Yaşar Ersoy yazdı: “İnsanı ve İnsanın Canlı Sanatı Tiyatroyu, Covid19 mu, Yoksa Kapitalizm mi Öldürür?

editor

Sahne ki, en çok yakışandır bize…

Belki de en çok anladığımız…

En çok sevdiğimiz…

” Bütün dünya bir oyun sahnesidir” dediğimiz…

O aydınlanan ve aydınlatan sahnede…

İnsanı ve hayatı anlamlandırdığımız, adlandırdığımız sahnede…

Tanrılardan sonra hayatı ve insanı yeniden yarattığımız, var ettiğimiz sahnede…

Tarih boyunca değişen anlayışlarla ve değişen biçim ve biçemlerle hayatın ve İNSANIN gerçeğini yansıttığımız sahnede…

Salonu dolduran seyirciyle, çocuklar gibi oynadığımız, oyun alanı sahnede…

Değil mi ki, kılıç kuşanarak hep yürüdük yel değirmenlerinin üstüne…

Ve hep beraber BRECHT‘le;

“Çıkın ışığa;

Buluşabileler

Sevindirebilenler

Değişebilenler”

diye çağırdık insanı, tutkuyla, aşkla, yüz yıllar, bin yıllar ötesinden… Yüzleştiren, sorgulayan, aydınlatan ve “bir devrim provası” olan tiyatronun sesiyle..

İnsan kalmakta direnmek için;

tanrılardan ateşi aldık Prometheus’la…

“Dünyaya kin değil sevgi paylaşmaya” geldik Antigone’yle…

Hepimiz kadın olduk, savaşan erkeklere karşı Lysisrata’yla…

Yollara düştük çiftçi Trygaios’la, savaşın barbarlığından kurtarmak için barışı…

Monserrat’la, bedeli ödenmeyen özgürlüğün teslimiyet olduğunu gördük…

Din adamlarının sahtekarlığını, rezilliklerini, yalanlarını, yobazlıklarını Tartuffe’le deşifre ettik…

Brutus’la ihanetin,

Othello’yla kıskançlığın,

Kral Lear’le vefasızlığın, insanı nasıl gaddarlaştırdığını sorguladık…

Macbeth ve Layd Macbeth’le iktidar hırsının felaketlere nasıl yol açığıyla yüzleştik…

Eylemsizliğimizle, Hamlet’in “olmak ya da olmamak” repliğiyle hesaplaştık…

Zorba diktatörlerin ibretlik kaçınılmaz sonunu “bir ata krallığım” diyerek kaçacak delik arayan, 3. Richard’la kafamıza kazıdık..

Burjuva yalancılığına, liberallerin demokrasi aldatmacılığına, çürümüş toplum düzenine karşı çıkan, çevreyi ve yaşamı savunan Dr.Tohomas Stockman’nın, kârına kâr katmak isteyen patronlar tarafından, “Bir Halk Düşmanı” olarak itham edilmesini soluğumuzu tutarak izledik…

Paylaşım savaşlarından sonra büyük yıkımlar yaşayan insanla Godot’tu beklemeye koyulduk…

Köprüden geçenden 30 akça, geçmeyenden 40 akça alan Deli Dumrul’la, gökyüzü adaletinin değil, “yeryüzü adaletinin” esas olduğunu vurguladık…

Yeryüzü adaletinin ise, toplumcu anlayışla ve emeği esas alarak; barış, özgürlük, eşitlik ve adaletin sağlanabileceğini Brecht’in eleştirel, diyalektik, epik oyunlarıyla anlamaya ve anlatmaya çalıştık…

Gitmekte ve gelmekte olan toplumsal düzenin farkında olmayan feodalitenin, içine düştüğü mutsuz ve eylemsiz can çekişini, Çehov’un yalansız, sahici aynasından yansıttık…

Kısaca onlarca, yüzlerce, binlerce yazarın oyunlarıyla, sahnede oynayarak, insanı, insana anlatmayı, insanı insanla düşündürmeyi ve eğlendirmeyi kendimize uğraş edindik.

Bu uğraşı kimimiz amatör, kimimiz profesyonel yaptık…

Tiyatronun yazarı, oyuncusu, yönetmeni, tasarımcısı, dramaturgu ve onlarca emekçisiyle…

Ve tiyatronun olmazsa olmazı seyirciyle

Çünkü bir elmanın yarısı gibiyiz seyirciyle.Bir yarısı tiyatronun yaratıcıları, emekçileriyse, diğer yarısı seyircidir.

İnsandan insana, akıldan akıla, yürekten yüreğe, canlı, capcanlı, can cana bir buluşma, iletişime geçme, sosyalleşme, çoğalma, paylaşma sanatıdır tiyatro… Bir sevda ve kavga sanatıdır, insanca yaşayabilmek için

Tarih boyunca dinsel ve siyasal iktidarlar, tiyatronun gücünden korkarlar.Tiyatronun, insandan insana uyaran ve aydınlatan işlevinden korkarlar.

Albert Camus’nün vurguladığı;

“tiyatro, iletişimin, alışverişin, dostluğun, özgürlüğün ve dolayısıyla da mutluluğun sanatı” olmasından korkarlar…Ve “bunun tam bir mutluluk olabilmesi için hiç kimsenin dışarda kalmaması” gerektiğinden korkarlar.

Tiyatro oldum olası ” başkaldırıyı” içinde barındırdığı için… Yüz yıllar boyunca tiyatronun özündeki başkaldırının, biçim ve şekil değiştirmesine rağmen, hep var olmasından korkarlar.

Tiyatronun, çocuklar gibi oyun oynayarak “Kral Çıplak” diye haykırışından korkarlar.

Bu nedenle iktidarlar, iktidarlarına eleştiri gelmemesi için, tiyatroya baskı, sansür uygularlar… Çoğu zaman da yasaklarlar.

Kimi zaman ise iktidarlar, kendi baskı aracı ölçüleri içinde tiyatroya müsade ederler… Onu, kendi hizmetkârı yaparlar ya da uyarcaları.

Toplumların düşünce ve kültür tarihi, zamanın toplumsal, ekonomik, siyasal dinamikleriyle durmadan değişir.Durmadan değişen düşünce ve kültür tarihi de, tiyatroya değişen anlayışlar, biçimler ve içerikler kazandırır.

Aristoteles’ten en anti Aristotelesçi Brecht’e kadar tiyatronun bu serüveni sürer.

Ama tiyatronun 3 bin yıllık tarih serüveninde değişmeyen, esas olan, tiyatroyu ölümsüz yapan, canlı bir sanat kılan, insandan insana dolaysız, aracısız iletişim, etkileşim sağlamasıdır.

Amacı insan, konusu insan, ve enstrümanı insan olan tiyatronun, seyircisi de canlı insandır.

Ve hazırlanan oyun, seyirciye her sunulduğu temsilde, yeniden seyirciyle birlikte var olur.

Bu yüzden ölümsüzdür tiyatro.

Sinema, hayatımıza girdiği zaman, tiyatro ölecek diye savlayanlar vardı…

Televizyon, video, internet icat oldu…bu defa tiyatronun işi biriktir dendi… Ama tiyatronun, hiçbirinde olmayan bir üstün özelliği var ki, onu güçlü ve ölümsüz kılıyor. Tiyatro canlıdır… Candır.

Damarlarında dolaşan kan vardır, yüreği vardır, ruhu vardır. Tiyatro, camdan ya da beyaz perdeden yansımaz… Tiyatro canlı, insandan insana yansır, interaktif ilişki kurar.

1970”li yıllar… Vahşi kapitalizmin, cilâlanmış şekli neoliberalizmin, saldırısını başlattığı yıllar…

Artık sosyal sınıf diye bir şeyin söz konusu olmadığı, daha da ötede toplumun da mevcut olmadığı düşüncesinin egemen kılındığı ve yaygınlaştırıldığı zamanlar… Her şeyi metalaştırılarak, satılabilir ve satın alınabilir olduğu beyinlere enjekte edildiği, beyinlerin sömürgeleştirildiği dönemler…

Ki o dönemlerden bugünlere kadar arsızca, azgınca ve vandalca doğayı ve insanı kirleterek, tüketerek ve tahrip ederek koronavirüs günlerine ulaşan vahşi kapitalizmin neoliberal siyasi simge ismi Margaret Thatcher, “Toplum yoktur, birey vardır” diye buyurur!

Böylece toplumsallık, toplumcu anlayış, kolektivizm, dert ve sevinç ortaklığı yerini bireye, bireyciliğe bırakır. Birey ise parçalanarak yalnızlaştırılır, bencilleştirilir. Toplumsal sorunlar, toplumsal kazanımlar yerine, bireysel sorunlar ve bireysel çıkarlar geçerli olur.

Yurttaş birey, tüketici sürü bireye dönüştürülür.

Şair Fikret Demirağ’ın da belirttiği gibi;

“Ben! Ben!’ narkozlu bir kalabalık: Genel manzara!

Bir insanlığı kayanlar kalabalığında herkes.

Ne kayıp yıldızını arayan var

Ne de umudun do sesini ufukta…

Elini sallasan 50 bencilliğe çarpıyor.”

Neo-liberalizm, küreselleşme ve postmodernizm birbirlerini kollayan, besleyen kavramlar hâline gelirken insan iyice parçalara ayrılır, hiçlenir, travmatik yalnızlıklara gömülür.Amaç, düşünmeyen, örgütlenmeyen, sorgulamayan, kolay güdülebilen, apolitik, asosyal bunalımlı çaresiz insanı üretmektir.

Bunun sağlanabilmesi için, toplumsallığı, bağımsızlığı, özgürlüğü, eşitliği, barışı savunan ve emperyalizme, kapitalizme, sömürüye karşı çıkanlara cadı avı başlatılır… Askeri faşist darbeler yapılır, özgürlükler kaldırılır… Hapishaneler, düşünen, sorgulayan insanlarla doldurulur..

İşkenceler, idamlar en acımasız şekilde gaddarca uygulanır… Sürgünler yaşanır.

Bir korku imparatorluğu oluşturulur… Tek bir amaç vardır: Herkesi susturmak, yalnızlaştırmak ve ülkeyi neoliberalizmin hizasına sokmak.

Böylece korkutulan ve yalnızlaşan insan, sosyal kötülükler, yoksuluk, sefalet, sömürü, şiddet, savaş, terör ve etik yozlaşma karşısında çaresiz bırakılır.

Neoliberalizmin en etkili silahları ise iletişim teknolojileri ve medya olur.

20. yüzyılın ikinci yarısında neoliberalizm “sokağı öldürmeliyiz” ve ” bunu yaparsak başarılı oluruz” görüşünü hayata geçirir.

İletişim teknolojileri kullanılarak birey yalnızlaştırılır ve sanal gerçekliğe tek başına hapsedilir.

Özdemir Asaf’ın vurguladığı gibi;

“İnsanlar

İnsanların içinde

İnsanlara hasret yaşarlar.”

Teknolojinin gelişmesine rağmen belirsizlik ve bunalım daha da artar. Çünkü neoliberal piyasaların hizmetinde olan teknoloji, bizzat kendisi belirsizlik, umutsuzluk ve geleceksizlik üreterek, yalnız ve çaresiz bireye enjekte eder.

Tiyatro, sanat ve edebiyat da neoliberalizmin amaçları ve piyasa koşulları doğrultusunda ele alınır. Toplumsallık, felsefik, sosyolojik, politik, ontolojik argümanlar göz ardı edilir. Böylece tiyatro, sanat bir süreç performansına, bir “show“a dönüştürülür.

Neoliberal politikaların küreselleştirilmesiyle ve postmodern anlayışla; toplumsal, politik, ahlâki yıkım sağlanır… Bu yıkıma sanatsal, kültürel yıkım da eşlik eder.Böylece sığlaştıran, yalnızlaştıran, parçalayan ve en önemlisi gerçeklik kavrayışını ve gelecek tasarımını yok eden bir düzen kurulur.

Bu süreçte bireycilik ya da grup merkezli savrulmalar tiyatroyu ve tiyatrocuları hayatın gerçekliğinden, kolektivizmden, dayanışma ruhundan kopartır… Toplumla arasına mesafe koymasına, yabancılaşmasına neden olur.

Toplumsalıktan ve toplumsal dramaturgiden soyutlanmış postmodern anlayış; tiyatroda ayrışmaları, kopuşmaları, savrulmaları, umutsuzlukları, bunalımları ve nihilizmin katran karasına dönüşen insan ruhunun sahneye egemen olmasını sağlar… Ya da içi boş eveleme gevelemelere dönüştürür.

Tiyatro ve sanatın en güçlü yönü – farklı biçim ve üsluplarda olsa da- hakikatin aydınlatılmasıyken, artık hakikatin örtülmesine, saptırılmasına ve karartılmasına hizmet etmeye koyulur.

Bu süreçte amacı insan, konusu insan, enstrümanı insan olan tiyatro da giderek insansızlaşır. Evet, sahnede insan vardır ama, neoliberalizmin ve teknolojinin egemenliğine girmiş insan.

Bu neoliberal ve postmodern zamanlarda tiyatro, “bir şey söylememeye” yönelir, ya da “bir şey söylermiş” gibi yapmaya…

Prof.Dr.Ayşegül Yüksel’in Türkiye tiyatrosuna yönelik söyledikleri, bu eğilimi ortaya koyar:

“Tam ödenekli tiyatrolar ile özel tiyatroların çoğu ‘sanat ile politika birbirine karıştırılmamalıdır’ düşüncesi içinde, ülkenin sorunları ile ve toplumla ilgisi olmayan sanat değeri tartışılır oyunlar sergilemeyi sürdürmektedir.”

Bu anlayış neoliberalizmin dünyaya dayattığı, enjekte ettiği bir düşüncedir.

Toplumsal bir sanat olan tiyatro, toplumsalıktan soyutlanınca, bireysel sorunları bile hangi biçim ve üslupta olursa olsun gerçekliğiyle değil, kapitalist neoliberalizmin lehine manipüle ederek yansıtır.

Bazı tiyatrolar ise, kapitalizmin kötülüklerini sergileyecek iddiasıyla, o kötülükleri muşrulaştırırlar… Şiddet ve sex sömürüsü sahnenin başrol oyuncusu olur. Bütün kötülüklerin nedeni kapitalizm olduğunu saklarlar. Kapitalist neoliberal düzenin ve onun iktidar mensuplarının işine gelmeyecek, onların maskelerini düşürecek şeyleri söylemezler, göstermezler.Bunu da ustalıkla kıvırarak yaparlar.

Bazen de, kötülükler karşısında tarafsız kalıp, burjuva hümanizmi mıymıntılığıyla sızlanırlar, ilenirler.

Kimi tiyatrolar ise, dramatik metinlerden uzaklaşarak tiyatroyu salt bir performansa ve biçim bile diyemeyeceğimiz şekilden ibaret kılar. Bunu da “yeni biçim denemesi” diye savunurlar.

Işıklar içinde yatsın sevgili hocam Prof.Dr. Sevda Şener bu eğilim karşısında şöyle bir tesbit yapar:

“Biçimin peşinde koşan, biçimsel yeniliğe hayranlığını abartılı bir biçimde dillendirenler, mutlu olanlar da var.Ama kimse kalıcı iz bırakan, insanı değiştiren sanatsal bir etkiden söz edemiyor.”

Işığıyla insanı aydınlatan ve insan kalmakta direnen tiyatro, ne yazık ki neoliberalizmin ve postmodern anlayışın koşullarına uyarıca olur.Bu uyarıca oluş hali ise doğal olarak tiyatronun seyirci kaybetmesine, sıkıntılar, bunalımlar yaşamasına yol açar. Seyirci kültürü oluşmayan ülkelerde bu kriz daha ağır yaşanır.

Popüler anlayışla “star tiyatrosu” bir kurtarıcı olarak görülür… Seyircinin zaafları kullanılır… Seyirciler bir oyunu izlemek için değil, starları görmek, onlarla fotoğraf çektirmek için tiyatroya gitmeye başlarlar.

Bunun yanı sıra televizyonda tiyatro benzeri skeçleri ve yarışmaları izleyenler, maalesef tiyatro ile televizyonu özdeşleştirirler.

Piyasa koşullarının ihtiyaç duyduğu tüketen, düşünmeyen, sorgulamayan, bilmeyen ama inanan insan modelini aşılayan televizyon, tiyatronun öldürücü rakibi olur. Ne yazık ki, bazı oyuncular da, ün ve para kazanmak için bu ölümcül rakibe destek verirler.

Zaten ülke sorunlarından kopan, toplum sorunlarıyla ilgisi olmayan oyunları sahnelemeye yönelen tiyatrolar, televizyon ve diğer iletişim teknolojilerinin de katkısıyla seyircisine iyice yabancılaşırlar.

Bir de sistemin, toplumu ve kolektivizmi ortadan kaldırarak, insanı yalnız, çaresiz, bunalımlı bireyler hâline dönüştürdüğünü hatırlarsak, ölümsüz tiyatronun, esas ölümcül virüsünün vahşi kapitalizmin cilâlı şekli neoliberalizm olduğu daha açık görülebilir.

Doğa, toplum ve insan adına “iyi, güzel, doğru” olan ne varsa büyük bir düşmanlıkla üzerine yürüyen kapitalizm, kendinden ve yandaşlarından başka her şeyi ve herkesi öldürür.

Tıpkı “Ölü Kentin Nabzı” oyununda Prof. Augusto Navaro’nun dediği gibi; “Evet, herkes yiyor, içiyor, geziyor, eğleniyor, tüketiyor, soluk alıyor… Ama yaşamıyor… Ya da yaşayan ölüler…”

İnsanı, toplumu yaşayan ölülere dönüştüren kapitalizm, doğal olarak insanın canlı sanatı olan ölümsüz tiyatronun da özünü, ruhunu öldürür. Ve onu, yaşayan ölülerin, ölü tiyatrosuna dönüştürür.

Koronavirüs pandemisinden önce, ölümle yüzleşen tiyatro, kapitalizmin bir sonucu olan koronavirüsle ölümcül bir darbe daha yer.

Kapitalizmin her zaman bir sonucu olan ekonomik krizler, her zaman çalışanları, emekçileri, işçileri daha da yoksullaştırdığını, kapitalizmin tarihinde görürüz. Bu yoksullaştırma covid19’dan önce de böyleydi… Ancak covid19 bahane edilerek yoksullaştırma daha da hızlandırıldı. Bundan tiyatrolar da payını aldı. Ayrıca yoksullaşan seyirci de tiyatrolardan uzaklaştı.

Kısaca insanı, toplumu ve tiyatroyu öldüren kapitalist neoliberal sistemdir ve ona uyarıca olanlanlardır. Covid19 bu ölümlerin sebebi değildir, sadece bir çok araçtan biridir.Bunun bilincinde hareket edilmelidir. Covid19 pandemisi bitse bile, kapitalizm yeni ölümcül virüsler üretecektir.O nedenle virüs bataklığını yok etmek gerekir.

İnsanın ve insanın canlı sanatı tiyatronun kurtuluşu, dijital kanallar olmamalı. Elbette dijital ortamdan yararlanılmalıdır ama tiyatronun esasları çerçevesinde… Dijital ortama mahkumiyet insanı ve tiyatroyu daha da yalnızlaştırarak, yaşayan ama nabzı atmayan ölülere dönüştürür… Zombileştirir.

Tiyatronun ve tiyatrocuların esas hedefi kapitalist neoliberal sistemden kurtulmak olmalıdır.

Bunu da ancak tiyatrolar ve tiyatrocular, kapitalizme uyarca olmaktan vazgeçerek, bencilliklerinden ve grup merkezli savrulmalarından arınarak, örgütlenir ve dayanışma sağlarlarsa başarılı olabilirler. Aksi halde uyarca yaşayan ama, nabzı atmayan ölüler tiyatosu olarak zarıncamayı sürdürürler.

 

YAŞAR ERSOY

3

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku