Çok Tiyatro, Hiç Sanat, Az Seyirci, Hasta Toplum

Neslihan Ekim
2,8K Okunma

20. yüzyılın ilk yarısında, sanat alanında geçmişle yüzleşme ve yeni arayışlar, özellikle Türkiye Tiyatrosu’nda belirgin bir etki yaratmıştır. Semih Çelenk‘in tespitiyle, bu dönemde tiyatro, bazı sanatçılar tarafından bir “ahlak mektebi” ve “mabed” olarak algılanmış, sanatın pratik yaşamdan uzaklaşması ve organik bağlarının zayıflamasına neden olmuştur. Bu kopuş, tiyatronun kutsal bir olgu olarak yüceltilmesine ve toplumsal bağlarını yitirmesine yol açmıştır.

Peki, gerçekten tiyatro toplumun belirli bir kesimine mi hitap eden bir sanattır? Yahut ne zamandan beri bu algı oluşmuştur? Ülkede artan yoksullukla birlikte tiyatro sanatı lüks haline gelmiş gibi klişe bir tanımlama ne kadar doğru olur? Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları’nın bilet fiyatları ile elbette prodüksiyon tiyatrosu olarak tanımladığımız özel tiyatroların biletleri arasında uçurum vardır. Fakat oyun kalitesi ve seçilen oyunlar açısından bir değerlendirme yapıldığında, seyircilerin yorumlarının neredeyse aynı olduğunu gözlemlemek mümkün. Ya yabancı yazarların oyunları sahnelenmekte ya da yerli yazarların ‘’eski’’, ‘’demode’’, ‘’bilindik’’ oyunları… Bu açıdan bakınca kurumsal tiyatronun da, prodüksiyon tiyatrosunun da seyircisi zaten hali hazırda tiyatro alışkanlığı olan, 35-40 yaş üstü bir kitle… 

Peki ya diğerleri? Belediyelerin kendi bütçelerinden satın alarak, halka ücretsiz olarak sundukları bulvar tiyatroları yahut kendi ideolojileri çerçevesinde sahnelenen oyunlar… Sırf ücretsiz olduğu için salonu dolduran, belki hayatında ilk kez tiyatro izleyen bir kitle ile karşılaşıyoruz. Bu kitlenin ne yazık ki bir tiyatro alışkanlığı oluşamıyor. Bunun nedeni ise enflasyon değil. Ücretsiz çorba dağıtılsa kuyruk oluşturan kitleye, sahnelenen oyunlar ulaşamıyor. Özdeşlik kuramadıkları oyunlardan çıkan seyirci kitlesi de, para verip tiyatroya gitmek istemiyor. Çünkü tiyatronun da yeme-içme gibi bir ihtiyaç olduğunun bilinci yok. Evet, aynı derece önemli bir ihtiyaç! Toplumun duygusal açlığını sanattan başka doyuracak güç yok. Ve bu duygusal açlık bir süre sonra toplumsal psikolojileri de etkiliyor. Ruh sağlığı bozuk bir toplum oluşuyor. 

Gelelim genç kitleye… Teknoloji jenerasyonu yahut Z kuşağı… Zannedildiği gibi bir kuşak değil. Kafası fazlasıyla açık olan bu yeni nesil, sanatsal tüketimin gerekliliğin farkında. Yasaklanan festivallere, toplumsal baskılara rağmen sosyal hayatını sürdürüyor. Tam bu noktada Avangart Tiyatroların varlığını önemli buluyorum. Bu tiyatrolar, yeni jenerasyonun sesi! Fakat İŞİN ASLI PEK ÖYLE DEĞİL… 

Çünkü bu ‘’Avangard’’ tiyatroların sayıları oldukça fazla ve bu gençler bu kadar çok seçeneğin içinde o ‘’an’’ dikkatlerini ne çekerse o oyunu tercih ediyorlar. Ki Kadıköy gibi bir semtte, risk almak istemeyen seyirci kitlesi yine tercihini bilinen tiyatro salonlarındaki oyunlardan yana kullanıyor. Yeni açılan mekanların da bu yüzden pek çoğu uzun soluklu olamıyor. Bilinen tiyatrolarında kendilerinin sahnelediği oyunlar dışında sahnelerine kabul ettikleri konuk ekipler, genellikle belirli bir genel sanat yönetmeni vizyonunundan geçmeden, sahnenin masraflarını çıkarabilmek adına kiralanmış oyunlar.  Sahnelenen oyunların çoğunluğu büyük hüsran. Konservatuarlardan mezun olan herkes tiyatro kuruyor, oyun sahneliyor. Amatör ruh ve heyecan çok güzel fakat oyunlar gerçek anlamda bir tiyatro olmaktan da uzak. Deneysel çabaların ötesine geçemiyor. Üstelik oyun tercihleri de bilinen yazarlar yönünde değil, kendin pişir kendin ye! Çoğunluğunun yönetmeni yine kendi yaşıtları ve tecrübesiz yönetmenler. Yönetmenliğin yıllar içinde birikimle oluşan bir meslek olduğunun idraki yok. Dramaturgun ne olduğunu bile bilmiyor çoğu örneğin. 

Tam bu nokta meslek ayrımlarından bahsetmek gerekiyor. Yazarlık, yönetmenlik, dramaturgluk, sahne amirliği, dekor tasarımcısı, kostüm tasarımcısı, ışık tasarımcısı… Bakınız bunların hepsi birer MESLEK GRUBU. Oyunculardan yazar ve yönetmen olmaz mı? Elbette olur. Fakat, konservatuardan yeni mezun oyuncudan olmaz bunlar. Özellikle yazarlık, yeteneğin dışında ciddi mesai isteyen bir olgu. Kaldı ki, Türkiye’de yazarlık eğitimi veren üniversiteler de, özel kurumlar da mevcut. Buradan mezun olan eğitimli yazarlarımız var yani… Yönetmenlik alanında ne yazık ki 2 üniversite dışında eğitim veren kurum yok fakat, bir yönetmenin yanında çalışarak(asistanlık, yönetmen yardımcılığı) alaylı bir şekilde yönetmen olunabilir. Dramaturg konusu zaten yıllardır tartışmalı. Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de DTCF’de bölümü olan, mezun veren bir meslek ve tiyatronun olmazsa olmaz unsuru bana göre. Dekor-kostüm konusunu daha da üzücü. Güzel Sanatlar Fakülteleri’nden bu bölümlerden mezun olmuş bir sürü insan var ama çoğunu dizi-sinema sektörüne kaptırmış durumdayız. Işık tasarımı zaten Allah’a emanet, ses tasarımı da bilinmeyen ve üstüne çok kafa patlatılmayan bir mesele. Ses mühendisi yetiştiren okul var mı bilmiyorum ama en azından müzisyenlerle çalışılsa… Oyunculuk konusu zaten bildiğiniz gibi. Adım başı özel üniversite. En fazla 8-9 kişilik olması gereken oyunculuk sınıfları 30-40 kişi. Eğitmen kadroları feci durumda. Doğru düzgün eğitim almadan mezun olan, oynayamayan oyuncular mezun oluyor her yıl. Yanlış anlaşılmasın, eleştirin merkezinde kişiler değil, kurumlar ve sistemin kendisi var.

Hal böyle olunca TUİK raporlarının verilerine göre Türkiye genelinde 5 milyonu geçen tiyatro seyircisinin hangi oyunlara gittiğini, o anketlerin nerelerde yapıldığını merak etmeden duramıyorum.

  2000’li yılların başında, Türkiye’deki bağımsız topluluklar tarafından sıkça tercih edilen blackbox sahne formu, sanat anlayışında yeni bir dönemi simgeliyordu… Bu topluluklar, genellikle seyirci ile oyuncunun aynı zemini paylaştığı, sahnenin değiştirilebildiği siyah düz bir zemin üzerine kurulu mekânlarda alternatif sahneler oluşturmuşlardı. Rejiden, oyunculuğu, oyun seçimlerinden, seyircinin izleme biçimine varana kadar deneysel olduğu kadar yenilikçi ve kaliteliydi. Sayıları oldukça azdı ve başlarında da genelde yetkin tiyatrocular vardı. Beyoğlu’nda başlayan, sonrasında Kadıköy’de devam eden bu mekânlarda ne yazık ki artık eskisi gibi işler görmek çok zor. İtalyan sahne mantığında, avangart sayılabilecek metinlerle klasik oyunculukların hakim olduğu orta kalitede oyunlar ve  gerçekten bir derdi olan, rejisi güçlü, iyi çalışılmış, yenilikçi oyunlar da bu amatör çoğunluğun arasında görünmez durumda. En çok konuşulan şey; REKLAM. Dikkat çekici oyun afişleri, fragmanlar ve sosyal medya! 

Tiyatro seyircisi, özellikle seçici olan kitle zaten oyun seçimlerini metne, yönetmenin ismine, oyunculara bakarak yapıyor. Salonları dolduran da bu kitle ile birlikte eş, dost, tanıdık… Sen ben bizim oğlan, sanatsal mastürbasyon! Halk? Ki kazanılması gereken kitlenin dikkatini çekmek için neler yapılmalı ben de bilmiyorum. Bir şey yapılması kaçınılmaz, orası kesin… Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi; ‘’Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Uygarlık doruğunun merdiveni sanattır.’’ Ve şüphesiz ki, tiyatro sanatı asırlar boyunca insana ulaşmanın en etkili yoludur. Bunun için, hem gençleri hem de ücretsiz tiyatroya gitme alışkanlığı olan kitleyi gerçek birer tiyatro izleyicisine dönüştürmeliyiz. Bunun yollarını, yöntemlerini aramalıyız.

Ayşın Candan‘ın ifade ettiği gibi, “alternatif, öncü, öteki” gibi kavramlar, bu tiyatroları tanımlamak için kullanılan muğlak terimlerdir. Fakat kaç tanesi gerçekten öncü? Hangi oyunlar gerçekten 21. yüzyıl tiyatrosu? 

İnönü Bayramoğlu‘nun “Alternatif Tiyatro Kendini Riske Eden Tiyatrodur” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, alternatif tiyatro, sanatın kendi kurumsal normlarına karşı çıkan bir tavır sergiler. Sanatın çeşitliliği ve değişkenliği, her dönemde yeni ile eskinin çatışması ve yeninin kendini riske ederek ortaya çıkmasıyla şekillenir. Yani sadece yapmış olmak için yapılmaz!  Bana; ‘’Oyun yazar mısın?’’, ‘’Dramaturgluk yapar mısın?’’ ‘’Oynar mısın?’’ diye sorduklarında, ilk sorguladığım şey, ‘’Bu oyunu neden sahnelemek istedikleri!?’’ Çoğunun gerçek bir cevabı yok. 

Bu bağlamda, Türkiye’deki alternatif tiyatro hareketi, sanatın kurumsal normlarına meydan okuyarak, yenilikçi ve risk alan bir perspektiften sanatı şekillendirmeye çalışmaktadır. Kavramsal ve kuramsal temellerin genişletilmesi için muğlak terimlere daha derin bir anlam kazandırılmalıdır. Örneğin;  Kral Übü ilk kez sahnelendiğinde seyirciyi nasıl kışkırttıysa, hala aynı ruhla, aynı etkiyi uyandırabilecek yöntemler bulunmalıdır. Kurumsal tiyatroların çürümüşlüğü, prodüksiyon tiyatrolarının burjuva görgüsüzlüğüne bir meydan okuma gerçekleşmeyecekse, kara kutunun içinde alternatif olan değil, Übü’nün ilk repliği vardır. 

NESLİHAN EKİM

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku