Tiyatronun sinemada post-temsili ve bir modern dünya tragedyası: “Joker Olmak ya da Joker Olmak”

Neslihan Yalman

‘‘Gülüşlerim acılarımı örtmeye çalışan ağır işçilerdir.’’

(Charlie Chaplin) 

‘‘Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.’’

(Søren Aabye Kierkegaard ) 

Bu yazıya giriş yaparken heyecan duyduğumu belirtmeliyim. Bunun çeşitli sebepleri var. Birincisi, şüphesiz ‘‘Joker’’ filminin etkileyiciliği… İkincisi, böylesi bir yapıt izlenildikten sonra, hakkında ukalalığa varan cümlelerle yazılan yazılar, kullanılan çöp ifadeler ve bu iletişim tarzlarının bir modern dünya dili haline gelmesi… Kendisini eleştirmen diye addeden isimlerden tutun da, ‘‘ekşi sözlük’’ yazarlarına kadar… Beyni olanın fikir baloncuğu kustuğu; lakin, damıtılmış, kaotik, saf entelektüel bilgiye hasret kalışımız… Ya gelenekselcilik, ya batı taklitçiliği ya da küstahlık… Filmin künyesinden veya içindeki oyunculuktan bahsedince iyi yazı yazdığını zannedenlerin -özellikle, İstanbul merkezli kurulan dilin- yaydığı virüslerin sirayeti… Sanat yapıtlarını çok yönlü değerlendirememek, iç ve dış politikayı okuyamamak, düzeni tam anlayamamak/ işe gelinen oranda anlamak ve alt metin zenginlikleri karşısında kör kalmak, Türkiye coğrafyasındaki aydın, sinemacı, akademisyen, sanatçı, seyirci, kim olursa olsun ıvır zıvır kesimini aynı potada eritiyor. Sadece bu film için değil, genellikle hiçbir konuda parıldayan, zekice yorumlar, analizler okuyamıyorsunuz. Çoğu zaman bir tane bile… Bu çok ürkütücü geliyor. Sanki, fikirlerin kurutulduğu, ezbere sunulduğu ya da benzeştiği koskoca bir distopyada debeleniyorsunuz.

Bu sebeple, ‘‘Joker’’ hakkında yazmak benim için önemli bir deneyim… Derinliklerinde ışıl ışıl veriler taşıyan bir maden gibi, mevcut film de işlenilmeyi bekliyor. Eserde öylesine geniş bir yoğunluk var ki, her yakaladığınız bilgiyi/analizi buraya akıtmak istiyorsunuz. Özellikle, alt metin havzası zengin, çağrışımları yüksek ve mesajları net çalışmalar insanı daha da etkiliyor. 

‘‘Joker’’ (2019) eserinin en belirgin yanı, çok temel bir dünya düzenini önümüze sunmasıdır. Bu dünya düzenini temsil eden mekân, kapitalizm merkezli -bunun ana temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri’dir- Gotham olup; artık insanların yaşayamayacakları, yaşamak için sahte oyunlar-eğlenceler ürettikleri, durmadan kendilerini var etme kaygılarına girdikleri, şiddetin sıradanlaştığı sembolik bir yerdir. Film, gürültülü caddelerin olduğu, hava kirliliğinin etrafı grileştirdiği, koşturmanın hissedildiği kasvetli bir bölgede başlar. Tıpkı ‘‘Kral Oidipus’’ oyununda Thebai şifa kentine -tebabet, tıp- veba salgınının uğradığı gibi, bu kentte de sıçanların ortaya çıktığı işaret edilmektedir. Rögar kapaklarının metropol ülkelerini-şehirlerini sardığı noktada, sıçanların ortaya çıkmaya başlamaları, hem fizyolojik düzlemde hastalanmayı/enfeksiyon kapmayı hem de sembolik düzlemde sistemin kokuşmasını göstermektedir. Ayrıca, nüfusun artması, gelir dağılımındaki eşitsizlik, sınıf farkları, kalabalık, çevre kirliliği gibi unsurlar da dünyanın kaldıramayacağı bir yükü imlemektedir.  

Yüzyılımızda ‘‘anti karakterin’’ biraz daha boyut değiştirmesiyle birlikte, güce karşı mücadele edilebilmek için güç kazanmak zorunda kalanlar, hatta gerekirse bunun için kötü işlere de bulaşanlar dikkat çekmektedirler. Sistemle sistemin içinde mücadele edilir yahut sistemin asalağı olmak kabul edilir ki, bunun ortası falan da yoktur. ‘‘Joker’’ karakteri bu minvalde, önemli bir boşluğu doldurmaktadır.  Zira, 1940’larda bir çizgi roman üstünden ortaya çıkan Joker, daha sonra sinemada Batman’in karşısında yer alan bir karakter şeklinde, ondan daha fazla sevilmiş ve hayli dikkat çekmiştir. İlk olarak Cesar Romero’nun (1966) oynadığı karakteri, daha sonra Jack Nicholson (1989), Heath Ledger (2008), Jared Leto (2015) canlandırmıştır. 2019’da da –‘‘Aşk’’ (‘‘Her’’) gibi yine bu film kadar önemli bir filmde oynayan- Joaquin Phoenix’i ekranda ‘‘Joker’’ şeklinde görmemiz isabetli olmuştur. 

Bilindiği üzere, Joker yabancılaştırma anlamında daima bir maske/pantomim makyajı kullanmaktadır. Bir süre sonra, çehreyi kaplayan o absürt maske yüzün bire bir kendisine dönüşürken, vizyondaki bu yeni filmde de, önce kimseye zararı dokunmayan Arthur Fleck karakterini tertemiz, solgun, hüzünlü bir yüzle yakın kadrajlar etrafında görürüz. Yansıtılan bu çaresiz yüz, kendi sıradanlığımızla da garip bir etkileşime girmemize sebebiyet verir. 

Joker adeta yürüyen bir iskambil karakteri gibi, her karakterin yerine hepimizi temsil etmiştir. Hepimizden hem genel hem özel parçalar taşımaktadır. Kendisinin bir rahatsızlığının olması yahut akıl hastanesine gidip gelmesi bir şeyi değiştirmez; çünkü, Fleck karakteri Joker’e dönüşürken, ‘‘put on a happy face’’ (‘‘mutlu bir yüz koy’’) diyerek aynaya bakar. Belki, bizim de aynaya ya da internet/telefon ekranına baktığımıza benzer şekilde… Kendisi hepimizden büyük izler, hepimizin acısını taşır. ‘‘Instagram’’daki gülümseyen veya ciddi fotoğraflarımızdan masalardaki kahkahalarımıza, sokaktaki kavgalarımızdan birbirimize gönderdiğimiz özel mesajlara kadar günümüz insanlarının giyindikleri o sahte yahut temel roller arka arkaya ortaya dökülür. Nitekim, geyik yapan, eğlenen veya vakurlukla işine konsantre olarak sistemin entegre varlığı haline gelen protipler bu karakter aracılığıyla perdede gösterilmektedir. 21. yüzyıl insanlığı… Bence, dünya nüfusunun çoğunluğu aslında bire bir kendisini izlemektedir. Hatta, ben birçok izleyicinin bu şiddetli ‘‘katharsis’’i (iç boşalmayı, duygu selini) içinde de taşıdığını düşünüyor; Todd Phillips tarafından çekilmiş ‘‘Joker’’i güncel bir sanat eseri, modern bir tragedya şeklinde de alımlıyorum.

Filmin en önemli alt metinlerinden birini de -bu çekime de yansıtılmıştır- Arthur Fleck karakterinin Charlie Chaplin’e benzetildiği kısımlarla okuyorum. Film bir taraftan, uydurulmuş (aile düzeni, sevgi, iş yaşamı vd.) bir Amerikan sistemini anlatmış, diğer taraftansa (devletle, parayla, koşturmayla morfinlenmiş hayatlar) o sistemin pisliklerini, irinlerini, sümüklerini, dışkılarını, petrollerini, kanını sıçratmıştır yüzümüze. Filmin başında sessiz filmlere yine sessiz sakin Arthur Fleck’le yapılan küçük gönderme, filmin sonunda Joker’e dönüşmüş Arthur Fleck’in bembeyaz bir hayal ortamı şeklinde yansıtılmış akıl hastanesinde koşturma ironisine bağlanmaktadır. ‘‘Joker’’, şekerimsi renkteki limon sarısı ‘‘The End’’ yazısıyla bitmektedir. Oysa, aynı filmin bir önceki (ilk) sonundaysa (film modern bir senaryoya sahip olduğu için, çift sonlu bitmiştir) sistemin zenginleri, ezenleri, devlet adamları, bankerleri, borsacıları, erkek egemen düzeni, bugünkü orta ve üst sınıf, yani rezil her şeyi, sunulan pembe örtünün kaldırılmasıyla Joker tarafından ya da yandaşlarınca öldürülmüşlerdir. Etrafta adeta siyah anarşi bayrağının devlet bayrağına karşı sallandırıldığı bir an gibi –Şili, Kolombiya, Bolivya olaylarını, Amerikan zenci mahallelerini, Fransız gettolarındaki Afrika kökenli insanları vd. düşünelim-, Joker’in sitemde çığır açısı ve toplumun birçok kesimini peşinden sürükleyişi gösterilmektedir. Keza, İzlanda asıllı Hildur Guðnadóttir adlı bestecinin adeta bir Kelt müziği biçiminde bestelediği ‘‘Call Me Joker’’ eseri (‘‘sountrack’’) sürekli dinlenilesidir. Bu müziğin yer aldığı sahnede, yaralanan Joker polis arabasından çıkarılmakta, adeta bir Antik Yunan yahut Shakespeare tragedyasında olduğu gibi, sunağın önüne getirilircesine, Dionysos’a ayin yapılırcasına araçtan çıkarılır, ellerde taşınır. Ardından, haşat haline gelen polis arabasının üstüne sloganlar eşliğinde  yatırılır. O an öldü zannedilen, direnişi çevredeki Joker maskeli direnişçiler tarafından sürdürülecek sanılan gerçek Joker ayağa kalkar, arabanın tepesine çıkarak, dişlerini yoklar ve ağzına bulaşan kanı yutmaksızın, dudaklarının üstüne sahte bir gülümsemeyle yayar. Bir dönem kırmızılığı solmuş o dudakları yapay, kırmızı bir boyayla belirginleştiren Fleck/Joker, bu sahnede de dişlerinin arasından akan kanı dudaklarına gülümseme pozu verircesine sürer. Gülüşler derin acıları gizler. Bana göre, filmin bu bölümü dünya sineması düzeyinde başlı başına önemli bir sahnedir. 

‘‘Joker’’in en can alıcı alt metinlerinden biri de, bir sistem modellemesi öngörmesidir. Zira, filmi bir sosyolojik metin, bir tarihsel süreç devamlığıyla okuduğumuzda, orada orta sınıfın eriyeceğine, artık işlevinin kalmayacağına, mücadelenin yalnızca ezenler-ezilenler, efendiler-köleler, kapitalistler- anarşistler arasında gelişeceğine dair veriler sunulmaktadır. Seyirci de işte tam o noktada, ben herhangi bir televizyon şovu sunucusu değilim, herhangi bir medya kuruluşunda yayın yönetmeni de, sergi küratörü de, din adamı da, iş kadını da, siyasetçi de değilim; peki ben kimim diye kendine sormaktadır. Peki ben, sınıfsal mahiyette kimi/kimleri eziyorum, birilerini eziyor muyum veya yarın evsizlik, işsizlik, sevgisizlik, adam kayırma, güç savaşları arttığında nerede duracağım? / benzeri sorular zihinleri kurcalamaktadır. 

Karakterin filmde Chaplin benzeri hareketler yapması, hatta çok acı çektiği anda tıpkı ona benzer şekilde, yapayalnız dans edip, gözyaşlarını, travmalarını bastırmaya çalışması da, şu an dünya siyasetinin baş aktörlerinden olan Amerika’ya gönderme taşımaktadır. 

Charlie Chaplin için de bilgi verirsek -ki, kendisi bugün tuvalet kapılarını süsleyen bir pop-art karakteri haline de gelmiştir- 1889’da Londra’da doğmasından ötürü, içinde bulunduğu Amerikan sistemiyle bire bir uyuşamayan bir isim şeklinde yaşamıştır. Tıpkı, -onun gibi bugün tuvalet kapılarını süsleyen ve babası belli olmayan- Norma Jeane Mortenson/ Marilyn Monroe gibi bir ayrıksılık Chaplin’de de tezahür etmiştir. Alkolik babasını küçük yaşta kaybeden Chaplin, annesinin akıl hastanesine yatırılmasıyla, üvey ağabeyiyle birlikte ortada kalmış; bakımevlerinde, sokaklarda, yoksulluk içinde bir yaşam sürmüştür. 17’sinde komedyen olarak ortaya çıkmış, daha sonra sessiz filmlerde rol almış, hızla üne kavuşmuştur. İlerleyen süreçlerde, filmlerde politik görüşlerini belli ettiğinden ötürü, Amerika’da istenmeyen adam ilan edilmiştir. Sinir krizleri geçirdiği, seks bağımlısı olduğu ve öfke kontrolü bulunmadığı söylenen (benzer argümanlar Monroe için de üretilmiştir) Chaplin, başarısız geçen evlilikleri ve üstüne yüklenen borçlar yüzünden, bu ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. 1952’de Amerika’dan kovulan Chaplin, 1972’de yine aynı ülke tarafından Oscar ödülüne layık görülmüştür. 

 

Kendisinin bu trajik başarı hikâyesi, Amerikan sistemin ikiyüzlülüğünü göstermesi bakımından önemlidir; hatta, günümüzde dünya sisteminin kendisi, herkesi/her sanatçıyı, her vatandaşı, her insanı işine geldiği şekilde lanse etmektedir. Chaplin’in bu durumu, daha sert ilişkilerin yaşandığı günümüzde Fleck karakteri açısından da besleyici olmuştur, ‘‘Joker’’ filminin senaryosu o minvalde de düşünülebilir. 

Martin Scorsese’nin yönettiği, 1982 yapımı ‘‘King Of Comedy’’ filmini de düşünürsek, ‘‘Joker’’ filmine bakışımız bir boyut daha kazanabilir. ‘‘Joker’’deki karakter palyaçoluk yaparak hayatını kazanmaya çalışırken, ‘‘King Of Comedy’’de de keşfedilmeyi bekleyen ve evde kendisine hayal dünyası kurmuş bir anti karakter vardır. Robert De Niro tarafından canladırılan Robert Pupkin adlı bu karakter, -gerçek hayatta da ünlü bir komedyen olan- Jerry Lewis’in canlandırdığı Jerry Langford’un gölgesinde kalmıştır. Langford sistemin komedyeni olarak mutsuzdur, yapayalnız bir yaşamı vardır, korkularıyla yaşamaktadır. İşinin ve yaşantısının tersine, güldürmekten bıkmıştır. (Filmin ana afişinde de, Langford  ‘Kral’ iskambil kâğıdıyla gösterilmiştir.)

O filmde de, Jerry Langford adlı televizyon komedyeni tarafından kaba tavırlar gören Robert, onu kaçırarak intikam almak ister. Sonunda da cezaya çarptırılıp, hapse düşer. Lakin, içeriden çıkınca, bu defa da o ünlü bir komedyen olur. Yani, sistemi ezmek için suç işlendiğinde, suçun kendisi bir ün de sağlamaktadır. Andy Warhol’un ifade ettiği gibi, herkes her şekilde ünlü olacaktır. 

‘‘Joker’’ filminde, bu kez televizyonda tecrübeli bir şovmen şeklinde karşımıza çıkan -Rober De Niro’nun oynadığı bir diğer karakter- Murray Franklin sistemin adamı olarak görülmektedir. Franklin de Fleck’i hor görmektedir. Üstelik, Fleck, ‘‘Happy’’ diye hitap ettiği hasta ve aklını yitirmiş annesi Penny’yle zor zamanlar geçirirken, babası olduğunu öğrendiği iş adamı Thomas Wayne tarafından da hor görülmüştür. Wayne, ileride Batman diye bileceğimiz, küçük Bruce’un da babasıdır. ‘‘Joker’’ filminde, Arthur Fleck, Wayne’i görmeye gittiğinde, onun malikanesine giremez. Malikanenin demirlerinden gülümseyen Bruce’a akrobasi, illüzyon numaraları yapar; fakat, orada da, malikanenin çalışanları tarafından kovulur. Bruce sınıfsal olarak zengin bir aileden gelip, ileride Batman olacakken, Arthur sınıfsal olarak itilmiş bir insan şeklinde, bir nevi tüm itilmişlerin sesine dönüşecektir. Belki de, hepimiz bilinçdışımızda Joker misali yaralar, travmalar taşımaktayızdır. Bunları taşıdığımız ve hayata katlanamadığımız içindir ki, o karaktere gizliden gizliye sempati duyduğumuzu kendimize itiraf edebiliriz. 

Thomas Wayne filmde siyasete de atılmış şekilde görülmektedir. Böylelikle, siyasetin, medyanın, paranın/sermayenin girdiği her yer nasıl kötülük üretmektedir ve bu kötülük nasıl meşrulaştırılmakta; hatta, gerekirse karşısındaki en masum insanı bile suçlamaktadır onu da yakından görürüz. Geçmişte annesine kötü davranıldığını öğrendiğimiz Arthur Fleck’in, Bruce Wayne’le (Batman) kardeş olduğunu da öğrendiğimizde, Joker-Batman gerginliği, kafamızda Habil-Kabil hikâyesine değin gider. Burada da mit yeni bir anlam kazanır ve erkek egemen kültürün büyük, acımasız aktörleri Baba’lar, Tanrı’lar görmezden gelinen oğullar tarafından öldürülür. Batman ise, soyunu sürdürerek sistemin bağımlısı bir aristokrasiyi, bir burjuvaziyi temsil eder. Arthur, kendisine haksızlık eden babasını (Joker maskesi takmış bir başkasının vasıtasıyla) öldürterek, mitolojiden öcünü kanlı ama kansız biçimde bir aracıyla alır. Bu ölüm, biraz da yıllanmış bir öç, makus bir kader şeklinde kendiliğinden gerçekleşir. Maske takan Joker sempatizanı biri, ara sokakta Wayne’i ve karısını öldürür; tersine, oğlu Bruce’a zarar vermez. 

Joker, tarihte hep ötekileştirilmiş, görmezden gelinmiş, üstüne basılmaya çalışılmış, ezilmek için feci biçimde sürekli dürtülmüş bir karakteri temsil eder. Öyle ki, Fleck’e filmin başında zenci bir sosyal danışman kadın yardımcı olmaya çalışırken ve o da sistemin açmazlarıyla sıkıştığını ona belirtirken; filmin sonundaysa, sosyal danışman başka bir zenci kadın tamamen sistemin acımasız ağzıyla, profesyonelleşerek konuşmaktadır. Filmde, zenci karakterleri -özellikle, Fleck’in âşık olduğu, bir kızı olan zenci, dul kadın- sıkça görürüz. Bunlar da sistemin içinde sıkışanlar yahut sistemin kendisine benzeyenler biçiminde ikiye ayrılırlar. Film onları da Amerika’nın ve dünyanın ötekileri anlamında sahnelere serpiştirmiştir. 

Fleck’in gördüğü haksızlıklar, yalnızlaştırılması, kaba davranışlar -ki neden insanların böyle nezaketsiz davrandıklarını da sıkça sorgular-, sürekli tehdit altında olması onu bambaşka bir kimliğe büründürür. Zayıf, kimseyi incitmeyen, duygulu, ara ara gülme anksiyetesine tutulan Fleck, ‘‘Joker’’e dönüşerek inanılmaz bir güç, inanılmaz bir karizma elde eder. Güç savaşlarının içinde kendi de alternatif bir güç kazanır ve çevrede kendiliğinden sıkı taraftarları oluşmaya başlar.

Bu dönüşme hikâyesi -dünyanın en modern (!) ve yaşanılası metropollerinden biri olan New York’un aynı zamanda sağlayamadığı can güvenliğine de vurgu yapması anlamında- duvarlarını sprey yazıların kapladığı bir metroda başlar. Palyaço kıyafetli Fleck, üç borsacı genç adam tarafından tacize uğrayan bir kızı görür. Önce susar. Ardından, adamların ona bulaşmalarıyla hareketlenen Fleck, yine onlar tarafından ittirilir. Bunun üstüne, Fleck/Joker’e dönüşme aşamasıyla, üçünü de vurur. Öyle ki, bu üç adamın ölümleri -sanki vuran salt bir psikopatmış gibi- medyada aşırı yanlı biçimde verilir. Tacizci borsacılar azizlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Her yerde (sözde, sebepsizce insan öldüren) kötü katil aranmaya başlar. 

Orada seyirciye değişik duygular yaşatılır. Çünkü, ortada cinayet de olsa -tacizi, tecavüzü, çöken hukuk sistemini, polis vahşetini/yanlılığını düşündüğümüzde- birçoğumuzun içinden ‘‘oh iyi yaptı’’ veya ‘‘yapacak başka bir şeyi yoktu.’’ yorumu da geçer. Keza, Joker’i takip eden biri zayıf, biri şişman iki polis de, artık insanların canına tak ettiği noktada sistemdeki sıkışma yüzünden, kalabalık tarafından metroda linç edilir. Bu kolektif linç, Joker maskesi takan insanlar tarafından birikmiş duygularla gerçekleştirilirken, 21. yüzyılda polis devletinin, burjuva ikiyüzlülüğünün ortasında sıkışıp kalan; her gün ölüm, işkence, taciz, tecavüz, sağlık skandalı okuyan, borçlanan, yoksullaşan, evsiz kalan; etraftaki dövüşlere, kavgalara şahit olan izleyici halindeki insanlara da kendilerini sorgulatır.

Filmde, Fleck’le birlikte, zenciler, cüceler, erkekler tarafından mağdur edilmiş/edilen kadınlar, yalnız insanlar, gençler (Joker maskeli kitledeki çoğunluğu ele alırsak) yer almıştır. Onlar sistemin ötekileştirdikleri insanlar şeklinde tanımlanmışlardır. Karşılarını da, siyasetçiler, polisler, bankerler, borsacılar, medya sektöründekiler, ünlüler, özellikle yaşını almış-otoriter erkekler, merkezi yapı kaplamıştır. Merkezin yarattığı haksızlıklar ve eşitsizlik, tam da onun içindekileri devirmek üzere, bir kitle ayaklanmasını da kendiliğinden tetiklemiştir. Şüphesiz, sistem sert olduğu için, ona başkaldırı da sert şekilde olacaktır; bu kaçınılmaz bir tarih kuralıdır!.. Bugün Bolivya’da, Kolombiya’da, Şili’de, Suriye’de olanlar, Amerika’daki ayak sesleri, dünyanın temel düzlemde ikiye bölündüğünü de imlemektedir. Bir tarafta direnenler, diğer tarafta polisler/devletler/sermaye olarak ayrım yaşanmaktadır. İnsanların ‘cyborg’ biçimine girdikleri, melez yapılanmaların başladığı bir dönemde, Fleck’in anti insan görünümüyle, adeta tiyatral bir karaktere dönüşerek, insan ötesi bir aşırılığa gitmesi de ilgi çekicidir. 

Arthur’un giydiği sıradan kıyafetler, Joker’de alacalı renklere dönüşmüştür. Joker’in yeşil saçları doğayı, mavi gözyaşları denizleri/gökyüzünü, kırmızı ağzı kanı, siyah gözleri anarşizmi/öfkeyi, beyaz yüzü de ifadesizliği-donukluğu -bugünkü genel insan tavrını- sembolleştirmiş olabilir. Günümüz insanlarının ciddiyet takıntısı yahut aşırı eğlence anlayışı, onların da Joker misali semptomlar yaşayarak, evde sinir krizleri geçirip, ağlamalarına sebebiyet vermektedir. Aksine, dışarıda da bunları yansıtmayarak, ‘normal insan’/‘benzer’ insan  kalma çabaları vardır. Herkes birbirine kopya derecesinde benzerken, aksine herkes de diğerinden farklı olduğunu iddia etmektedir. Herkesin onuru, gururu, vicdanı kendisi için çok değerlidir, herkes çok iyidir, diğerleri kötüdür. Sistem narsist sınırsızlığı da bu nihilist veya komformist sallantılar dahilinde kurar; yazık ki, gerçekten kimse idealist değildir. 

Aslında, çoğu insan görünmez maskeleriyle gezmekte, her girdiği ortamda farklı maskelerle dolaşmaktadır. Kimse bir diğerinin saflığına dayanamamaktadır. Ötekiyle alay etmeler, onun değer yargılarını kolayca küçümsemeler, ötekini görmezden gelmeler -filmde Fleck’e de yapıldığı gibi- dış dünyada da yapılmaktadır. Hor görülen, dalga geçilen, uyum sağlayamayan kişiler, toplumdan ve dünyadan intikam almaya niyet etmişlerdir. İntikamdan başka bir çare de bulunmamaktadır. Bu intikam ya kendi hayatına son verme, ya diğerinin hayatına müdahale etme ya da kitlesel bir kalkışmanın içinde bulunma biçiminde gerçekleşmektedir. 

Filmdeki en önemli sahnelerden birkaçı, Arthur’un, komşusu dul bir zenci kadına âşık olduğu; sonradan aslında, onunla aşk da yaşamadığına dair görüntülerin yer aldığı bölümleri kapsamaktadır. Orada şöyle bir açık kapı bırakılmıştır; Fleck, o zenci kadınla hiç aşk veya seks yaşamamış mıdır, yoksa bunlar tamamen kafasında mı gerçekleşmektedir? Büyük olasılıkla, bunlar karakterin kafasında gerçekleşirken, yönetmen bize yeryüzünde aşk diye bir şeyin olmadığını, varsa bile bugünkü kapital düzende kırıntısının bile kalmadığını, aşkın insanın kendi kafasında yer aldığını söylemektedir. Dış yaşamdaki ezilişi, hayal dünyasını paramparça eden Fleck, gerçekler ağır gelince, Joker’e dönüşür. Tabii, saf bir kişilikten sert bir kişiliğe bir anda geçtiği için de, aşırı derecede acımasız olur. Çünkü, hayatı boyunca kimseye zarar vermemiştir. 

Filmin bir diğer önemli sahnesi, Arthur Fleck’in, acılarına son vermek adına annesi Penny’yi hastane odasında yastıkla boğmasıdır. Film boyunca, annesiyle yalnız yaşayan bir adam olarak, ona durmaksızın bakması, kendi hayatını da kuramamasına yol açmıştır. Bu veriler, sistemin kadınların üstünden de silindir gibi geçtiğini göstermektedir ki; velhasıl, annesiyle veya yalnız yaşayan erkeklerin sayıları dünyada giderek artmaktadır. Öte tarafta, eserde, çocuklarını yalnız büyüten, dul ve acı çeken kadın varlığı, zencilerinkiyle birlikte, ayrı bir sınıfsallık problemi şeklinde de gösterilmiştir. Sınıf savaşları, etnik ve cinsiyetçi ayrımlar da belirgin bir formla çizilmiştir. 

‘‘Joker’’de renkler bazında bir filtre sistemi kullanılmıştır. Bir yanda hep yalandan, toz pembe havanın yaratıldığı soluk bir yaşamın renkleri hakimdir. Sanki, bir Gotham’ikan (!) rüyası… Gündüz sokaklar kalabalıktır. Her yer gridir, koyu mavidir, hava kirliliği görülmektedir. Eve gidildiğindeyse, enerji emici bir sarılık, bir loşluk, televizyonun parlak ışığı insanı rahatsız etmektedir. Filmde, ne zamanki anarşi doğar, dışarısı tekin değildir; o zaman, etrafta çıkan yangınların kızıllıkları, alacalı renklerin karışması görülür. Lakin, ana caddeler de, ara sokaklar da güvenli değildir. Birinde kitle zinciri akmaktadır, ötekinde nereye çıkılacağının bilinmediği karanlık bir serüvene doğru yol alınır. Ana yol, kişiyi psikolojisinden, sabrından ederken, ara sokak da onu canından edebilir. Artık, her yerde, her şekilde tehlike ve tehdit hissetmek, modern bir 21. yüzyıl tavrıdır. ‘‘Joker’’ bu boşluklarla dolu yolda, eline çiçek demetiyle molotof kokteylini birlikte alır. Palyaçonun cismini bozarak, ‘‘V For Vendetta’’nın mimiksiz plastik maskesinden de uzaklaşarak, tarif edilemeyen amorf ama kanlı canlı, sansürsüz bir varlığa dönüşür. ‘‘V For Vendetta’’ (2005), dünya tarihine yön veren İngiltere’nin kurgu-geleceğine vurgu yapıp, bunu tek bir maske üzerinden kitleselleştirirken -orada, insan denilen varlığın bire bir hikâyesi yokken- on dört sene sonra ‘‘Joker’’ bu kitleselliği bireyin hikâyesinden yola çıkarak kurgulamış, bugün tüm dünyayı saran Amerika’yı Gotham şeklinde sembolikleştirerek, olayı güncelleştirip, derinleştirmiştir. Keza, dikkatli izlendiğinde ‘‘Joker’’ filmi insanlara şu öğüdü de verir: Kalbini kırdılarsa, sen de onlarınkini kır, yoksa daha da ileri giderek derini yüzerler.

 

Joker, insanın vahşi bir varlık olduğunu bizlere gösterirken, kendisini de bu uğurda feda eden distopik bir karaktere benzemektedir. Bugün sevdiğimiz çoğu ünlü, çoğu siyasetçi, çoğu kadın, çoğu erkek ve polisler ve devletler ve gruplar, oy sandıkları, bira masaları, doğum günleri, festivaller, ödüller, uzay operasyonları, hepsi ama hepsi bahsettiğimiz vahşi yüzü gizlemek adına yeryüzündeki uydurmalarımızdır. Her birimiz sıçandan çok sıçan olduğumuzdan, bunu kabul etmemek adına, sıçanları ortadan kaldırmaya niyetleniriz. Her birimiz dünyanın birçok noktasında, birer mikrop gibi sekiz milyarı aşarcasına üreyerek, nefes alarak, nefes vererek artmayı ısrarla sürdürürüz. Ekosistem çökmeye başlar, doğa sinyal verir. Diyebiliriz ki, bir film bize şunu göstermiştir: ‘‘Keep the calm’’- hepimiz hastayız!.. / Gelecek olan, her şeye rağmen yine gelecektir. 

 

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku