve komedilere nadiren rastlanmasının da doğrudan anlatma telaşı ve isteğine bağlı olduğunu düşünüyorum. Diğerlerinin hikayesini anlatırken ortaya çıkan üsttenci bakış da, kendi hikayesini anlatırken beliren “en küçük bir ayrıntının bile atlanmaması” gerektiğine ilişkin yüksek özgüven de izlediğim yapıtların birçoğunda aynı meseleyi gündeme getirdi. Telaşla, oldu bittiyle, günün kabul gören ya da ilgi çeken konularını ele almanın yeterli olacağına duyulan inançla bir çırpıda oluşturulmuş bu yapımlar sadece karın doyurmak için pişirilmiş yemeklere benziyordu. Pişirme süresi, baharatı, farklı malzemelerin farklı zamanlarda eklenmesi gerektiği, malzemenin elle mi makineyle mi işlendiği  gibi incelikleri bir kenara itiyordu. Nasıl daha doyurucu yapıtlarla karşılaşabiliriz sorusunun cevabını ben de bilmiyorum, ama izlediklerime bakarak nasıl olamayacağı konusunda bir fikrim var. 2023-24 sezonunu merakla bekliyorum.

HANDAN SALTA

 

Notlar:

1 Oyun hakkında yazdığım bir başka yazı şuradan okunabilir. (https://tiyatrodergisi.com.tr/handan-salta-yazdi-alestanin-yeni-oyunu-bir-meydan-okuma-fotoroman-krali/ )

2 Irma Vep adlı 1996 yılında yapımı filmin müziklerini dinlemek isteyenler için; https://open.spotify.com/playlist/59vTEwixxcyugQDBRJj3YF?si=p5PJ3JAMQp-hpxxc2ZhMdQ)

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku