Ayla Algan: “Gösterme, Ol. Anda Yaşa!”

Burak Süme
3,3K Okunma
Türkiye tiyatrosunun usta ismi Ayla Algan’ı, dergimiz yazarı Burak Süme’nin kendisiyle bir ay önce (Aralık 2023) yaptığı söyleşiyi yayınlayarak sonsuzluğa uğurluyoruz. Tiyatromuzun başı sağolsun…

*****

Sanatın tılsımlı kubbesinin altında, sedasını sonsuza taşımış ender sanatçılarımızdan Ayla Algan’ı ani rahatsızlığı nedeniyle ebediyete uğurladık. Hâlâ inanamıyorum. Sadece birkaç hafta önceydi. O gün içimde büyük bir neşe ve tarifi olmayan bir mutluluk vardı. Çünkü Ayla Algan’ı uzun zaman sonra yeniden ziyaret edecek ve yeni kitabı “Yaratıcı Oyuncu, Yaratıcı İnsan” üzerine bir söyleşi yapacaktım. Hemen TRT’nin yanında bulunan evinin zilini çaldığımda karşımda masmavi gözleriyle sevgiyle bakan Ayla Algan’ı gördüm. Saatlerce sohbet ettik. Bana hayata ve sanata dair birçok önerilerde bulundu. Ayrıca beni lise sondayken üniversite tahsilimi sanat üzerine yapmam konusunda beni cesaretlendirmişti. Ne söylesek az gelir… Mekanı cennet olsun…

Burak Süme, Ayla Algan ile…

Burak Süme: Canlandırdığınız  karakterlerle hayatın, insanın tanığı ve belleği oldunuz. Zaman içerisinde geliştirdiğiniz kalıplara sığmayan oyunculuk tekniğinizi, gözlem yeteneğiyle de çoğaltmış, bu tecrübelerinizi geçtiğimiz Temmuz ayında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı “Yaratıcı Oyuncu, Yaratıcı İnsan”ı okuyucuları ve özellikle de öğrencileriyle buluşturmuştunuz. Satır aralarında anılarınıza da değindiğiniz eserinizde, tiyatro ve sinemanın da tarihsel evrimine ışık tutuyorsunuz. Bu kitap hem otobiyografi hem de sanatla ilgilenen araştırmacılar için de bir başvuru kaynağı. Bu eseri oluştururken çıkış noktanız, ilham kaynağınız neydi? Kitabınız matbaadan gelince neler hissettiniz?

Ayla Algan:  Çok heyecanlandım. Çünkü iki senelik yayık bir çalışma esnasında ortaya çıktı bu kitap. Pandemi döneminde, hastalıktan korunma, el yıkama gibi tedbirlerin ve sokağa çıkmama gibi yasakların uygulandığı bir sürecin içerisinde sürpriz oldu bana. Ama iyi de oldu, diyebilirim çünkü bu süreçte çok rahat araştırma yaptım. Yalnız buradan okuyuculara da söyleyeyim, çok oturunca insanın şekeri artıyor. Ne olursan ol, genç yaşlı farketmez. Benim şekerim yok mesela ama bir anda şekerim kendiliğinden 170 olmuş. Televizyonda uyarıyor, bilhassa -yemekten sonra yürüyüş yapın- diye…

Ayla Algan’ın “Yaratıcı Oyuncu, Yaratıcı İnsan” adlı kitabının kapak görseli

“BU ÇOCUKLAR KİTABIMIN VERMEK İSTEDİĞİ MESAJI ANLAMIŞ.” DEDİM!

Burak Süme: Kitabınızın kapağına baktığımda kendi muhayyelimde Jeanne d’Arc gibi güçlü bir azizenin duruşu beliriyor. Bu poz sizin sanattaki bilgeliğiniz ve yaşamdaki varoluşçuluğunuzla özdeşleşmiş gibi. Neler söylemek istersiniz?

Ayla Algan: Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim. Evet, çünkü bu Hekabe… Hektor’un annesi. Yani Troya kraliçesi. Ben bu rolü 2011 yılında “Troyalı Kadınlar” diye sahneledim. Sartre, daha çağdaş olduğu için onun yazdığı piyesi tercih etmiştim. Şehir Tiyatrosu’ndayken Sartre’nin “Sinekler”inde (1961) de oynamıştım. Kitabın kapağına o pozumu tercih etmişler. Çok mutlu oldum, neden biliyor musun? Kitabın içerisinde duygusal duruşlarım var. Yani duygusal pozlar verdiğim… Mesela tiyatro sahnesindeyken bir elim havada ya da şarkı söylerken başka bir duruş içerisindeyim. Kitabın kapağındaki ise bu duruşların sonunu temsil ediyor, parmaklarımı sıktığım, ellerimle kapanma duruşum var. Yapı Kredi Yayınları’nda kitabımı tasarlayan senin gibi genç çocuklar, tüm gestuslarımı almışlar ve bu fotoğrafı tercih etmişler. Kapağı görünce “Bu çocuklar benim kitabımın vermek istediği mesajı anlamış.” dedim. Duygusal bellek bedende yapay değil, gerçektir ve uzun vadelidir.

Tarla Kuşu oyunu

“KİTAPTA KONUŞUR GİBİ BİR ANLATIM DİLİ KULLANDIM.”

Burak Süme: Kitabınızın sayfalarını araladığımızda, rahmetli eşiniz Beklan Algan, Prof Dr. Süleyman Velioğlu gibi birçok kıymetli sanat üreticilerinin de biyografilerine ulaşmamız mümkün. Kitabınızın öğrencilerinize sunmak istediği bakış açısıyla özdeş bir ismi var, “Yaratıcı Oyuncu, Yaratıcı İnsan”. 2010 yılından günümüze İstanbul Drama Sanat Akademisi’nde genel sanat yönetmeni olarak görev alıp, “Yaratıcı ve Çağdaş Tiyatro Teknikleri” ve “Reklam Dizi Sinema Oyunculuğu”  dersleri veriyorsunuz. Bununla beraber TAL’in (Tiyatro Araştırma Laboratuvarı) kurucusu ve başkanısınız.

Ayla Algan: Ben kitapta konuşur gibi bir anlatım dili kullandım. İçerisindeki metinleri, chapterlara ayıran Yapı Kredi’deki editörler oldu. O kadar yerinde kısımlara ayırmışlar ki… Mesela “Bugünün Oyuncusuna” diye bir bölüm açılmış kitapta. Orada anlatmışım. Çapa’daki Psikiyatrist Prof. Dr. Süleyman Velioğlu, “Kim ki yaratma edimi içindedir , onun adı insandır.” diyor. Yani insan yeganedir, yaratıcıdır. Yaratıcı insan olunduğunda, yaratıcı oyuncu da olunabilir. Yaratıcı oyuncu olunduğunda ise seyirci de yaratıcıdır. Bu bakış açısı da Beklan’a (Algan) aitti. Buradan yola çıkarak kitabımın ismi “Yaratıcı Oyuncu Yaratıcı İnsan” oldu. Süleyman Bey’le biz de yaratıcı drama üzerine çalışmalar yaptık. Ankara’ya gittik. Kendisi hastalarına resim yaptırarak, tanı koyup, tedavi ediyordu. İlaçla değil terapiyle iletişim kuruyordu. Biz de oyunculuğu araştırırken, önce insanı bilmeye, anlamaya çalışmıştık. Böylece oyunculuktaki yaratıcılığı pekiştirebiliyorduk. Oyunu izleyen seyircide kolay özdeşleşebiliyordu. Tarihteki oyunculuk sürecine de baktığımızda, oyuncu ne kadar yaratıcı olursa seyirci de o kadar yaratıcı olabiliyordu.

Tarla Kuşu oyunu 1961

“GÖSTERME, OL. ANDA YAŞA!”

Burak Süme: Kitabınızın arka kapağında “Gösterme, ol. Anda yaşa!” mesajı veriyorsunuz.

Ayla Algan: Evet. Gösterme, ol. Anda yaşa!… Halbuki onun eski adı Latince  ‘homeostasis’tir, homosapien gibi… Antropolojide  ‘homo’, insan demek. ‘Homeostasis’, anda olması insanın. “Kur’an-ı Kerim”de ‘an’ deniliyor. “An nedir?” diye soruyorduk hep. ‘Aklın ötesi’ demek ama herkes kendi anı olduğu için kimisi din adamları gibi dindar oluyor o an, bazı sanatçılar “çağrışım”  diyor akla, yani homeostasis, insanın statik durağı gibi hepsi birbiriyle iç içe. Onu ancak anladım ve yazabildim. Çok zordu. Bizim zamanımızda tez, antitez vardı ve biz buna inanırdık. Fenomenoloji, yapısalcılık, ekonometri hepsi bunun üstündeydi. Anda’yı bilmezdik biz. Şimdi anaokullarında anda yetiştiriyorlar çocukları, benim torunum beş buçuk yaşına kadar gitti. Eğitimde antropozofi denilen ‘Waldrof yaklaşımı’ benimseniyor. Antropozofiyi yazan Waldrof, tütün fabrikasında onların çocuklarına bu anı – anda yaşamayı öğretiyor. Nasıl mı? Plastik yok. Sadece saman ve tahta ile yaratıcılık güçlerini arttırarak hayat bilgisi veriyor. O çocuklar çok akıllı çıkıyorlar ve paylaşmayı öğreniyorlar. Mesela Cuma günü hamur açıp, ekmek pişiriyorlar. O paylaşmayı bilmeyen “Bu bebek benim!” diye ağlayan çocuk, ekmeğini paylaşmayı öğreniyor. Meryem gibi anlıyor musun? Hani bizim çocukluğumuzda Meryem’in ekmeği büyük bir şeydi. Kopar kopar bitmez, o kendini yeniler, denirdi bize. An’da olmakta bunun gibi bir şey.

Ah Güzel İstanbul filminden

MUHSİN ERTUĞRUL “BU YAPTIĞINI LİTERATÜRE YAZACAĞIZ!” DEDİ

Burak Süme: 1962 – 1963 yaz sezonunda Muhsin Ertuğrul’un “Hamlet” oyununda iki kez Ophelia, bir kez de Hamlet karakterini canlandırmıştınız. Özellikle Rumeli Hisarı’ndaki açık hava temsilinizde Ophelia karakterinin alt benliklerini oluşturarak, rolün görünmeyen yanlarını da sahnede icra etmiştiniz.

Ayla Algan:  İlk temsilimde Ophelia’yı, Muhsin Ertuğrul’un istediği gibi oynamıştım, elimde güller ile sahneye çıkıyordum. Ama ikincisinde düşünmüştüm ki, bu Ortaçağ’da yaşayan bir kızdı. Hatta textin birinci bölümlerinde var ama ikinci bölümlerinde yok, çünkü delirmişti. Fakat neden delirmişti? Abisi Leartes ise neden yanında değil de Paris’te idi? Hamlet’te İngiltere’de ve bu kadın kalmış mı bir başına… Düşündüm ki, bu güzel kızı askerler infial etti ve o da aklını kaçırdı.  Bir de yaşlı bir kadının ona bir eşarp vermiş gibi yaptığı bir sahne yarattım. İlk temsilde beyazla girmiştim içeri, ikincide ise hem siyahlarla hem de elbisemin üzerinde akmış olan kızlık kanımla girdim. Üstünde de bir de o eşarp vardı. Yani olanları bir büyük anne görmüş, acıyıp ona bu eşarbı vermiş gibi düşünmüştüm. Çünkü kraliçenin şaşkınlık içeren bir repliği vardı, “Zavallı Ophelia” diye… Bu sözcükleri daha ortada hiçbir şey yokken söylüyordu. Peki, neden bu kıza acımıştı? Sonrasında role kendi intiharımı da ekleyerek oynadım. Normal de Ophelia, izleyici tarafından alkış almaz, çünkü “İyi geceler!” deyip, düşük çıkar sahneden. Ama ben de bir alkış koptu… Rumeli Hisarı’ndaki o surlar var ya, oradan güç aldım. Babasını o soğuk toprağa gömdüklerini düşündükçe, “Ağlamaktan kendimi alamıyorum!” dedim ve yukarı çıkıp, seyircilerin arasına girdim. Oradan aşağı intihar ettiği gölün mizansenini yarattım ve aşağı indim. Sonrasını hatırlamıyorum. Artık yüzdüm mü, boğuldum mu? Bilmiyorum. Muhsin Hoca, hiç beklemiyordu ve çok şaşırdı. Bana dedi ki, “Dün gece Shakespear’la mı telgraflaştınız? Bu yaptığını literatüre yazacağız, her halde sortie yaparak alkış alan ilk Ophelia sen olmuşsundur.”

Burak Süme: Kitabınızın sinema filmi olma ihtimali var mı, anılarınızdan yola çıkarak?

Ayla Algan:  Film değil de, ben şimdi bir tiyatro piyesi yazıyorum. “İhtiyar Kadın ve Robotlar”, yabancılaşma üzerine, kendi derdim, kendim yabancılaşıyorum. Belki onu film gibi çekerim de her gece gidip, oynayamam diye düşünüyorum.

“TİYATRODA YAPABİLİRSİN AMA SİNEMADA ÖYLE DEĞİL!”

Burak Süme: Sizce rolün alt benliklerini hangi alanda göstergelere dönüştürebilmek çok daha kolay olabilir. Beyaz perde mi, yoksa tiyatro sahnesinde mi?

Ayla Algan: Tiyatroda yapabilirsin ama sinemada öyle değil. Yani boş bir sahneyi veya o taşın görüntüsünü vermek zorundasın. Yalnız montajla flashback ile o göl sahnelerini aralara yerleştirerek gösterebilirsin. Mesela “Antigone ve Creon” için de aynı şey geçerli… Antigone, sahneye hep ayakta girer ama sinemada hiçte öyle değil. Yanında iki adama “Gömdüğümü gören kimse git yakala, getir!” diyor. Mecbur bir kelle de gidecek. Ben onu sahneye koysam, toprağı elleriyle kazarken başlatırım. Çünkü koro “Tırnaklarının arasında kan vardır.” diyor. Kendim oynadığım zaman bu tarz alt benlikleri çıkartabiliyorum. Ama sinemada mekâna gidebildiğimiz için onları çekip, ara planlar halinde koyabiliyorsun.  İki asker tutmuş ve tüm gece mezarı kazıtmış ve seyirci önünde “Antigone” oluyor. Sahnede ne yaparsan yap, hizmetçi de olsan, saraylı da her şey seyircinin önünde oluyor. Ama sinemada böyle değil. Biz sahneye tiratla çıkarız, konuşur gibi… Ancak tiratların içerisine sinema montajı gibi sahnelemeler yapılabilir. Mesela Antigone, tiradında “Ben şimdi yalnızım, ben ne aptal, ne kocamış herifin tekiyim.” diyor ve sonrasında annesini görüyordu.

“MODASI GEÇİNCE ŞARKICI OLMADIĞINI ANLIYOR!”

Burak Süme:“Ah Güzel İstanbul” (1966) filminiz kült filmler arasında yerini alıyor. Senaryoda Safa Önal, reji koltuğunda Atıf Yılmaz… Bence bu filminiz bir masaldı. Bugünü toplumsal gerçeğiyle kıyaslayarak bakan, her yaştan insana küçümsenmeyecek dersler çıkartma olanağı yaratan bir masal… Öyle ki filminin sonunda Sadri Alışık’ın size, “Ama yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma! Dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.”demesi bu filmin ulaştığı bilgeliğe işaret ediyor…

Ayla Algan: “Ah Güzel İstanbul”da İzmir’den İstanbu’a göç eden artist olmak isteyen bir kızı canlandırdım. O devre çok kötü bir devreydi, bütün müziklerimiz yozlaşıyordu, hatta arabeskin çıkışı da o zamandan kök saldı diyebiliriz. O dönemi eleştirmek için Safa Önal  senaryoda klasik Türk müziğimiz “Şenaz Longa”yı kullandı. O dönemde Ses mecmuası yarışmalar düzenlerdi. Ben de yarışmaya başvurmak için bir seyyar fotoğraçısına fotoğraf çektirmeye gitmiştim. Fotoğrafçıyı da Sadri Alışık oynamıştı. Sadri, kıza acıyor ve kötü yola düşmesin diye yardımcı oluyordu. Ama kız onu dinlemiyordu ve başına bir sürü olay geliyordu. Sadri, kız para kazansın diye Şehnaz Longa’yı deforme ediyor. Sonra da çok üzülüyordu. Çünkü Osmani’den gelme bir adam. Dedesi sarayda ibrikçi olan bir paşaydı. Sadri, ondan kalan mirası har vurup harman savurmuş, yaşadığı konağı satmış, ama asil. Hemen yanında küçük bir müştemilatta kalıyor ama kitapları ve piyanosu var. Değiştirilen şarkı, “Ayşe benim adım gecekondu da yaşarım.” diye çok tutuyor. Bayılıyorlar şavarlı bir kız çıkıyor, folklor yapıp, insanların yüzüne tükürerek bunları söylüyor. Epeyi para kazanıyor ama modası geçince de kız aslında şarkıcı olmadığını anlıyor.

“HİPERAKTİVİTE HASTALARININ SANATSAL HAZ DUYUMLARI KENDİ KENDİNİ DÜZELTTİRİYOR”

Burak Süme: Eğitimlerinizde benimsediğiniz “Fenomenoloji” anlayışınızdan bahsedebilir misiniz? Bir demecinizde Hiperaktivite hastalığının tanısının konmasında “Yaratıcı Drama”nın faydalı olduğunu söylemişsiniz. Bahsedebilir misiniz?

Ayla Algan: Oyunculuğun içerisine alt benlikleri koyunca yaşadığın bedeni psikolojik olarak algılıyorsun. Mesela çapkın birini oynayacaksınız, zaten siz kocanıza ya da sevgilinize oynuyorsunuz çapkın bedeni, o alt beninize giriyorsunuz zaten. O yüzden biraz Fenomenoliji’ye giriyor hangi fenomeni oynamak istiyorsanız o alt bene giriyorsunuz. Ben de bazen o alt benlerin içinde kaldığım için moralim hep iyi oluyor. Derse gelen çocukta Hiperaktivite belirtisi varsa, fotoğraf çekme sanatı ile geriye dönüş yapıp, çektiği fotoğrafı düşünmesini sağlayıp, geri dönüşün ne olduğunu öğretiyoruz. Ayrıca egosunu tatmin için çektiği fotoğraflardan sergi açtırıp, aldığı sanatsal haz ile kendisine yenileme olanağı tanıyoruz.

Burak Süme: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ayla Algan: Çok teşekkür ederim, iyi ki geldin. Her zaman kalbimdesin biliyorsun.

BURAK SÜME

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku