Annesinin Kız’larından Öfkeli Bir Çığlık: “Gün Anneme Gebe-Nefes” (Konya DT)

Gonca Katman
3,3K Okunma

Konya Devlet Tiyatrosu’nda 2018’in Ekim ayında prömiyer yapan Gün Anneme Gebe ve Nefes adlı iki kısa oyun geçtiğimiz günlerde Antalya Devlet Tiyatrosu Sahnesi Haşim İşcan Kültür Merkezi’nde sahnelendi. A. Şebnem Büyükkalkan’ın tek kişilik performansı üstlendiği oyunun yönetmeni ünlü sinema oyuncusu Defne Yalnız. Oyun metni iki ayrı kalemden çıkmış; ‘Gün Anneme Gebe’ adlı metin Ceren Olpak’a, ‘Nefes’ ise Gülsüm Çiçekçi’ye ait. 

Oyun, çoğunluğu kadın sanatçılardan oluşan kadrosuna ve tanıtım metnine bakıldığında bir ‘kadın oyunu’ beklentisi yaratıyor ancak kesinlikle kadın sorunlarını ele alıp ataerkil sistem ile sınırlı bir hesaplaşma içine girmiyor. Oyun izleğini, ilk bölümde anne-kız ilişkisinden yola çıkarak insanın ailesinden ve tüm spontane etkenlerden uzaklaşarak benliğine özgü yaşam biçimini ve geleceğini oluşturabileceği özgürlük arayışını, ikinci bölümde ise bu özgürlüğün aile bağı ve anne sevgisi ile nasıl farklı bir boyut alarak kişinin tüm yaşantısını, mutluluğunu, varlığını çepeçevre saran bir olguya dönüştüğünü iki farklı kadın, iki farklı geçmiş üzerinden anlatıyor. Bu izlek bilindik bir var oluş sorunu değil, aksine öğrenilmiş çaresizliğe benzer bir biçimde sevgi-nefret git gelinde ve aşırılıklarda yaşanan ailevi bağlılık, bağımlılık ekseninde, bize özgü bir var oluş izleği. 

Gün Anneme Gebe’nin konusu bu izlek etrafında yalnız bir kadının ‘kadın kimliği’ üzerinden hem geçmişi ile hem de annesiyle hesaplaşması olarak özetlenebilir. Serpil, belki de tek yaşam alanı olan mutfağında gelecek olan misafirleri için heyecan içinde hazırlık yapmaktadır. Ancak yaptığı hazırlık hiç de beklediği gibi değildir; ne masası ne tabakları ne yemekleri de ne de kendisi misafir ağırlayacak gösterişte değildir. Kısa bir süre sonra anlaşıldığı üzere, Serpil’e misafir de gelmeyecektir. Serpil her anlamda yokluk çeken bir kadındır. Hem maddi hem manevi bu yoklukta Serpil, kendine biçilen bu yokluğa öfke ile karşı çıkar. Bu öfkesi onu sahnede var olmayan annesi ile absürd bir diyaloğa girmesine neden olur. Zihnindeki annesi ile tartışır oyun boyunca ve orada var olmayanın asıl kendisi olduğunu anlar. Yoksulluk içinde geçen çocukluğundan, gençliğinde omuzlarına yüklenen aşırı yükten bahseder çoğunlukla ve ona göre bütün bunların suçlusu annesidir. Annesi ‘kadınlık onuru’nu koruyan ‘kadınlığını’ yaşayan Serpil’den çok daha farklı ve çok daha şuh, kusursuz bir kadındır. Kitap okuyan, başkaldıran, hayatta var olabilen bir kadın. Oysa Serpil tüm yaşamı boyunca annesinin gölgesinde kalmış, annesi tarafından ötelenmiş, yok sayılmış, sonunda da onun kötü bir taklitçisi olmuştur. Aile kuramamış, iyi bir işe sahip olamamış hatta arkadaş bile edinememiştir; belki de annesinin dediği gibi onun ruhu kirlenmiştir. Peki bunun suçlusu gerçekten annesi midir? 

Oyun bu noktada, Freud’un Elektra Kompleksi (1) olarak tanımladığı durum ile iç içe ilerliyor ancak oyunun bütününde bu saplantıya yönelik bir iletiye varmak olanaksız olduğundan bu konuda derin bir açıklama yapmak yersiz olacaktır. Serpil’in her günü annesine gebe iken biz seyircilere düşen insanın bu çıkışını bulamadığı bağımlılıklarının çözümüne odaklanmak ve sürekli/zorunlu ilişkilerin, geçmişin travmalarının kişiliğin ve kişinin geleceğinin özgürleşmesinde bir engel olarak var olmasının önüne geçebilmeye çalışmaktır kanımca. Aksi halde Serpil’in yalnızlık ve yokluk içinde yaşadığı günü bizim için on dakika sona unutacağımız acıklı bir drama dönüşebilir. Bu anlamda anne-kız ilişkisini farklı bir açıdan değerlendirmek gerekiyor. Aile ilişkilerindeki süreklilik toplumsal ilişkilerdeki süreklilikten farklıdır. Anne-kız ilişkisi, kız anne olduktan sonra adeta nesilden nesile sürüp giden ve geçmişiyle organik bağı her daim devam eden bir ilişkidir. Bu ilişki, dış faktörlerden, toplumsal ilişkilere göre çok daha az etkilenir. Serpil ve annesinin sorunlu olan ilişkisindeki süreğenliği kıracak olan şey ise günün yeni ilişkilere, yeni ve özgürce kurulmuş kişilik ve ilişkilere gebe olmasıdır. Oyunun bu noktada bir umut verdiği ve bu açıdan doğrudan eleştirdiği bir sistem ya da bir yaşam biçimi olduğu söylenemez; bu nedenle oyunun zayıf noktalarından biri Serpil’in öfkesinin hedefinin belirsiz oluşu ne yazık ki… Hiç kuşkusuz seyirci belleğinde bir şekilde karşılığını bulup tamamlayacaktır bu öfkenin nedenini; ne var ki, metinde ve rejide, ekonominin yozlaştırdığı ilişkilerin eleştirisi ya da yer yer yapılan toplum tarafından belirlenmiş ‘kadınlık rolü’ne yapılan göndermeler bütünlüklü biçimde ilerlemiyor: Serpil’in ruhundaki öfke dolu karmaşanın nedenleri de sonuçları da çok yönlü ve iç içe girmiş durumda. Bu nedenlerin bir tanesi de Nefes ile ortak bir nokta; ‘baba figürünün yitirilmesi’. Serpil, yaşamındaki tüm olumsuzlukların babasının evi terk etmesinden sonra başladığını söylüyor bizlere; bu doğru mudur yoksa Elektra Kompleksi’nden mi ileri geliyordur bilmiyoruz ancak Ataerkil toplum yapısında aile içinde baba figürünün yitirilmesi ile aile bireylerinin, özellikle de kadınların bu noktadan sonra – toplumsal yapı ve kültürün belirlediği yaşam biçimleri nedeniyle- gittikçe zorlaşan yaşam koşullarıyla mücadele etmek zorunda bırakılmları oldukça eski ve hala süregelen bir gerçekliktir. Ancak oyunun bu minvalde bir eleştiriye odaklanmaması burada feminist bir oyundan söz etmeme engel oluyor. 

Nefes ise, hastanenin tozlu koridorlarında kanser hastası olan annesine nefes olmaya çalışan bir kadının acısını sahneye koyuyor. Bu kadının öfkesi de Serpil’inki kadar dağınık ve odaksız. Her gün defalarca rahatlıkla, farkına bile varmadan aldığımız, bizi hayata bağlayan nefesin alınıp satılabilen bir şey olmayışına isyan ediyor kadın, babası yok, o da yalnız… Bu nedenle de normal değil, öfkeli, kırılgan… Annesine pankreas kanseri teşhisi koyulmasından hastalığına yenik düştüğü ana kadar yaşadıkları derinden etkiliyor seyirciyi. Herkese çok tanıdık bir acı; her şeyi paylaşıyor da nefesini paylaşamıyor insan sevdikleriyle. Ama mucize bu ya, ölüme yazgılı insan bu yazgıyı yenemiyor olsa da yeni bir yaşama nefes verebiliyor. Annesini kaybettikten sonra küçük bir ‘can’a nefes olabilmenin mutluluğuyla varlığını anlamlandırıyor. Annesini kaybediyor ama anne oluyor kadın; anne -kız ilişkisinin süreğenliğine farklı bir bakışla oyun, insan olmanın en büyük hikmetini hatırlatıyor seyircisine, sevginin, bir başkasına nefes olabilmenin, her zaman yaşayabilmenin başka bir yolu olduğunu gösteriyor. 

Nefes’in duyguları harekete geçirmekte başarılı olduğu açık, ancak anne ile hastanede geçirilen zor zamanların gündelik bir biçimle haykırırcasına yansıtılması oyunun estetik ve teatral anlatımına zarar veriyor. Sahnede kendini parçalarcasına ağlayan, öfke dolu çığlıklar atıp hastaneye, doktorlara isyan eden karakterin durumu ile sahne, biraz ileri götürürsek -simgesel bir sahne tasarımı yapılmış olmasına rağmen- televizyon haberlerinde rastladığımız bir olay yerine dönüşüyor.

Belirtmek gerekir ki oyunlarda tematik bir ortaklığın olmayışı, üstelik metinlerin kadınlık rolüne getirdikleri yorumlarda dahi ayrışmaları seyircinin iki farklı durum üzerinde faklı değerlendirmeler yapmak zorunda kalmasına yol açıyor ve belki de seyircinin kendinde bulduğu karşılığa dair bir düşünce üretmesine engel oluyor. İki farklı yazarın iki farklı kadının öyküsünden yola çıkarak oluşturdukları metni bir araya getiren temel ortaklık kadının doğurganlığını, kadınlık rolünü, anneliği merkeze almaları bununla birlikte anne-kız ilişkisini farklı perspektiflerle işlemeleri ve baba figürünün yitimi sonrasında yaşanan değişimleri, zorlukları yansıtmaları şeklinde ifade edilebilir. Her iki oyunda da tutarlı biçimde toplumsal, ekonomik ya da ideolojik bir eleştirinin olmayışı, konusu gereği yalnızca psikolojik ve sosyolojik bir takım tartışmalar yapması, karakterlerin dönüşümünün olayların dönüm noktasının olmayışı, çatışmaların geçmişle bağının bulanık oluşu oyunun düşüncelerini ve sanatsal değerini düşürmüş durumda.

Oyunun dikkat çekici ve tam bu nedenle de tedirgin edici yanı tek kişilik olması. Tek kişilik oyunların devlet tiyatrolarında yaygın olmadığını biliyoruz, bu nedenle oyundan önceki tedirginliğim oyundan sonra doğrulanıyor bir bakıma. Çünkü seyirci ile kurulan ilişki yanılsama ile gerçeklik kaygısı nedeniyle yavan kalıyor; oyunda karakter anlatıcı olma konumunda değil, oyunu yaşıyor, ağlıyor, kızıyor, öfkeleniyor. Sürekli sahnede belirlediği boş noktalarla iletişim kuruyor, iç konuşmasını yansılıyor, düşüncelerini dile getiriyor böylece. Fakat seyirci var mı, varsa kim belli değil. Devlet tiyatrolarında tek kişilik, iki kişilik oyunların seyredilebilmesi keyifli ancak böylesi bir gerçekçi sahneleme anlayışı ile tek kişilik oyunların yapısının uyuşmadığı da bir gerçek. Çünkü “tek kişilik bir oyun oluşturmak, bir lüks ya da bir deneme değil, dram sanatının kendi iç işleyişinden doğan zorunlu bir seçimdir. Bu bağlamda kurulacak çatışma, oluşturulacak aksiyon sahnede de tiyatro sanatının gereklilikleri bağlamında ele alınacaktır.” (2) Oyunda bu gerekliliği görmek mümkün olmuyor. Anlatılan konuya uygun bir biçem tercih edilmiş gibi durmuyor. Hiç kuşkusuz bir prodüksiyondan kaçış oyunu değil ancak tek kişilik bir oyunun estetiğinden ve düşünsel, eleştirel yapısından oldukça uzak kalıyor. Tek kişilik oyunların ancak açık biçim bir sahnelemeyle başarılı olacağını söylemek ne kadar yanlış olursa, bu oyunların yalnızca duyguları harekete geçirecek bir esriklik ile, seyircinin düşüncelerini harekete geçirmeden var olan durumu çeşitli açılardan tartışmaya açmadan metnin duygu değişim noktalarını temel alan bir sahnelemeyi benimsemek de o derece yanlış olacaktır. Elbette tek kişilik oyunlarda dramatiğin güçlü bir dış çatışmaya ya da dönüm noktalarına sahip olması beklenemez. Ancak “özellikle tek kişilik oyunlarda nedeni anlaşılmaz bir biçimde ve hiç bir açıklama getirilmeksizin “üslup karmaşası” yaratılmaktadır.” (3) Dramatiğin anlatısallığına yönelme ve iç çatışmanın öne çıkarılması rejide de belirli bir kısıtlama yaratmakta ve metinlerin psikolojik yapısına sığınmayı berberinde getirmektedir.

Oyunun yalnızca tek kişilik yapısı nedeniyle teatral olmadığını söylemek haksızlık olacaktır. Ancak her iki metnin de rejiye açık metinler olmadığını da söyleyebilirim. Tek kişilik oyunların sahnelenmesi kadar yazımı da sancılı bir süreçtir. Görsel anlatım ile dilin bütünleştirilmesi psikolojik derinlik ile felsefi arka planın uyuşması hiç de kolay değildir. Bu nedenle Gün Anneme Gebe-Nefes adlı oyunun eksiklerine karşın dikkate değer bir çalışma olduğunu vurgulamam gerekir. Yeni ve genç yazarların kalemlerinden çıkan günün dinamiklerine uygun bir biçimle yazılmış oyunun Devlet Tiyatroları’nda sergilenmesini önemli bir çaba olarak görüyorum.

Gün Anneme Gebe-Nefes, teatral anlatımı güçlü olmasa da canlı ve tempolu oyunculuğuyla A. Şebnem Büyükkalkan sayesinde dikkate değer bir oyun olarak sezonda yolculuğunu sürdürüyor. Oyunun dekor ve ışık tasarımının da metni renklendirdiğini söylemek gerekir. Gün Anneme Gebe’de Serpil’in mutfağı detaylarla işlenmiş, birebir gerçek bir mutfak var sahnede; oyuncuya mizansen sağlayacak şekilde düzenlenmiş olsa da yarım saatlik oyunun bütünündeki işlevselliği sorgulanabilir. Nefes ise ışık tasarımıyla duygu yükünü güçlendiriyor; annesinin bakımını üstenen kadının yaşadıklarını, hastalığın gün gün ilerleyişine paralel olarak siyah-beyaz karşıtlığından çıkarıp renklendiriyor. Bu anlamda beyazın soğukluğuna karşı saf ve temizliği, siyahın karanlığına karşı huzuru, dinginliği koyuyor. Yaşamın türlü renkleri olduğunu hatırlatıyor, bu renklerin tercihini insanın kendisine bırakıyor. Dekor ise ameliyat sonrası annenin son 5 gününü simgeliyor. Dört beyaz bir siyah çarşaf; işlevsel kullanılmış, acılı kızın devinimlerine yardımcı oluyor yine dekor. 

Anneliğe yüklenen sorumluluk, biçilen rol, toplumsal koşulların acımasızlığı kadının hürriyetini kısıtlarken esaretine karşı bir kanıksamayı da beraberinde getiriyor. Bu öyle bir esaret ki insanın ruhunda kendi dinamiklerini yaratıyor. Anne-kız ilişkisindeki bağlılık bağımlılığa dönüşüyor ve tek tipleşen kadın kendine çizilmiş gelecek doğrusunda düz bir çizgide ilerleyemiyor, isyan ediyor, haykırıyor kendine farklı bir yol çizebilmek için. Gün Anneme Gebe-Nefes oyunu anne-kız ilişkisinde kanıksanan bağımlılığa dikkati çekerken bu ilişkideki sevginin, merhametin, fedakarlığın ne denli yaşamsal ve insani bu nedenle de ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla söyleyebilirim ki izleyicilerin çok uzağa gitmeden, hem çevrelerine hem de kendilerine dair çıkarımlarda bulunabileceği bir oyun. Merak eden tiyatro severler Konya DT Programını takip edebilirler… 

 

Kaynakça:

1 Sigmund Freud’un Psikanaliz kuramında ortaya koyduğu bir görüştür. Kız çocukların babasına hayranlık duyup, annesine karşı kıskançlık göstermesidir. Bir tarafta yoğunlaşan cinsel ve saldırgan dürtüler, diğer yanda anneyle yaşanmış ve kaybedilmek istenmeyen temel güvenlik vardır. Küçük kız hem annesiyle özdeşleşmek, hem de ondan uzaklaşmak zorundadır.

2 Erbil Göktaş, Türk Tiyatrosunda Tek Kişilik Oyunlar, Sanat Dergisi, S:1 (1999), s. 41

3 A.g.e, s.42

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku