BGST Tiyatro ile Söyleşi: “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor, Hâlâ!”

Esra Dicle
5,7K Okunma
BGST Tiyatro’dan Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zeynep Okan ve Nihal Albayrak ile yeni oyuları “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” üzerine konuştuk…

Yavuz Pak:  2017’de Zabel Yesayan’ın hayatını sahneledikten sonra kadın hikâyelerinin daha fazla anlatılmasını dilediğinizi belirtmiştiniz ve şimdi, tarihsel olarak ilerici, aydın bir kadın karakteri, Sevgi Soysal’ı sahneye taşıyorsunuz. Öncelikle bu seçimin ardındaki motivasyonu öğrenebilir miyiz?

Duygu Dalyanoğlu: Bunun aslında pek çok cevabı var. Öncelikle kişisel bir cevapla başlayayım. Edebiyatının çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Sevgi Soysal ile üniversitede Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu okuyarak tanışmıştım. Sevgi Soysal zamanının çok güçlü bir tanığı ve çok ince detaylara değinebilen iyi bir gözlemci. İnsanlar hep 12 Mart dönemini biliyor ama 12 Mart öncesinde de sonrasında da her anlamda eşitsizlikleri, cinsiyet, sınıf, etnik köken kaynaklı meseleleri net bir şekilde gören ve edebiyatına yansıtabilen biri. Bunu kendine has üslubunu, ironiyi ve sıcaklığını kaybetmeden 40 yıllık yaşamı boyunca devam ettiriyor. 40 yaşamı diyorum, çünkü çocukluğunda yazdıklarının da çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bugün de hâlâ yaptıkları, söyledikleri, anlattıkları, edebiyatı güç veriyor. Kendisi de içinde bulunduğu durumlardan hep güçlenerek çıkmayı başarmış birisi; hapishanelerden, evliliklerden, işten atılma deneyimlerinden, kanserden bile. O yüzden de bence Sevgi Soysal’ı bugün anlamak ve anlatmak çok önemli.

Esra Dicle:  Oyun Cumhuriyetin 25. yılından 50. yılına kadar geçen süreçte Türkiye’nin sosyopolitik evrimini yansıtıyor. 1961 Anayasası’nın ardından gelen göreceli özgürlük ortamında hızla yükselen ve 12 Mart Muhtırası sonrası şiddetle bastırılan devrimci toplumsal muhalefet, oyunda Sevgi Soysal’ın tanıklığı ve deneyimleri üzerinden anlatılıyor. Elbette oyun Soysal’ın öznelliğini ve onu kurma mücadelesini dışlamadan karakteri hem sosyopsikolojik hem de ideolojik/politik veçheleriyle kavrıyor. Dolayısıyla Soysal’ın edebiyatının bireyselden toplumsala doğru geliştiği yönündeki yerleşik ama yanıltıcı yargıyı da kendi içinde ortadan kaldırıyor. Belki de bu nedenle Yürümek romanı oyun boyunca temel vurguyu üstleniyor hem karakterin hem de romanın kendisinin hem de Soysal’ın hayatının bireysel-politik boyutları açısından. Sizin, Sevgi Soysal’ın yaşamının ve yazınının mahiyetine nüfuz etmek için önemli bulduğunuz kavramlar, olaylar, ilişkiler neler oldu? Bu soruyu metin, reji ve oyunculuk açısından, bütün olarak soruyorum. 

Aysel Yıldırım, Foto: Esra Kılıçer

Duygu Dalyanoğlu: Biz bu işe başlıyoruz dediğimizde ilk yaptığımız şey hep birlikte yazdıklarını okumak, hatta üzerine yazılanları okumak oldu ve şunu gördük aslında: Evet, 12 Mart bir kırılma anı, ama Tutkulu Perçem’den Tante Rosa’ya, Yürümek’e kadar hepsi aslında öznel bir toplumsal bakış açısı içeriyor. Aslında bir Cumhuriyet çocuğu var karşımızda. 1936’da bir bürokrat kızı olarak dünyaya geliyor ve aslında bir vaat ile dünyaya geliyor. Ve o vaadi hep var. O vaadi nasıl gerçekleştiremiyor ya da gerçekleştiriyor? Yani onu yazmaya iten şey ne? 20’li yaşlarında yazmaya başladığında edebiyat dünyasında nasıl karşılanıyor? Bu sadece Sevgi Soysal ile ilgili değil, Adalet Ağaoğlu’nun da benzer bir hikâyesi var. Bu ikili aslında Cumhuriyet’in 1960’lardaki özgürleşme sürecinde nerede duruyor? Soysal’ın aslında kendini gerçekleştirme isteği sadece öznel bir istek, evet ama aynı zamanda da bütün kadın yazarların ya da entelektüel kadınların yaşadığı bir şey. Sevgi Soysal buradan nasıl çıkıyor? Ya da İmroz’a gittiğinde, çağdaşları da İmroz’a giderken, Azra Erhat gibi, Melih Cevdet Anday gibi, onlardan farklı bir şey görüyor ve onu yazıyor.

Ya da Yürümek aslında bugünün moda tabiriyle kesişimsel bir yerden yasaklanıyor. Hem kadının özgür cinselliğini anlattığı için, hem Rum meselesine değindiği için TRT’nin linç kampanyasında bir araca dönüşüyor. Bunların hepsi hem Sevgi Soysal hem de döneminin aydın kimliğiyle ilgili.Oyunu, kurgusunu kurarken biz bir kuşak analizi de yapmayı çok önemsedik ve hep bunu test ettik. Yani bu bir günde, bir yazımda olmadı. Bugün bile hâlâ test etmeye devam ediyoruz. Biz döneminin tanığı olan bir kadını anlatmak için üç şeye çok dikkat ettik. Hayatının hangi aşamalarını anlatmalıyız? O dönem ülkede neler olup bitiyordu ve bu onun edebiyatına nasıl yansıdı? Dolayısıyla kurguyu yaparken o dönemeçleri birbirine kesiştirmeye devam ettik. Mesela Adalet Ağaoğlu ile herhangi bir dönemde karşılaşmıyor ama biz bu karşılaşmayı yeni anayasa ve 27 Mayıs’ın ardından kurguladık. Cumhuriyetin 25. yılında çok partili döneme geçiş tartışmalarının olduğu, ülke ne kadar muhafazakarlaşacak ne kadar özgürleşecek, bunların tartışıldığı bir dönem. Dolayısıyla bunları hep test ederek, eksiklerin ne olduğunu görerek, eklemeler ve çıkarmalar yaparak başladık metin çalışmasına diyebilirim.

Duygu Dalyanoğlu, Foto: Esra Kılıçer

Aysel Yıldırım: Ben en başta yapılan okumalarda içindeydim çalışmanın. Oyuncular ve yazar birlikte bir Sevgi Soysal portresi oluşturmaya başlamışlardı. Soysal’ın etrafındaki kadınlarla birlikte ve onların yaşam döngüleri üzerinden bir hikâye oluşmaya başlamıştı. Yaz başında, bir ön gösterim esnasında metindeki birtakım fazlalıklar ayıklandı. Sevgi Soysal’ın yaşam hikâyesi, Türkiye yakın tarihiyle değdiği noktalar çok anlamlı olacaktı ve buraları açığa çıkarmak üzerinden ilk reji ve dramaturji müdahalesi oluştu. Reji gözüyle henüz kronolojik olmayan oyunun, kronolojik hâle getirildiğinde belgesel yönünün de öne çıkacağını düşündük. Böylece Sevgi Soysal’ın yaşam öyküsünün çok boyutlu yansıtılmasını ve öğreteceği bazı şeylerin de daha iyi kavranmasını hedefledik. Çünkü bir yandan da öğreniyoruz oyundan, tanık oluyoruz ve hatırlıyoruz. Oyun yakın tarihi öğretmiyor ama hatırlatıyor diyebiliriz. Bir portreyi canlandırırken, “Zabel”’de ya da “Kim Var Orada” oyunlarında olduğu gibi çoklu persona çalışması yapıyoruz. Sadece anlatılan persona değil, onun etrafındaki başka personalar ve onların o dönem, o koşullarda neler yaşadıkları ve olaylara, gelişmelere ne tür tepkiler verdiklerini ele alıyoruz ve bunlar üzerinden o entelektüel, aydın, öncü kişiyi anlamlandırıyoruz. Burada da o formülü işletmek, o formüle yaklaştırmak yönünde bir önerimiz oldu. Yazımda da sahnede de hızlıca öyle bir yere geçildi ve o sahnelerde gizli olan tarihsel koşuları çıkarttık. Örneğin Adalet Ağaoğlu sahnesinde Demokrat Parti sonrası sol güçleniyor ve sokaklar dolup taşıyor ama bu aynı zamanda Sevgi Soysal’ın çok dibe vurduğu ve eve kapandığı bir dönem. Adalet Ağaoğlu ile o süreçte karşılaşmasını da herhangi iki yazarın karşılaşması gibi değil de aslında Sevgi Soysal’ın bir çıkış yakalamaya çalıştığı bir karşılaşma gibi düşündük. Ağaoğlu, Soysal’ı yeniden yazmaya, bunalımdan çıkmaya davet ediyor gibi bir sahne. O sırada dışarıda gürül gürül bir hayat akıyor. Ama onun devrimi değil, çünkü kadınların eve kapanmaya devam ettiği, Adalet Ağaoğlu’nun bile erkeklere burjuva sofraları hazırlandığı bir dönem. Öte yandan, sağlık sorunları yaşayan bir çocuğu var, onun bakımıyla boğulduğu bir dönem. Nihayet Adalet Ağaoğlu ve Tante Rosa’nın teşvikiyle klostrofobiden çıkmaya çalışıyor. Yani, bu tür olayları etken olarak düşündüğümüzde sahneler daha çok şey söylemeye başladı bizce.

Duygu, Sevgi Soysal’ın ailesiyle çok yakın bir ilişki kurdu. Kızı Funda Soysal çok yardımcı oldu, fotoğrafları, aile albümü, her tür arşivini açtı, paylaştı Duygu ile. Rejisel bir müdahalemiz de görüntüler üzerinden gelişti. Kişisel arşivin yanı sıra, Duygu kütüphanelerde araştırmalar yaparak dönem haberleriyle, toplumsal gelişmelerin görüntüleriyle zenginleştirdi görselleri. Sevgi Soysal’ın kişisel portresi ile o dönem olup bitenler, hatta dünyada olup bitenler birleşince, oyun çok daha fazla seyirciyle konuşmaya başladı. Dramaturji, metin ve sahneleme çalışması yaparken son olarak “oyun bugüne ne söylüyor?” sorusunun yanıtını aradık. Bu bizim önceki oyunlarımda da hep yanıtını aradığımız bir soru. Cumhuriyetin 25.yılı, 50. yılı derken 100. yılında prömiyer yapmış bir oyun  bugüne ne söylüyor? Buradan yola çıkınca daha çok şey söylemeye başladı oyun.

Zeynep Okan, Foto: Esra Kılıçer

Zeynep Okan:  Sürecin belli bir noktasında Sevgi’yi benim oynanama karar verdiğimizde, korkutucu bir şeydi benim açımdan. Çünkü, Sevgi Soysal çok yakın tarihte yaşamış biri ve O’nu yakından tanıyan insanlar hâlâ hayattalar. Kızları, çocukları hayatta. Bu durum umduğumdan fazla bir sorumluluk ve huzursuzluk hissi uyandırdı bende. Yani ya onları mahcup edersem? Fakat çok sıkı ve güzel bir kadro çalışması yaptık. Duygu özellikle malzemeye çok hâkimdi. Malzememiz sağlam ve iyi olunca Sevgi Soysal’ın hayatını doğru noktalardan aktardığımızdan emin olmanın getirdiği bir güven oluştu bende de. Ama oyuncu olarak Sevgi Soysal’ı hayata nasıl geçirebileceğimiz üzerine çok düşündüm. Beni en çok çarpan ve bence en önemli özellikleri nelerdi? Bana en çarpıcı gelen yönleri cesareti ve hem kendisine hem çevresine dürüst oluşuydu. Ve işte Yürümek’in beni en çok çarpan kısmı mesela. Bugün de insanlar yalan bir ilişkinin içinde hâlâ çok debeleniyor, ama Sevgi Soysal bunu yapmıyor ve bunu yapmadığı için yaftalanıyor, yaftalanmaya devam ederken de bunu yapmaya devam ediyor. Yani inandığı hayatı yaşamak konusunda çok ısrarlı. Bu zaten bence çok çarpıcı ve çok az insanın başarabildiği bir şey. Öte yandan içinde büyüdüğü aileyi anlayabildiğini düşündüm. Kendimle paralellikler kurabildiğim noktalar oldu. Her şeye rağmen, ilk birkaç sergilemeyi kadrodaki diğer arkadaşlara yapana ve onların yorumlarını alana kadar ve sergilemelerimizden birini izleyen Funda Soysal’ın onayını alana kadar rahat olamadığımı söylemeliyim. Sonra tamam, dedim, sen de birazcık daha cesur olabilirsin artık. Benim için zor bir hazırlık süreci oldu diyebilirim.

Esra Dicle: Gerçekten hem kolektif çalışma hem metnin ve rejinin sağlamlığı destekliyor oyunculukları da. Ölüme yakın, hasta bir kadınla karşılaşıyoruz daha oyunun açılışında ve ona hangi duyguyla yaklaşacağımızı tamamen senin performansın belirliyor. Daha sonra daha gençliğine, yazarlığına, kadınlığına uzanan, oyun boyunca sürekli değişime uğrayan bir rolün var. Tüm bunlar metin ve reji sayesinde kolektif oyunculuğun desteği ve senin oyunculuğun ile hep bir dengede tutuluyor. Yani hiçbir duygu kanırtılmıyor, her duygu fark edilip algılanabilecek seviyede tutularak veriliyor.

Nihal Albayrak, Foto: Esra Kılıçer

Zeynep Okan: Ben daha önce bu tarz bir rol çalışmadığım için benim için de pek çok açıdan yeni bir süreç. Şunu da belirtmeliyim ki Aysel’in yönetmenliği beni çok rahatlatan bir şeydi. Çünkü biz 20 yıldır Aysel ile beraber tiyatro yapıyoruz. Hem beni iyi tanıması hem karşımda oyunculuğuna ve gözüne güvendiğim birinin olması hem de Aysel’in bana güvenmesi çok önemliydi. Güven duygusunun oyuncuyu çok rahatlatan bir şey olduğunu bu süreçte yaşayarak öğrendim.

Nihal Albayrak: Tüm bu sürece yazarın da yönetmenin de anlattığı sürece oyuncuların nasıl adapte olduğu konusunda, bizim kolektif dramaturji yapıyor olmamız oldukça belirleyici. Bize bir metin teslim edilip işte rolün bu, bunu oku ve bunu yap ya da dramaturjisi böyle diye bir aktarım yapılmıyor. Biz en başından itibaren ekip olarak birlikte okuyup tartışarak hem tarihsel arka planın hem oyun metninin oluşumunda ortak hareket ediyoruz. Bence bu kolektif anlayış sayesinde oyuncular da rollerini çok daha iyi sindirebiliyorlar, girebiliyorlar içlerine diye düşünüyorum. Aramızda çok aktif bir tartışma, fikir alışverişi, paylaşım ortamı var. Oyunun çıkış sürecindeki kolektif yapı oyunculuklara da yansıyor.

Yavuz Pak: Duygu, aile ile nasıl temasa geçtin, ailenin oyunun oluşum sürecine katkısı ne oldu?

Duygu Dalyanoğlu: 2022 yazında biz kaynakları taradık, okuduk, tartışmaya başladık. Sevgi Soysal’ın kızı Funda Soysal’ın yazdıklarını da okuduk. Çünkü 2000’li yılların başında Sevgi Soysal’ın bütün külliyatını İletişim Yayınları ile birlikte yeniden yayınlayan kendisi. Onunla iletişime geçmek istedik hem bu projeden bahsetmek hem onun onayını ve görüşlerini almak için. Aynı zamanda bir tarihçi ve annesinin çoklu okumalarına çok önem veren birisi. İlk görüşmemizde bana çok şey anlattı ve sonra her ay buluştuğumuz ve konuştuğumuz bir sürece evrildik. Annesini henüz bir yaşındayken kaybetmiş ve hayatı boyunca onu aslında yazdıklarından ve arşivinden keşfeden birisi Funda. Bizim sorduğumuz soruların çok daha fazlasını kendisine soran biri ve bu soruları paylaşmaktan da mutlu olan, bazen zorlanan ama mutlu olan biri. Karşılıklı birbirimize güvendik. Sadece benim sorularım değil grup içerisinde de pek çok şey soruyorduk. Bizimle Sevgi Soysal arşivini, çok özel, yayınlanmamış mektuplarını, oyuna yansıyan yansımayan pek çok şeyi paylaştı. Bence Funda oyunun sürecini sadece birtakım malzemeleri paylaşmaktan dolayı etkilemedi, onun annesinin yokluğuyla kurduğu ilişki bizim oyundaki bazı tercihlerimizi de etkiledi. Mesela, ilk buluşmamızda, “ben hep annemden bana bir ses kaydı kalacak diye bekledim” demişti ve daha o zaman oyun kurgusu yoktu. Beni oyundaki ses kaydı alma önerisini getirmeye iten şey bu oldu mesela. Böyle bir ses kaydı gerçekte yok. Mesela mektuplarında elim çok iyi tutmuyor, yazım kötü, kusura bakmayın, çok yazamıyorum diyordu Sevgi Soysal. Bütün bunları birleştirip aslında Funda’nın  ihtiyacını duyduğu şeyi, ses kaydı alsa diye düşündük biz de. Dolayısıyla Funda’nın desteği çok farklı bir rehberliğe dönüştü bizim için. Zaman içinde şahsi bir dostluğumuz da oluştu. Buradan da ayrıca teşekkür etmek isterim.

Foto: Esra Kılıçer

Yavuz Pak: Sizin öncelikleriniz ve tercihleriniz konusunda anlaşmazlık yaşadığınız oldu mu peki?

Duygu Dalyanoğlu: Olmadı. Yani biz oyunla ilgili belirli bir olgunluğa eriştiğimizde ulaştık Funda’ya. Zeynep’in söylediği gibi prömiyerden yaklaşık iki ay önce geldiğimiz noktayı sergiledik, kurguyu anlattık ama metni vermedik. Onun yerine sahnede izlesin istedik. Çünkü bizim oyunlarımız sadece metinsel oyunlar değil, oyunculuğun, hareketin, görüntünün, müziğin çok boyutlu olduğu oyunlar. İzlediğinde de çok yapıcı eleştirileri, önerileri, soruları oldu. Prömiyerden sonraki oyunlara da geldi. Bu arada başka insanlarla da görüşmemize vesile oldu. Deniz Çakıcı ile bizi buluşturdu. Aileden iki kardeşiyle, Mine Hanım’la ve İzzet Bey’le görüştük. Onlardan başka hikâyeler dinledik. Sevgi Soysal’la aynı koğuşu paylaşmış iki kişiyle görüştük. Dolayısıyla Funda bize farklı kapılar da açtı ve farklı Sevgi Soysal hikâyelerini dinlememize de vesile oldu. Ama dediğim gibi anlaşmazlık gibi bir şey olmadı. Çünkü ona saygı duyan ve farklı yaklaşımları sahiplenen birisiydi. “Annem de çoğalmayı severdi” diyerek yaklaştı sürece hep.

Yavuz Pak: Biyografik anlatıların, özellikle politik veçheleriyle ele alındığında, bir yandan politik mücadelenin içindeki bir yaşantının bünyesinde barındırdığı “didaktizm”, diğer yanda politikaya temas eden bir oyunun bağrında taşıdığı “ajitasyon” potansiyeli var. Oyun özelinde ve daha geniş çerçevede bu iki kavramın tiyatro ve sanatla ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Esra Dicle: Ben de buraya bir ilave yapmak istiyorum. Biyografik anlatıların aynı zamanda anlattığı kişiyi kahramanlaştırma gibi bir zaafı barındırma potansiyeli de var. Çünkü aslında Sevgi Soysal’ın metinlerinde de pek çok karaktere hassasiyet, empati hatta belirli bir duygudaşlıkla yaklaşılsa da biyografik anlatılarında kendine yaklaşımında da olduğu gibi, kimse eleştiriden azade kılınmaz. Siz bu kahramanlaştırma tuzağından nasıl kaçındınız ya da kaçınabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Foto: Esra Kılıçer

Aysel Yıldırım:  Bizim gençlik oyunlarında bir arkadaşımız “yeni didaktik tiyatro” demişti! (Gülüşmeler) mesela bizim gençlik oyunlarımızdan bir arkadaşımız da “Ama eğlenceli ve tiyatral bir Moliere anlatısı dinlediğinizde bir şeyler öğrenmenin zevkine varıyorsunuz” demişti. Aslında biz de bu oyunlarda o kadar çok şey öğreniyoruz ki! Mesela, yeniden Sevgi Soysal’ı tanımanın, okumanın zevki. O doyum doğrudan bizim metnimize, oyunculuğumuza, rejimize, yani oyunun kendisine siniyor. Bunu paylaşma isteği doğuyor elbette bu doyum. Aslında bir şeyleri öğrenmenin, hatırlamanın ya da bir şeyin izini sürmenin, araştırmanın keyfi çok farklı. Çünkü merak, bizi insan yapan en temel duygu ve öğrenmek yaşam boyu süren bir arzu. Mesela, Youtube’da neden bir şeyler öğrenmekten keyif alıyoruz, değil mi? Niye insanlar tiyatroda da bir şeyler öğrenmekten keyif almasınlar? Didaktik, öğreten demek aslında. Tiyatro bir şeyler öğreniyor olmaktan çok keyif alınabilecek bir yer neden olmasın? Aynı zamanda duygusallaşılabilecek, ajite olunabilecek de bir yer. Biz de çok duygusallaştık bu oyuna hazırlanırken. Dönem müziklerini dinlerken, hikâyeleri okurken, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu okurken, o kadınların hikâyelerini dinlerken biz de duygusallaştık, ajite olduk ve sahnede de duygusallaşılması gayet doğal. Çünkü çok büyük bedeller ödeyerek çok büyük acılar, yoksunluklar yaşamış, çok büyük mücadeleler vermiş ve hayatlarından vazgeçmiş kadınlardan bahsediyorsunuz. Çiğdem’den bahsediyorsunuz mesela sahnede, işkenceden geçmiş, konuştuğu için çok pişman… Nasıl paylaşılmaz onun duygusu? Bu tür noktalarda bir şeyleri anlatma, paylaşma süreçlerinde, yer yer duygusallık olması bizim işimizin bir parçası diye düşünüyoruz. Bunun günahı yok. Çünkü bütün bu süreçte ne almışsak hayattan, onu seyircimizle paylaşıyoruz, bilgisiyle, duygusuyla… Bu gerçekten tiyatro kuralları içerisinde, yani estetik bir şekilde yapıldığı sürece bizim için bir yol.

Esra Dicle: Bununla bağlantılı olarak şunu da sormak istiyorum. Sevgi Soysal edebiyatının en önemli niteliklerinden biri yazarın sürekli kurmacanın kendisi üzerine düşünmesi, her metninde farklı anlatım biçimlerinin imkânlarını araştırması, modernist, politik, gerçekçi, grotesk, fantastik, psikolojik boyutlarıyla insanın ve çağın kompleks yapısını kavramaya ve bunların biçimsel temsilini bulmaya çalışmasıdır. Sizin oyununuzun estetiği de aslında BGST rejisinin alıştığımız niteliğini sürdürerek, böyle bir biçimsel zenginlik barındırıyor. Sahne estetiğini ve kolektif oyunculuk anlayışını besleyen koreografi ve danslar; oyun boyunca ve bizzat oyuncular tarafından sürekli değiştirilen, her sahnede dönüşen ve rejiye hizmet eden dekor kullanımı; sahne geçişlerini sağlayan ve oyunun anlattığı dönemin tarihsel, politik, toplumsal süreçlerini açıklayan video görseller; zamanın-mekânın ruhunu yansıtan kostümler. Hazırlık sürecinde Sevgi Soysal edebiyatının biçimsel-estetik niteliği ile nasıl bir diyalog kurdunuz, rejiyi besleyen, kışkırtan, zorlayan vs bir etkisi oldu mu? 

Esra Dicle, Foto: Esra Kılıçer

Duygu Dalyanoğlu: Çok zengin bir malzeme vardı elimizde. Didaktizmle ilgili olarak bu noktada bir ilave yapayım. Didaktik olunabilirdi ama bir sorun olduğunda hep ona dönebiliyorduk. O kadar çok materyal var ki. Romanlar, hikâyeler, köşe yazıları, mektupları vb. Dolayısıyla her konuyla ilgili bir cevabı var Sevgi Soysal’ın ve merak ettiğimiz pek çok konuyla ilgili ya da benzer bir konu hakkında neler düşündüğüne dair çok kaynak var elimizde. Mesela İmroz sahnesi tamamen kurgu bir sahne. Başar Sabuncu’yla birlikte İmroz’a gittiğini biliyoruz ama gerisi kurgusal bir sahne. Yürümek’te dansa davet edildiğinde kullandığı “özenti gibi katıldım aralarına” cümlesi bir referans oldu bizim için bu sahnede. Adaya gidip radyocu kimliğiyle kadınları anlatan bir kahraman çizmedik. Yıldırım Bölge sahnesinde, hep kendisini sınırlarını bildiği anlardan yararlandık. Fantastik yerlere de gittik tabii, mesela Tante Rosa’nın bu oyunda mutlaka olması gereken bir karakter olduğunu düşündük ve bir seçki yaparak onun bütün maceralarını anlatmaktansa bırakma cesareti bağlamında bazı sahneler seçtik  ve rüyavari bir sahnelemeyi tercih ettik. Öte yandan son dönem yazdığı mektuplardan etkilenerek oyunu hastalık sürecinden başlatmayı tercih ettik.

En önemlisi Sevgi Soysal’ın çoklu bakışını benimsemeye çalıştık oyunda ve çevresindeki karakterleri yarattık, roman karakterlerinden kurgu karakterler yaratarak işin içine soktuk.

Esra Dicle:Oyunun metnini oluştururken hem Sevgi Soysal’ın romanlarına, hikâyelerine, yazılarına, mektuplarına, ses kayıtlarına hem de onun üzerine yazılmış metinlere, belgelere, tanıklıklarla ve röportajlarla oluşmuş bir nevi sözlü tarih arşivine kadar geniş bir malzemeye açıldığınız anlaşılıyor. Bu kadar çok ve parçalı; farklı anlatıcılara, seslere, yaklaşımlara, hatta zamanlara ait geniş malzemeyi Soysal’ın dilinde eriterek bütünlüklü bir metinsel üslup oluşturmayı başarmışsınız. Bu süreçte Sevgi Soysal’ın dilinin, ifade biçimlerinin, imajlarının fark ettiğiniz, önemsediğiniz yönleri neler oldu sizin için? Kolektif çalışmanın bu sürece katkısı ne oldu?

Nihal Albayrak: Birbirinden farklı ve kimileri gerçekten yaşamış, kimileri roman karakterlerinden oluşan bir kurgu inşa ettik. Süreç boyunca beraber okuyup, tartışıp, beraber sindirdiğimiz için bu süreçle baş edebildik.

Diğer yandan, kahramanlaştırmanın önüne geçebilmek için eleştirel bakışı hep korumaya, çok sevdiğimiz bir karakter de olsa ona objektif yaklaşmaya çalışmak bizim için oldukça önemli. Tamamen yermek ya da göklere çıkartmak değil ama çok yönlü bir biçimde ele almak için uğraşıyoruz karakterleri. İçine ne kadar girersek girelim, mesafemizi koruma çabasında olmamız da bütünsel bir metin üretme sürecinde etkili oldu.

Foto: Esra Kılıçer

Yavuz Pak: Beni en çok etkileyen sahnelerden biri, Soysal’ın İmroz’daki anıları üzerinden, Rum halkının yaşadığı sorunların, yaratılan korku ikliminin azınlık halklar üzerindeki etkilerinin anlatıldığı sahneydi. BGST Tiyatro’nun öteden beri kültürel çoğulculuğu önemsediğini biliyoruz. Bu sahneyi özellikle bu yaklaşımınızın getirdiği bir tercih mi oldu yoksa Sevgi Soysal’ın yaşamına dair mutlaka aktarılması gereken bir sahne olarak mı kurguladınız?

Zeynep Okan: Çok isabetli bir soru çünkü biz bu sahneyi aramızda çok tartıştık. Bu bir kurgu sahne. Mesela Stella, Duygu’nun kurguladığı bir karakter ve bu sahnedeki karakterlerin Sevgi Soysal’ın hayatından ya da romanlarından bir karakter olup olmaması konusunda tartışmalar yaptık. Öte yandan, bu sahne yerine onun hayatından başka bir ana mı dönmeliyiz diye tartıştık. Evet, biz topluluk olarak kültürel çoğulculuğa kıymet veririz, böyle sahneler yaratmayı tercih ederiz ve bu anlamda bir dil de oluşturduk. Ama Sevgi Soysal oyununa böyle bir sahne koyup koymamayı çok tartıştık. Sonra bu sahneyi koymaya karar verdik. Çünkü Yürümek’teki İmroz anlatısı çok etkileyici. O yıllarda İmroz’da yaşananları ve İmroz halkının gördüğü muameleyi çok gerçekçi bir yaklaşımla anlatıyor Sevgi Soysal. Hatta bu süreci onun kadar gerçekçi bir dille anlatan başka bir yazar yok diyebilirim. İmroz’a giden yazarlar var fakat turistik bir dille ve oryantalist bir yaklaşımla ele alıyorlar adayı ve ada halkını. Çıkarma sonrası adadaki Rumların yaşamlarındaki değişimleri, onların ruh hallerini, bir şeylerin yanlış gittiğini, yaşanan gerilimi Sevgi Soysal çok çarpıcı ve gerçekçi bir dille anlatıyor. Duygu’nun aktardığına göre Funda Soysal da Yürümek’in bu kadar tepki çekmesinin nedeninin İmroz’u bu şekilde anlatması olduğunu düşünüyor. Bu veriler ışığında, bu sahne bizim için daha değerli bir hale geldi ve bu sahneyi koyduk.

Duygu Dalyanoğlu: Evet. Ayrıca Sevgi Soysal ile Mümtaz Soysal’ın aralarındaki özel mektuplarda, kendi ağzından da “sen misin Rumları anlatan?” gibi bir imayla bunun açıkça dile getirildiğini görüyoruz. Zeynep’e ek olarak, Yürümek’in finalinin kişisel olarak benim için çok etkileyici olduğunu belirtmek isterim. Evet, Yürümek bu yüzden yasaklandı ama sahneyi kıymetli kılan bir başka şey de şu: Sevgi Soysal’ın hikâyesinde, Ankara’dan çıkıp halkla ilk karşılaştığı yer İmroz aslında. Bu anlamda, kendisi için de İmroz ziyareti çok önemli bir aşama. Londra’daki hastane sürecinde Kıbrıslı Rumları anlayabilmesinin temelinde de İmroz anıları var. Bu konuda Serdar Korucu’nun çok iyi bir çalışması var. O dönemin edebiyatını inceliyor ve İmroz’a giden yazarların şu cümleleri -sonradan oyundan çıkarttığımız bir replik bu- kurduklarını söylüyor.- “Aynı Fransa’nın güney sahillerine benziyor!” Oysa Sevgi Soysal adanın ve halkının gerçeklerine değiniyor. Bu bağlamda biz 1960’larda İmroz’da yaşananları, adayı terk edenlerin hikâyelerini araştırdık ve şunu gördük, adada çok önemli bir dönüşüm yaşanıyor ve radyo insanlar için çok kıymetli çünkü haber alabildikleri tek kaynak radyo. Sevgi Soysal da bir radyocu olduğu için sahneyi buralardan birleştirerek kurguladık ve eklektik olmaması için çabaladık. Adadaki varoluşu da tekli göstermek istemedik elbette. Bu da ayrı bir dramaturjik tartışma konusuydu hem kendi aramızda hem de BGST Tiyatro’dan diğer arkadaşların katkılarıyla yürüttüğümüz. Türkiye ve Yunanistan’ın konumları, adadaki farklı halklar, farklı insan profilleri üzerinden ince ince kurguladık detayları. Dolayısıyla, İmroz sahnesi bizim için bir renk, bir ton olmanın çok ötesinde, olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir sahne idi.

Foto: Esra Kılıçer

Yavuz Pak: Dekor kullanımına ayrıca ve tekrar değinmek istiyorum, dekorun kendisi ve oyun boyunca işlevinin hızla değişimi zamanlar ve mekânlar arasındaki hızlı geçişleri ve aslında bunun trajik-travmatik boyutlarını da cisimleştiriyor. Dekorla hikâye çocukluğun sıcak odalarından İmroz’daki bir iskeleye, o iskeleden bir yazarın yargılandığı mahkeme salonuna, mahkemeden 12 Mart askerî hapishanesine, hapishaneden hastaneye taşınıyor. Ama sanırım en çok da hapishane vurgusunu çoğaltıyor ve sadece oyunun içindeki duygu-durum değişimlerini değil içinde bulunduğumuz çağın duygu-durumunu da somutlaştırıyor. Sahne tasarımının oyunun anlattığı dönemle izlendiği-sahnelendiği dönem arasındaki ilişkiyi görünür kılmaya yönelik veya buna imkân veren bir düzeni olduğundan bahsedilebilir mi? 

Duygu Dalyanoğlu: Aslında, başlangıçta ayakta duran ve parçalara bölünebilecek, portatif bir yatak hayal etmiştim. Sonra mimari tasarımcı arkadaşım Ali Dur ile görüştük ve o bu dekoru yaptı. O dönemin lambiri estetiğinden ve 1970’ler Londra’sının estetiğinden esinlendi ve çeşitli biçimlerde tasarladı. Malzeme bize geldiğinde sahnelere göre işlemeye başladık. Koreograf olarak Banu Açıkdeniz ve rejisör olarak Aysel Yıldırım’ın ve bizlerin katkılarıyla başka bir şeye dönüştü malzeme. Sahneleri çalıştıkça malzemenin işlevleri belirlendi ve çeşitlendi.

Aysel Yıldırım: Sevgi Soysal’ın romanlarında öldürdüğü dört karakter, ölüme yaklaştığında kendisini kuşattığı için yatakta başlıyor hikâye. Her biri gerçekten hayatında yer almış ve sonra romanlarına girmiş karakterler bunlar. Oyunun kendisi de ölüm ve yaşam fikriyatı üzerine kuruluyor zaten ve ölümle bitiyor. Biz bunu Sevgi Soysal’ın koro başı olduğu bir koro estetiği içerisinde ve bir hareket korosu gibi tasarlamak istiyorduk. Elimizde de yapboz gibi ne şekle sokarsan girecek bir malzeme vardı. Çok sade ve işlevsel ama çok anlamlı hale gelebilecek bir malzeme. Her ölüm sahnesinde onunla birlikte bir koreografinin kurulduğu bir sahneleme yapma fırsatı doğdu buradan. Dekoru hareket ettirmek oyunun hikâyesi açısından çok önemli. Dekor, oyunculardan biri haline geldi diyebilirim çünkü göstergelerden biri olmanın ötesinde, mesela oyuncuların birlikte dans ettiği malzemelere dönüştü. Ayrıca, video görsellerin üzerine yansıtıldığı bir çarşaf oldu ve beyaz perde işlevi gördü. Öte yandan hem isekele hem ölüme giden yol hem cezaevi parmaklığı hem Tante Rosa’nın üzerinde yürüdüğü ip hem de Çiğdem’in üzerinden atladığı hapishane duvarına dönüşebiliyor dekor. Sahne geçişlerini çok kolaylaştırdı. Koreografımız Banu Açıkdeniz aynı zamanda çok iyi bir dansçı olduğu için dekorun sahnede bir oyuncuya evrilmesine de büyük katkı sundu.

Foto: Esra Kılıçer

Esra Dicle: Sevgi Soysal, özellikle sizin de oyunda ağırlıklı olarak diyalog kurduğunuz metinlerini şiddetin, tekinsizliğin, hatta ölümün siyasi iktidar tarafından yönetildiği, adaletin bir kurmacaya dönüştüğü bir dönemde kaleme alıyor ve tam da bu meşru-yasal kılınmış zorbalığın baskısı altında hem o zorbalığı ifşa etme hem kendi sözünü üretme yollarının nasıl bulunabileceğini gösteriyor. Yani bir taraftan hayatta kalma çabasını bir yanda kurtuluş ve özgürlük arayışını sürdürüyor. Şafak’ta Oya’nın serbest bırakıldıktan sonra dediği gibi “Can derdindeyiz evet”, fakat diğer yandan “Serbest bırakılmak yeterince rahatlatıcı değil”. Politik tiyatro çizgisini kuvvetle sürdüren BGST de günümüz koşullarında sözünü söylemek için nasıl yollar üretiyor, nasıl ifade alanları, biçimleri var ediyor? 

Zeynep Okan: Gerçekten tam da böyle bir durumun içindeyiz. Biz, tiyatroya yapmaya başladığımız üniversite yıllarından bu yana, başka türlü bir tiyatro yapmadık. Başka türlü tiyatro yapsak içimize sinmeyecek sanki bizim. Sevgi Soysal da aslında kanunda suç olarak tanımlanan hiçbir suçu işlememiş bir insan. Sadece varoluşuyla birilerinin tepkisini çekmiş, başına bunlar gelmiş. Bizim başımıza da neler gelir, bilemiyoruz. Biraz öyle bir tarihsel dönemdeyiz yine. Sadece varoluş şekliyle yöneticileri rahatsız ettiği ve başkalarına gözdağı vermek için gözaltına alınan, tutuklanan, yıllarını cezaevinde geçiren çok insan var. Ama başka bir şey yapmayı bilmeyince ve bizim açımızdan tiyatro yapmanın yolu bu olunca da geriye alternatif olarak sadece tiyatro yapmamak gibi bir çözüm kalıyor. Dolayısıyla, BGST olarak, bizim yapacağımız oyunların politik olması kaçınılmaz diyebilirim.

Yavuz Pak:  Oyunda, 12 Mart muhtırasının ardından oluşan baskıcı dönemde bile hâkim sınıfların hukuk ve yasalar çerçevesinde hareket ettiklerini, hukuk devletinden taviz vermeyen bir işleyişin olduğunu bizzat Sevgi Soysal’ın cezaevine giriş çıkışları üzerinden gözlemliyoruz. Henüz keyfiyetin hüküm sürmediğine, politika ve hukukun devlet ve toplum ilişkisinde belirleyici ve güçlü konumda olduğuna tanıklık ediyoruz.

Aysel Yıldırım: Oya Baydar bir söyleşisinde, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu sürecinden bahsederken “O yıllar her şeyin çok daha masum olduğu yıllardı, işkenceci bile daha masumdu” diyor. Belki 1980 Eylül darbesinin ve sonrasının bir provasıydı o dönem. Hukukun ve yasaların güçlü olduğu bir dönem gerçekten hâlâ o dönem. Daha tarihsel bir bakış açısıyla Sevgi Soysalların kuşağı, Cumhuriyeti kurucu kuşağından devralıyorlar, kurucu kuşağa eleştirel bir yerden yaklaşıyorlar ve daha iyi bir ülke, daha yaşanabilir Cumhuriyet yaratma amacındalar. Ama dönemin dünya ve ülke konjonktürü içinde her şey tersine dönüyor. Devrimin kendi çocuklarını yediği bir döneme giriliyor aslında ve Sevgi Soysalların kuşağı önce bir şaşkınlık, hayal kırıklığı sonra da öfkeyle karşılıyorlar bu süreci ve buradan kendilerine bir mücadele azmi devşiriyorlar.

Foto: Esra Kılıçer

Esra Dicle: Sanırım kuşaktan kuşağa devreden şey o mücadeleci ruh oluyor.

Aysel Yıldırım: Evet, o ruhu yaşatıyorlar.

Nihal Albayrak: İçinde bulunduğumuz koşulları düşününce bizim böyle bir iş yapabiliyor olmamız, bizim de burada tutunabilmemizi, o mücadeleci ruhu devam ettirebilmemizi sağlıyor. Özellikle benim kuşağımda çok ciddi bir karamsarlık ve umutsuzluk var. Herkes ülkeden gitmek istiyor. Mesela benim için bu oyunu çıkartma süreci tekrar kendime ve ülkeme bir şans verme ve tekrar mücadele  ruhuna sarılma duygusu da yarattı.

Esra Dicle: Oyundaki 50. yıl yazısının oyuna yerleştirilme biçimi ve sunulma biçimindeki kuvvet önemliydi.  Orada eldeki cop hem şiddeti hem o şiddete olan direnci gösteriyor aynı anda. Aslında bu kadar etkileyici olan, şiddeti görmek kadar onunla mücadele direncini gösteren bir kadını da görmek.

Duygu Dalyanoğlu: Biz de anlamlı tiyatro yapmakta ısrar ediyoruz diyebiliriz. Biz de oyun yaparken anlam bulmaya çalışıyoruz çünkü. Ben siyaset bilimi okudum mesela ama Türkiye tarihine dair pek çok derinlikli bilgiye bu oyunla ulaştım ve anladım belki de. Sevgi Soysal dönemindeki TRT özerkliği, üniversite özerkliği, basın özerkliği, toplumsal cinsiyet meselesi ve linç kavramları… Bunların hepsi bugün bizim meselemiz, üniversitemizin meselesi. Dolayısıyla, bütün bu meselelerin kökenlerini anlamak ve anlatmak bize hem insan hem sanatçı hem de ekip olarak direnç sağlıyor ve Sevgi Soysal’a göre tek avantajımız, birlikte olmamız. Birbirimizi hem sanatsal olarak beslemek ve birbirimize bir üretim alanı açmak bizim avantajımız. Anlamlı tiyatro derken kastım bu ve bunu estetik bir biçimde yapmak için birbirimizi sürekli zorlamamız çok kıymetli. Oyunu bugüne kadar dokuz kere oynadık ama hâlâ değiştirmeye, dönüştürmeye devam ediyoruz. Çünkü anlam arayışımız hep devam ediyor.

Esra Dicle: Çünkü yaşamakta ısrar etmek böyle bir şey!

ESRA DİCLE – YAVUZ PAK

 

“Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” Oyun Programı

29 Ocak Pazartesi 20:30 – Moda Sahnesi

5 Şubat Pazartesi 20:00 – Bursa Nazım Hikmet Kültürevi

9 Şubat Cuma 20:00 – Küçükçekmece Atakent Kültür ve Sanat Merkezi

13 Şubat Salı 20:00 – Ankara, Yenimahalle 4 Mevsim Tiyatro Salonu

24 Şubat Cumartesi 20:30 – Sahne Pulchérie

27 Şubat Şubat Salı 20:30 – Fişekhane İkinci Sahne

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku