Merve Engin yazdı: “Afife, Bir Sanat Fedaisi”

Merve Engin
6,1K Okunma

Bugün Afife Jale’nin vefatının 79. yıldönümü… 24 Temmuz 1941’de, henüz 39 yaşındayken hayata gözlerini yuman Türkiye tiyatrosunun öncü kadını Afife’yi dergimiz yazarı Merve Engin’in kaleme aldığı yazıyla anıyoruz…

*****

AFİFE, BİR SANAT FEDAİSİ

“Afife Emel karakterini senin oynamanı istiyoruz.”

Bilmem “ne düşünüyorsun?” diye sormuşlar mıdır Afife’ye. Sorulmasına gerek yoktur, eminim. Gözünde parıldayan ışık, taa 2000’li yılların 18’ine kadar yansıyor. 

Afife’nin Emel’i sahneye, kırmızı bir elbiseyle çıkıyor…. Başında beyaz kurdele, beyaz çorap ve iskarpin.

Kırmızısının isyanı, tutkusu; beyazının, umudu, cesareti, başına geleceklerin habercisi gibi. 

“Darülbedayi – Güzellikler Evi”

Osmanlı Dönemi, Rum ve Ermeni tiyatrocuların varlığı ile mest olmuş, kendi ile karşılaşmış, insanlık tarihine notlar düşmüş, zaman zaman yermiş, zaman zaman övmüştür. Varlıkları Türkiye Tiyatrosu’nun öncüsü olmuştur.  Sonrasında Burhanettin Bey’in, Muhsin Ertuğrul’un (Türkiye’ye döner dönmez) ve diğer bir çok oyuncunun  kumpanya kurma cesaretleri buradan gelmiştir. 

1914 yılında, Doktor Cemil Topuzlu’nun girişimine kadar, devlet desteği ile tiyatro kurmak biraz zaman almıştır, bu topraklarda. 

İlk opera 3. Selim (7 Nisan 1789- 29 Mayıs 1807) devrinde turne ile geliyor ve padişah izliyor.

1824-1828 yılları arasında 2. Mahmut bir “saray orkestrası” kurunca İstanbul’da opera ve tiyatro yaygınlaşıyor. 

Bu toprakların klasiği “sansür” 2. Abdülhamit döneminde (31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1908) geliyor. 

Meşrutiyetin ilanı ile “siyasi ve toplumsal eleştiri içeren” piyesler ortaya çıksada, bu konuların işlenmemesi ya da “taraflı bir tarafsızlık içinde işlenmesi” kararı alınıyor; devlet elinin Türkiye Tiyatrosu’na iyi gelmeyeceği o yıllarda kendini gösteriyor aslında. 

Bir kaç başarısız “ulusal tiyatro” girişimi daha yaşanır ve bu girişimlerde bugünden baktığımızda gördüğümüz en dikkat çekici durum,  kadın oyuncuların Rum ve Ermeni tiyatrocular arasından seçilecek olmasıdır. 

Nihayet 1914 yılında Doktor Topuzlu Paşa’nın Andre Antonie’ı İstanbul’a daveti ile bir konservatuvar kurulur. “Güzellikler Evi” anlamına gelen “Darülbedayi” ismi verilen konservatuvarda musiki ve tiyatro bölümleri açılmış ve dönem dönem, ekonomik, politik ve benzeri nedenlerle kapanmaya yüz tutmuşsa da “Şehir Tiyatrosu” olarak, günümüze kadar varlığını ve geleneğini sürdürmeyi başarır. 

Darülbeday’i Türk-Orta oyunu geleneğini taşıyan, bir kurum olma fikrinden uzak, Comedie Françise ve doğal oyunculuk biçemleri üzerine kurulur. İlk giriş sınavı Antoine denetiminde aralarında Mınakyan, Müfit Ratip, Şahap Rıza, Reşat Rıdvan’ın olduğu bir jüri ile açılır 197 kişiden 63’ü başarı sağlar. 8 Kadın alınır; fakat bu sekiz kadın gayrimüslim olmakla birlikte, bozuk bir Türkçe ile konuşmaktadır. 

Sahnedeki kadın eksikliği konusunda detaylı rapor veren Antoine, 1. Dünya savaşı sebebiyle  –Fransa’ya karşı savaşta yer alınmasının da katkısı vardır elbet- memleketine dönmesiyle, bir sürü soru havada kalır. 

Bu süreçte, zorlukla da olsa ayakta kalmaya devam eden Darülbedayi, Muhsin Ertuğrul’un değişiyle “kadın yoksunluğu” çeker. Kadınlar olmadığı için oyunların oynanmasında, oyun yazımında güçlük çekilir. Temaşa dergisine yazdığı bir yazıda şöyle der;

“ Kadınsızlıktan tiyatromuz yok ve yine kadınsızlıktan tiyatro eserimiz yok… Epeyi uzun zamandan beri oyun oynamıyorum. Bunun yegane manisi Türk aktris yok. Eğer biz bu kadar felaketten sonra, adam olmak istiyorsak, milel-i medeniyetin esasatını kabul etmeye mecburuz. Onların iyi dediklerine biz fena, onların beyaz dediklerine biz siyah diyecek olursak, böylece yerde sürünmekten kurtulamayacağız.” 

Dönemin siyasi yönelimlerine baktığımızda “Batılılaşma ve modernleşme”  fikrine yakın olanlar ile karşı çıkanlar elbette, tiyatro ve sanat konusunda da çözüm sürecini uzatır, zaman kaybettirir. 

Dünya Savaşı sonrası Türk kadını hemen her meslekte varlık göstermeye başlayınca, yerel ve uluslararası basında “Türk kadınının artık sahnede de görünmesinin zamanı” geldiğine dair ufak tefek haberlerin çıktığı gözlenir. 

 

“Mülazım artislik”

1916 yılından itibaren, Darülbedayi tiyatro topluluğu niteliği ile çalışmalarına devam eder; eğitim süreci sona ermiştir. Türk kadınının cemiyet hayatındaki hareketliliği üzerine, 10 kasım 1918’de  Darülbedayi bünyesine aralarında Behire, Memduha, Beyza, Refika, ve Afife’nin de bulunduğu ona yakın kadın dahil edilir. İsimlerinden emin olduğumuz bu beş kadından üçü hayallerine çabuk veda etse de Refika ve Afife bu mücadelelerine devam eder. Refika hanım suflör olarak devam ederken, Afife stajyer oyuncu ( mülazım artistlik) kadrosuna alınır. Kadro için girdiği sınavda Tahsin Nihat Bey’in Fransızcadan çevirdiği Rakibe oyunundaki Leyla karakterinden bir parça oynar. Afife, on beş yaşındadır. 

“Afife Jale Sahneye çıkıyor”

Doktor Sait Paşa’nın torunu, dönemin ileri gelenlerinden Hidayet Bey’in kızı Afife, 

1902 yılında doğuyor. Kız sanayi mektebinden mezun oluncaya kadar okuyor. Aile desteğini, Darülbedayi’ye girişinden sonra çekiyor üstünden Afife’nin. Yalnızca annesi Methiye hanım, son anına kadar, turnelerinde dahi kızının elini bırakmıyor. 

Babası dahil, yakın çevresinin nazarında “hafiflik” olarak görülen oyunculuğa, aşık olan Afife, söylenenlere kulak asmayarak ve bildiği yolda yürümek için, azimli adımlar atıyor. 

“22 Nisan 1919” gecesi.. “Apollon tiyatrosu”… Hüseyin Suat’ın “Yamalar” isimli oyunu ve “Emel” rolü. 

Bir devrin başlangıcı. 

Şurada, bir nota yer vermek lazım. Vasfi Roza Zobu’nun tarihe düştüğü nota istinaden, Türk Tiyatrosu’nda ilk sahneye çıkan kadının, Afife değil Kadriye hanım olduğunu söyler; fakat altını çizmek gerekir ki, 2. Abdülhamit döneminde, Amelya takma adıyla, yakalanana kadar sahnelerde var olmuş, sonra Kıbrıs’a kaçmış ve hayatının kalanını “ebe” olarak sürdürmüştür. 

Hasılı, muhakkak ki, içinde oyunculuk aşkı olan, daha bir çok kadın oyuncu, ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli yöntemlerle sahnede kendilerine yer bulmuştur. 

Fakat, Afife, Müslüman aileden geldiği anlaşıldıktan sonra, gözü karalığından ödün vermeyip, sahneye cemiyetin gözü önünde çıkmaya devam edip, bu konunun, uzamasına, tartışılmasına ve görünür kılınmasına ön ayak olmuştur. Bu yüzdendir ki, bir devir, Afife ile başlamıştır. 

Hayatımda mesut olduğum ilk gece 

Rolün sahibesi, derece daha iyi bir Türkçe ile konuşan Eliza Binemeciyan’ın Paris’e dönmesiyle, rolü oynayacak kadın aktris arayışına girilir. Elbette bu kişi, düzgün Türkçesi ile Afife’dir. 

Müslüman olduğu anlaşılmasın diye sahneye “Jale” adıyla çıkar. 

22 Nisan gecesi yaşadıkları tarihe şöyle geçecektir; 

“… Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. O piyeste güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı, açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş. Ben çıkarken durdurdu, ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı, sen işte o fedaisin.’ dedi. Alnımdan öptü.” 

Elbette, daha önce sahnede görmedikleri bu yetenekli kadın, izleyicilerin dikkatini çeker ve kimliği hızlıca ortaya saçılır. 

Buna rağmen, oynamasına aşılamayacak engeller çıkana kadar direnmeye ve sahnede olmaya devam eder Afife. 

İlk çıkışından bir hafta sonra ikinci oyunu “Tatlı Sırlar” ile sahnedeyken, baskın yapan zaptiyeler onu tutuklamak ister. Bu baskınlar aralıksız devam ederken, Afife, çoğunlukla Kınar hanımın yardımıyla, bazen sahne altındaki yoldan bazen de makine dairesinden kaçar. Bu kaçma kovalama hatıraları her kaynakta başka yazılsa da, gerçek olan; birden fazla kez oyun sonrasında zabitlerden kurtulmak için, kaçmak zorunda kalır Afife. 

“Odalık” oyunu oynanırken de benzer kaçma sahnesi tekrar ederken bu kez, Halit Fahri’nin evine saklanır. Halil Fahri sonra şöyle anlatır; 

“…Afife’ye gelince bir gün yine tevkif edilmek ihtimali düşünülerek,

Kendisine ait bazı talimat verilmek için Kadıköy’de emin bir yerde iki idare

Heyeti murahhası ile… Konuşması haberi Üsküdar’da saklandığı yere

İletilmişti. Düşündüler, taşındılar ve karar verdiler: en emin yer benim Şemsitap

Mahallesindeki pansiyondu… Karşımda siyah çarşaflı ve yine siyah peçeli bir

Kadın… Afife! …Bu kıyafetine de tanınmamak için girmişti.”

“Bir ömürlük tokat”

Bu olaydan bir kaç gün sonra, tiyatro yolundayken Kadıköy’de yakalanan Afife karakol’da taş bir odaya kapatılır ve hayatı boyunca unutamayacağı tokat öncesinde şu lafları işitir; 

“Dinini, milletini, namusunu unutarak sahneye çıkıp oyun oynayan sen misin?” O gün serbest bırakılır Afife. 

Yediği tokadın acısını unutmadan, sahnelerde boy göstermeye devam eder; haklılığının, kızgınlığının önüne geçmesine müsaade etmez. 

Dönemin  gericilerinin galeyanı ile BelediyeMüslüman Türk kızlarının sahneye çıkmasının kesinlikle yasak olduğunu emreden bir bildiriyi 27 Şubat 1921 Darülbedayi Yönetim Kuruluna yollar ve yönetim 8 Mart 1921’de Afife Jaleyi kadrodan çıkarır.

Babası Hidayet Bey de kızına sırt çevirir ve evlatlıktan reddeder. Afife artık yalnız, işsiz ve sahnesizdir. 20 yaşına gelmeden tutkusu uğruna, yalnız kalır. 

Afife Darülbedayi’den çıkarıldıktan sonra Burhaneddin (Tepsi) topluluğuna girer ve Anadolu turnesine çıkar. Afife, Darülbedayi’nin tutumu ve yaşadıkları üzerine şunları söyler;

“ O zaman Eliza Paris’ten İstanbul’a gelmişti, kendisini tekrar Darülbedayiye almak istediler. Afife’yi çıkarın, o zaman gelirim, dedi. Bunun üzerine meclisi idare azasından bir zat –Afife hanım bu zatın ismini de söylüyor- Şeyhülislam’a gidiyor, tahrik ediyor, oradan Dâhiliye nezaretine, oradan da Şehremanetine yazılıyor, Müslüman kadınların sahneye çıkmaları adabı islamiyeye mugayir olduğu için benim Darülbedayiden çıkarılmam icap ettiği bildiriliyor, Şehremaneti de Darülbedayiye tebligat yapıyor… Darülbedayiden çıktıktan sonra Burhanettin kumpanyasına girdim, Kadıköy’ünde, Tepebaşında, Varyetede temsillere iştirak ettim… Benim tavassutumla Seniye isminde bir Türk kadını daha Burhanettin kumpanyasında sahneye çıktı. Burhanettin Türkiye’den ayrılıp gittikten sonra ben de İbnirrefik Ahmet Nuri Bey’in yaptığı “Yeni Tiyatro” heyetiyle Kadıköy’ünde temsillere iştirak ettim, sonra polis müdürü değişti, gene men ettiler…” 

Fikret Şadi’nin “Milli Sahne” adlı mekanı ile Anadolu turnesine başlar. Afife, kendi bahsettiği isimler dışında Anadolu turnesi süresi boyunca İzmit’te Huriye ve Hikmet, Trabzon’da ise Ruhat adlı Türk kızlarının da sahneye çıkmasını sağlar. 

“Bir bahar akşamı rastladım size”

Bunalımlı günlerden geçerken Afife, yaşadığı, yoğun stres, baskının etkisiyle şiddetli baş ağrıları çekmeye başlar ve bu süreçte morfine alışır. 

1928 yılında –belki de bir nebze kendini rahatlatmak için gittiği- Hafız Burhan konserinde Selahattin Pınar ile tanışıyor Afife.  Kendisiyle aynı yaşta olan Pınar’dan çok etkileniyor; bir cesaret yanına gidip “eserlerine olan hayranlığından” bahsediyor, Pınar ise görür görmez aşık oluyor Afife’ye.  Hikaye, bir bahar akşamı tüm naifliği ile gerçekleşiyor.

 “Benim gibi parası az, imkanı az ama yüreği büyük, rind meşrep, düzcesi biraz serseri, sanat ve musiki tutkunu, Afife Jale’nin hayranı, perestişkarı, aşığı bir adamla evlenmeyi göze alabilir misin?” diyerek evlenme teklifi ediyor. 

Afife’nin yaşadığı sıkıntılardan haberdar besteci, artık unutulmaya yüz tutmuş Afife’ye karşı aşk ile beraber merhamet de duyuyor, onu sarıp sarmalayıp bir kahramanın kahramanı olmak arzusu güdüyor. 

Afife Jale, “size mutsuzluk veririm” dese de ısrar ediyor Pınar. Ailelerin karşı gelmesi üstüne sade bir nikah ile 1929’da evleniyolar. 

Afife, mutsuzluğunu, uyuşturucu haplarla bastırmaya çalışırken, Selahattin Pınar, günden güne şöhret basamaklarını tırmanıyor. 

Selahattin Pınar tüm merhameti ve aşkı ile Afife’ye, şefkat ve huzur getirse de, aşkları, aşk atlasında kocaman yer kaplasa da Afife ilk aşkı, diğer yarısı tiyatro olmadan, tam olma hissinden sürekli uzağa düşüp, bu boşluğu morfin ile tamamlamaya çalışıyor. 

Selahattin Pınar’ın elinden bir şey gelmemesine hayıflanıyor, biraz daha önce tanışmış olmayı ümit ediyor; Daha önceleri neredeydiniz?”

Afife ikinci kez tökezliyor

Afife Jale, kendi mutsuzluğu ile bahşetmeye çalışırken, açtığı yolda ilerliyordu çağdaşı kadınlar; Cumhuriyet’in ilanı ile Türk kadınına sahne yasağı kalkıyor ve kadınlar sahnede ve sinema perdesinde boy göstermeye başlıyor. 

Tüm bunlar olurken, sahneye çıkmak istese de Afife, uyuşturucu anıları yüzünden, ancak amatör kumpanyalarda kendisine yer buluyor, müptezelliği yüzünden oralarda da barınamıyor. 

Selahattin Pınar, kendisini desteklemiş, sahne hayatına dönmesi için elinden geleni yapmışsa da açılan yaraların kapanmadığını gördükçe ısrarından vazgeçer. Bu sürecin sonunda Afife jale, sıhhat olarak daha da kötüler. 

“Ben düşüyorum, seni de çekiyorum” diyor Afife. Aşkları bitmiyor ama evliliklerini bitiriyorlar. 

Önceleri Kardeşi Behiye hanımın yanında kalmaya çalışsa da, çıkan dedikodulara dayanamıyor ve kaçıyor Afife. 

Büsbütün sefalete düşüyor, aşevlerinde karnını doyuruyor, sokaklarda yatıyor. Bundan haberdar olan Darülbedayi heyeti, Vasfi Zobu aracılığı ile yardım parası gönderiyor Afife’ye. 

Zobu karşılaşmalarını şöyle anlatıyor;

“ Şehzadebaşı’nda yangın yerinde bir tek ev kalmış harap, onun ikinci katında kapısı filan açık… girdim içeriye “Afifeeee” diye seslendim. Ses seda yok. Yerde… Bir kilim mi ne serilmiş, üstünde yatıyor. Bir mahluk, kıvrılmış oracığa. Yırtık pırtık bir örtünün altında Afife Jale… Ben geldim dedim.. Zayıf bir ses çıkardı “Vasficim sen mi geldin? Otur diyemiyorum,  yer yok” 

“Yapacak tek şey var, bunu burdan kaldırıp iyi bir yere yatırmak. Hiçbir hastahane almıyor”

 Nihayetinde Sertabip yardımcısı Neşet ile beraber Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’ne yatırılıyor… 

Bakırköy’den yükselen zayıf bir feryat:  “Beni unuttular”

Bir gün Perde ve Sahne Mecmuası yazarlarından Nusret Safa Coşkun, hastaneden gönderilmiş bir mektup alıyor. Afife Jale yazarla yüz yüze görüşmek istiyor. Hemen Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne giden Nusret Safa Coşkun, o gün o odaya girdiğinde gördüklerini şöyle anlatıyor:

“Örtüyü açtıkları zaman dehşetle yerimden kalktığımı hatırlıyorum. Karşımda sadece iri siyah gözleri ile canlı bir ceset vardı. Ceset yavaş yavaş doğruldu. Bacakları, kolları büzüşmüştü. Deri bir torba içinde beş on kemikten ibaretti bu insan.”

Tanınmaz haldeki Afife’nin sözleri bıçak gibi yaralar yürekleri: “Beni unutmuşlar, sahneye çıktığım zaman alnımdan öpen muharrir, beni teşvik eden büyük adamlar, hayranlarım, seyircilerim, arkadaşlarım, hepsi beni unuttular. Ne çabuk… Kapımı çalan, hatırımı soran bir insan yok… Hepsi unutmuşlar.”

 “Burada boğuluyorum, tımarhane köşesinde ölmek istemiyorum. Ne yapın edin, beni çıkarın buradan. Neresi olursa olsun buradan daha rahattır. Donuyorum, sırtıma giyecek bir gömleğim yok; görüyorsunuz, her tarafım çıplak… Delilere tahammül edemiyorum, başımın içinde tepiniyorlar. Ben deli değilim, fakat olmak üzereyim. Beni buradan çıkarın da nereye atarsanız atın!”

Afife Jale’nin deli olmadığı Başhekim Mazhar Osman tarafından onaylanır ve bundan bir müddet sonra hastaneden çıkarılır. Ağabeyi Salah’ın evine yerleşir. Başa çıkamayınca kendi isteğiyle Balıklı Rum Hastanesi’ne yatırılan Afife kimsesizliğin ve yoksulluğun son durağını burada geçirir.

“O Kadın”

Tüm hayatına bakınca, morfin bağımlılığının zaaftan çok isteklerine, hayallerine ulaşmak için gösterdiği çabanın karşısındaki korkunç yalnızlığının getirisi olduğu aşikardır. 

24 temmuz 1941 günü yapayalnız ölüyor. Bakırköy mezarlığına gömülen Afife’nin cenazesinde sadece 4 kişi vardır. Mezarı bugün tam olarak nerededir bilinmiyor. 

Kısacık ömrü ile “O” olmayı başaran Afife; koca bir aşk, ve daha da kocaman bir inanç bırakarak, göçer. 

Tek mirası, cesaretidir, ve tüm ulusların kadınlarına, inandıklarını savunmalarına yetecek kadar koyu, yüreklerini avuçlayacak kadar büyüktür. 

MERVE ENGİN

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku