Muhsin Bey’in Son Hamlet’i: Bir Hesaplaşma ve Yüzleşme Hikâyesi

editor
2,7K Okunma
BGST’nin sahneye koyduğu Muhsin Bey’in Son Hamlet’i; Türkiye tiyatrosunda Ermeni sanatçıların mirasından, Müslüman kadınların sahnede var olma mücadelelerine uzanıyor. Yazar-oyuncu Cüneyt Yalaz, Kronos’a anlattı: Günümüz tartışmalarına tarihsel yaklaşan ama aynı zamanda tarihsel meseleleri bugünün bakışıyla yeniden ele alan bir oyun.

Özlem Ergun‘un BGST-Tiyatro’dan Cüneyt Yalaz ile yaptığı ve Kronos‘ta yayınlanan röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz:

Türkiye tiyatrosunun kuruluşunu, Muhsin Ertuğrul üzerinden anlatan Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun (BGST)  ‘Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamlet’i’ için bir tür tarih muhasebesi demek fazla olmayacak ancak bir o kadar da bugüne dair. Muhsin Ertuğrul’un kendisiyle hesaplaşma ve yüzleşmelerinin merkezde olduğu oyun, Osmanlının son zamanlarından Cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan dönemin tiyatrodaki karşılıklarını mercek altına alıyor.

Batılı anlamda modern Türkiye tiyatrosunun kurucusu kabul edilen Muhsin Ertuğrul, anılarını yazarken kendisine geçmişten çıkıp gelen iki eski dost eşlik eder. Biri Ertuğrul’un ‘hocam’ dediği Ermeni sanatçı Vahram Papazyan, diğeri sahneye çıkmak için Müslüman kimliğini gizlemek zorunda kalmış Latife Hanım…

Papazyan sayesinde Ermeni sanatçıların Türkiye tiyatrosundaki mirasıyla yüzleşirken, Latife Hanım’ın hikâyesi ise ilk kadın oyuncuların sahneye çıkma serüvenini anlatır. Ve tüm bunlar olurken Türkiyeli bir münevver olan Muhsin Ertuğrul’un şahsında ‘aydın sorumluluğu’ tartışılır. Dahası bu işe Shakespeare’in Hamlet’ini de ortak ederler.

Pek çok tiyatro ödülünün de sahibi olan alan BGST-Tiyatro’nun ‘Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamleti’i’ oyununun yazarlarından oyuncu Cüneyt Yalaz, “Her kadar anılardan, belgelerden yararlansak da kurgusal, teatral bir çerçeveyi, tadı kaybetmemeye çalıştık” diyor.

“Ayrıca bu hikâyeyi anlatırken tarihte olup bitmiş bir mesele olarak değil, bugünün meselelerine değinen, bugünün seyircisine bir şeyler söyleyen bir hikâye kurduk. Yani oyun tarihsel bir belgeselden ziyade bugüne dair sözü olan, günümüz tartışmalarına tarihsel perspektifle yaklaşan bir oyun. Aynı zamanda da tersi: Tarihsel meseleleri bugünün bakışıyla yeniden ele alan bir oyun” diyen Cüneyt Yalaz, sorularımızı yanıtladı.

KÜLTÜREL ÇOĞULCU TİYATRO

“Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamlet’i” Türkiye’de tiyatronun çok kültürlü yapısına ilişkin çok şey söylüyor. Oyun hangi birikimlerin üzerinden nasıl ortaya çıktı?

Aslında Kültürel Çoğulcu Tiyatro çalışmaları bizim uzun süredir yürüttüğümüz çalışmalardı. Bu konu üzerinde topluluk içinde çeşitli araştırmalar yapan arkadaşlar vardı; BGST Yayınları olarak bu alanda çeşitli kitaplar yayınladık; ayrıca her yıl Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’ni (KÇTG) organize ediyoruz.

Yani bu alanda zaten topluluk içinde oluşmuş bir birikim ve konuya dair bir duyarlılık ve perspektif vardı. Muhsin Ertuğrul ile Vahram Papazyan’ı buluşturma fikri de bu alanda araştırma yapan arkadaşların KÇTG’de yaptıkları bir sunumda ortaya çıktı. Teorik sunumun yanı sıra kısa bir sahne gösterisi de yapılmıştı.

Biz BGST-Tiyatro kadrosu olarak bu fikrin üzerine gitmenin iyi olacağını düşündük ve dönem üzerinde çalışmaya başladık. Hem Muhsin Ertuğrul’un hem de Vahram Papazyan’ın anılarını (Papazyan’ın anılarını Ermeni cemaatinde yıllardır tiyatro yapan Boğos Çalgıcıoğlu bize sözlü olarak çevirdi) okuduk, tartıştık. O döneme ait diğer anı ve inceleme kitapları üzerinde de uzun süre çalıştık, çeşitli veriler topladık.

MUHSİN ERTUĞRUL: VAHRAM PAPAZYAN BENİM İLK HOCAMDI

Anılarını yazmak için masasına oturan Muhsin Ertuğrul’un, yıllar öncesinden çıkıp gelen iki misafirinden biri Vahram Papazyan. Vahram Papazyan kimdir? Muhsin Ertuğrul ile ilişkileri ve Türkiye tiyatrosu açısından nereye tekabül eder?

Vahram Papazyan’ın adını ilk olarak Muhsin Ertuğrul’un anılarında duymuştuk. Muhsin Ertuğrul Papazyan için “O benim ilk hocamdı” diyor. Papazyan 20. Yüzyıl başında Osmanlı sahnesinin en iyi oyuncularından biri. 1915’te ülke dışına çıkmak zorunda kalıyor ve bir süre Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yaşıyor/sahne alıyor. Beş yıl sonra işgal altındaki İstanbul’a dönüyor ve bir süre burada tiyatro yapmaya devam ediyor. Ama ortamın artık 1915 öncesi gibi olmadığını (çok sayıda arkadaşı yurtdışına kaçmıştır ve sahne sanatları alanında Türk milliyetçisi hassasiyet gelişmiştir) fark edince bu kez SSCB içindeki genç Ermenistan Cumhuriyeti’ne gider. Ve burada Ermenistan Devlet Tiyatrosu’nun kurucu unsurlarından biri olur, uzun süre genel sanat yönetmenliğini yapar ve hem Avrupa’da hem de Sovyetler Birliği’nde çok sayıda oyunda sahne alır. Yanlış hatırlamıyorsam en fazla Othello oynayan oyuncu gibi bir unvanı da var.

Muhsin Ertuğrul ve Vahram Papazyan Reşat Rıdvan yönetimindeki Sahne-i Milliye-i Osmaniye’de tanışıyorlar. Oyunculuğun başlarında olan Muhsin Ertuğrul bir provada çok zorlanınca Vahram Papazyan ona yardımcı oluyor ve dostlukları böyle gelişiyor. Muhsin Ertuğrul tiyatrocu olmak için evi terk ettiğinde de bir süre Vahram Papazyan’ın evinde kaldığı biliniyor. Muhsin Ertuğrul’a bu işi yapmak istiyorsa eğitim almasının şart olduğunu ve bu eğitimi de en iyi yurtdışında İtalya ya da Fransa’da alabileceğini telkin eden de Vahram Papazyan.

ERMENİ OYUNCULARIN TASFİYESİ ÇOK CİDDİ BİR BİRİKİM KAYBIDIR

1915’de Ermeni soykırımının başladığı günleri dönemin tiyatro dünyası içinden anlatıyorsunuz. Türkiye’de tiyatronun kurucu unsurlarından kabul edilen Ermeni sanatçılara yönelik baskı, tehdit ve sürgünler Türkiye tiyatrosunda nelere mal oldu? 

Hiç şüphesiz Ermeni oyuncuların bir anlamda sahneden tasfiye edilişi çok ciddi bir birikim kaybına yol açmıştır. Hem donanımlı/vasıflı insan gücü anlamında, hem tiyatro anlayışı/birikimi anlamında. Çünkü Batılı anlamda tiyatronun bu topraklardaki kurucu unsuru Ermenilerdir. Ama bu sadece tiyatro alanında yaşanmadı elbette. Müzik alanında, zanaatkarlık alanında, ticaret alanında ve özellikle de mimari ve şehircilik alanında çok ciddi bir donanımlı insan ve birikim kaybı yaşandığını söyleyebiliriz. Türkiye tiyatrosunun kendisini bulması, belli bir düzeye gelmesi ancak 1960’larda mümkün olabilmiştir.

Ayrıca kültürel çoğulluğumuzun da kaybı demektir bu. Çokkültürlü bir sanat ortamından monolitik bir ortama geçiş sürecidir. Bu da sanatsal yelpazenin daralmasına yol açmıştır.

AYDIN SORUMLULUĞU: BİREYSEL TAVIRDAN ZİYADE DÖNEMİN RUHU

Ermeni toplumunu hedef tahtasına oturtmuş dönemin siyasal-toplumsal zemininde Türkiyeli bir münevver olan Muhsin Ertuğrul’un kendisiyle yüzleşme ve hesaplaşmalarını izliyoruz. Aydın-iktidar ilişkileri bağlamında aydın sorumluluğunun tartışıldığı oyunda Muhsin Ertuğrul’u nasıl yorumladınız?

Aslında Muhsin Ertuğrul’u incelemeye başladığınızda, anılarını ve (bazılarını müstear isimle yazdığı) yazılarını okuduğunuzda oldukça ilginç, özgün ve dönemi için ilerici bir aydınla karşı karşıya kalıyorsunuz. Neredeyse sosyalizan yönelimlere sahip, disiplinli, işine aşık ve hepsinden önemlisi de “kurucu” nitelikler taşıyan bir aydın. “Yarın öleceğimi bilsem, bugün bir tiyatro kurardım” diyen bir tiyatrocu. Ayrıca döneminin birçok aydınının aksine milliyetçi çizgiden uzak duran ve zaman zaman da merkezi otorite ile karşı karşıya gelen bir aydın.

Mesela onun Bölge Tiyatroları tasarısını okuduğunuzda dönemi için hayli ilerici bir yapılanma önerdiğini görebiliyorsunuz. Tasarının maddelerinden birinde tiyatronun kurulduğu bölgedeki sanatçılardan oluşması gerektiğini, hatta o bölgenin şivesiyle tiyatro yapılması gerektiğini söylüyor. Yani oldukça ademi merkeziyetçi ve yerele yaslanan bir oluşum öneriyor. Ama bu tasarı merkezi yönetim tarafından devralınıyor ve gayet merkeziyetçi bir yönetim modeliyle bugünkü Devlet Tiyatrolarının taşra yapılanması ortaya çıkıyor. Zaten bu noktadan sonra Ertuğrul da bu projeyle ilişkisini kesiyor.

Öte yandan devletçi bir yanı olduğunu da söyleyebiliriz. Gelişkin ve nitelikli bir tiyatro yapılanmasının ancak devlet himayesinde gerçekleşebileceğini düşünüyor ve bu nedenle defalarca sorun yaşamasına rağmen ödenekli tiyatro yapılanmaları içinde çalışıyor yıllarca. Merkezle çok çatışma yaşamasına rağmen, bağımsız, “dışarıda” bir tiyatro yapılanmasına kariyerinin son yıllarında cesaret edebiliyor ancak. Bu da zaman zaman onun bağımsız aydın kimliğine zarar verecek sonuçlar doğurabiliyor ya da bu türden eleştirilerle karşı karşıya kalabiliyor.

Katı milliyetçi bir çizgiye sahip olmadığını söylemiştim. Anılarında da birçok Ermeni sanatçıya yer verdiğini, Osmanlı sahnesinin çok kültürlü yapısını dile getirdiğini söyleyebiliriz. Ama bir yandan da çok değer verdiği, yakın dostluklar kurduğu Ermeni sanatçıların tiyatro sahnesinden tasfiye edilişi karşısında açık bir tavrı olmadığını da söyleyebiliriz.

O dönem içinde (hatta anılarını yazdığı dönemde) bu konuda ilerici ya da demokrat bir tavır geliştirebilir miydi? Muhsin Bey’in “bazı konularda sessiz kaldığını” söyleyebilir miyiz? Aslında oyunun tartıştığı meselelerden biri de bu. Sorunun bireysel tavırlardan ziyade dönemin ruhuyla, mevcut siyasi otoriteyle ya da genel anlamıyla sistemle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz.

Yani yaşanan sorunun bireyin kötücüllüğü ya da faşizanlığından ziyade içinde yaşanılan sistemle ilgili bir sorun olduğunu vurguluyoruz oyunda. Bu anlamda Brechtvari bir yaklaşım geliştirmeye çalıştık.

GAYRİMÜSLİM KİMLİĞE BÜRÜNEN BAYAN K.

Anılarını çağıran Muhsin Ertuğrul’un diğer bir eşlikçisi, Müslüman kadınlara sahnenin yasak olduğu zamanlarda kendisini gayrimüslim olarak tanıtmak zorunda kalmış Latife Hanım. Afife Jale, kimliğini gizlemeden sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın belki ama ondan önce kimliğini gizleyerek sahneye çıkabilmiş kadınlar var. ‘Tiyatroda millileşme’ iddiasındaki dönemin ‘siyasi aklı’, kadın sanatçılar için nasıl bir tablo çiziyor? 

Biz oyuna kadın eksenini koymaya karar verdiğimizde Afife Jale karakterinden yola çıkma fikri hakimdi. Ama muhtemelen Muhsin Ertuğrul’un yazdığı bir yazıda (mahlas ile yazdığı için muhtemelen diyorum) Bayan K. diye bir oyuncudan bahsettiğini okuduk.

Bayan K. gayrimüslim kimliğine bürünerek sahneye çıkan Müslüman kadınlardan biriydi ve yazı onun hikâyesini anlatıyordu. Bu hikâye çok katmanlı bir çelişkiyi vurgulama şansı verdiği için bize çok çekici geldi ve yönümüzü oraya çevirdik. Dönemin milliyetçi ve erkek aklı sahneye daha çok Müslüman/Türk erkek çıkmasını zorluyorken ve bunun için Ermeni aktörlerin bir anlamda yavaş yavaş tasfiyesini öngörüyorken, kadınlar söz konusu olduğunda halen Müslüman/Türk kadınların sahneye çıkışını göze alamıyor, bu konuda ayak diriyor denebilir.

Öte yandan Afife Jale’nin sahne hayatına ve hayat hikâyesine baktığımızda da sıkıntılı bir durum söz konusu. Her ne kadar Afife’nin sahneye çıkışı alkışlarla karşılansa da, “sen bizim fedaimizsin” dense de, daha sonraki yıllarda Afife’nin bu mücadelesinde çok yalnız bırakıldığını görüyoruz.

Afife o dönemin erkek egemen ve milliyetçi bakışı için aykırı bir örnek. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslüman kadınların tiyatro yapma yasağı kaldırılsa da Cumhuriyet elitinin aradığı oyuncu tipolojisine pek de uymuyor Afife. Daha ziyade genç kızlara “model” olacak kadın oyuncular aranıyor, teşvik ediliyor. Biz oyuna kadın eksenini eklerken Bayan K.’nın ve Afife’nin hikâyesinden yola çıkarak kurgusal bir karakter olan Latife Hanım karakterini oluşturduk. Böylece Latife Hanım’da her ikisinin de hikâyesini, dramını, çelişkisini anlatma şansına sahip olduk.

MUHSİN ERTUĞRUL’UN ANILARI, BUZDAĞI’NIN GÖRÜNEN YÜZÜDÜR

Batılı anlamda modern Türkiye tiyatrosunun kurucusu kabul edilen Muhsin Ertuğrul’un anıları ‘Benden Sonra Tufan Olmasın’ adıyla ölümünden 10 yıl sonra 1989’da yayınlanmış. Oyunda Vahram Papazyan, anılarına yazan Muhsin Ertuğrul’u yer yer inandırıcı bulmuyor, dudak büküyor. Siz bu konuda ne düşünürsünüz? 

Benden Sonra Tufan Olmasın oldukça kapsamlı bir kitap ama aslında buzdağının görünen yüzü gibi. Ertuğrul’un el yazısıyla aldığı notlarını, anılarını sonradan Özdemir Nutku derlemiş, editörlüğünü yapmış. Yani çok daha geniş bir malzemeden bahsediyoruz. Ertuğrul’un anılarını okuduğumuzda fark ettiğimiz bazı eksiklikler oldu. Mesela annesinin Alman olması -ki bizce disiplinli ve kurucu kişiliğinde oldukça etkili olduğunu düşünüyoruz- anılarında hiç geçmiyor.

Hatta annesinden sadece iki yerde bahsediyor ve bunlardan birinde sadece “annem Müslümandı” diyor. Ya da Binemeciyan kumpanyasında başrollere çıktığından hiç bahsetmiyor. Ya da Almanya’da oynadığı bir film (Ermeni Soykırımından kaçan bir kadının hikâyesi anlatılır bu filmde) yüzünden başının ciddi anlamda belaya girdiği, hatta altı ay Türkiye’den uzakta yaşadığı bu anılarda yer bulmuyor. Bu bilgileri başka kaynaklardan elde ediyoruz. Şimdi bu eksik enformasyon Muhsin Ertuğrul’un otosansürü müdür yoksa Özdemir Nutku mu anıları derlerken bu verileri dışlamıştır bilemiyoruz tabii. Aslında bu anıların tamamının yayınlanması çok değerli bir çalışma olur.

TEATRAL ÇERÇEVEYİ, TADI KAYBETMEMEYE ÇALIŞTIK 

Eklemek istedikleriniz…

Oyundan yola çıkarak yapığımız bu söyleşide biraz fazla tarihsel, teorik konulara girdik. Oyunu izlememiş birisi için biraz göz korkutucu olabilir. Biraz da fazla tarihsel bir oyun gibi durabilir. Ama biz oyunu yaparken her kadar anılardan, belgelerden yararlansak da kurgusal, teatral bir çerçeveyi, tadı kaybetmemeye çalıştık. Ayrıca bu hikâyeyi anlatırken tarihte olup bitmiş bir mesele olarak değil, bugünün meselelerine değinen, bugünün seyircisine bir şeyler söyleyen bir hikaye kurduk. Yani oyun tarihsel bir belgeselden ziyade bugüne dair sözü olan, günümüz tartışmalarına tarihsel bir perspektifle yaklaşan bir oyun (aynı zamanda da tersi: tarihsel meseleleri bugünün bakışıyla yeniden ele alan bir oyun).

OYUN TAKVİMİ

Yeni tiyatro sezonunda BGST-Tiyatro’nun oyun takviminde neler var?       

Yeni sezona iki yeni oyunumuzla girdik. Sevilay Saral’ın yazıp yönettiği, Aysel Yıldırım ve Neslihan Arol’un oynadıkları Afet&Diana oyunu Türkiye prömiyerini yaz sonunda Bergama Tiyatro Festivali’nde yaptı. Bu oyunumuz Almanya’dan TriBühne ile ortak bir yapım. Ekim ayında İstanbul’da sergilendi. Şimdi Kasım ve Aralık ayında bir Almanya turnesi yapacak. Diğer oyunumuz ise Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor. Adından da anlaşılacağı üzere Sevgi Soysal’ın hayatından yola çıkarak Duygu Dalyanoğlu’nun yazdığı oyunu Aysel Yıldırım yönetti. Oyun 31 Ekim’de Boğaziçi Üniversitesi’nde prömiyer yapacak. Sonraki oyun takvimi ise şöyle:

2 Kasım Perşembe 20:30 – Moda Sahnesi, 13 Kasım Pazartesi 20:30 – Hann Sahne, 18 Kasım Cumartesi 20:30 – Sahne Pulchérie.

Bunlar dışında repertuarımızdaki oyunları da oynamayı sürdürüyoruz. Kim Var Orada / Muhsin Bey’in Son Hamlet’i 8 Kasım’da Boğaziçi Üniversitesi’nde oynanacak. Ayrıca Kim Var Orada’da Vahram Papazyan’ı oynayan İlker Yasin Keskin’in yazdığı ve sahneye taşıdığı Son Çağrı oyunu da ikinci sezonuna girdi.

ÖZLEM ERGUN 

 

 

KİM VAR ORADA? MUHSİN BEY’İN SON HAMLET’İ KÜNYE  

Reji ve Metin: Ekip Çalışması

Metin Düzenleme: Cüneyt Yalaz, İlker Yasin Keskin

Oyuncular: Banu Açıkdeniz, Cüneyt Yalaz, İlker Yasin Keskin

Proje Danışmanı: Ömer F. Kurhan

Müzik: Aybars Gülümser

Dekor: Özgür Eren

Işık-Efekt: Levent Soy, Özgür Eren

Kostüm: Banu Açıkdeniz, Duygu Dalyanoğlu

Kaynak: https://kronos36.news/tr/muhsin-beyin-son-hamleti-bir-hesaplasma-ve-yuzlesme-hikayesi/

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku