İmgeler, Kelimeler, Anlamlar ve “1984 – Büyük Gözaltı”

Hande Özelsancak
2,9K Okunma

İmgeler, imgeler…  Bizi, aslında her şeyi ifade eden kelimelerin resimleri, kokusu, rengi, imajı… Ve insanı insan yapan konuşmalar… Sadece anlatımlar, konuşmalar ve ifade şeklimiz… Yani, yine ifadeler, yine kelimeler… Kelimeler kısıtlandığında kısıtlanıyoruz; her şeyimiz, tüm yaşamımız kısıtlanıyor: Ekmeğimiz, sevgimiz, işimiz, onurumuz, erdemlerimiz ve tarihin insana atfettiği tüm tanımlamalara kadar. Kelimelerin tanımları anlam değiştirdiğinde, hayat da başkalaşıyor tabii. İnsana ve hataya dair olan ve varsa… Kelimelerin inşa ettiği zıtlıkların birliği ortadan kaldırılırsa, anlam çatışmaları yok edilirse, insanın yaşam ve anlam karşısındaki tutumu da doğanın bir gerçeği olan diyalektiğe ters düşer: İşte size bir distopya!

George Orwell’in 1984 adlı romanı, ifade ve kavramlaştırmalarımızda başat etken olan kelimeleri ve tanımlamaları ortadan kaldırmayı amaçlayan bir sistem tarafından yönetilen insanlığın, nasıl katmansız bir hayat yaşamaya mahkum edildiğine değinen bir başyapıt. Büyük Birader adlı otorite herkesi izlemekte, insanların hayatını tamamen kendi gözetimi altında yaşamasından başka bir olanağa izin vermemektedir. Düşünmek en büyük suç olduğu için, zihin okuyan düşünce polisleri insanları otosansüre mecbur bırakmaktadır. Aksine davrananları büyük cezalar beklemektedir. Barış, kardeşlik ve ifade özgürlüğünü savunan Goldstein ise, bu yönetim için toplumun en büyük düşmanıdır. Zıtlıkları ortadan kaldıran Büyük Birader, nefret savunuculuğunu kelimelerin anlamlarına müdahale ederek, tezatları yok ederek, yani dil aracılığıyla yapmaktadır. Nefretin zıddı yok, savaşın zıddı yok, düşmanın ve hiç bir şeyin zıddı yok…

Geçtiğimiz günlerde Mersin’e turneye gelen, Rutkay Aziz’in yönettiği ve oynadığı ‘1984 Büyük Gözaltı’ oyununu izledim. Oyun baş karakter Winston ve aşığı Julia’nın ilişkileri üzerinden otoriteyi ve Büyük Birader’i ele alıyor. İki aşık, fırsat buldukça bir proleter evinde buluşup cinselliklerini de yaşıyorlar. Takip tehdidi altında ve düşünce polislerinin onları bulma riskine karşı o evde buluşuyorlar. Büyük Birader onları gözetleme gereği duymadığından, proleter ev sahibi hala ‘organik’, yani hala insana dair bir hayat yaşamaktadır. Ev sahibi kadın, uzunca zamandır yasak olan müziği iki aşığa söylediği bir şarkıyla hatırlatır. Fakat, iki aşık, evde bulundukları bir gün bir ihbarın kurbanı olurlar ve cezalandırılarak mahkum edilirler. 

Gelelim yazının başında bahsettiğim, kelimelerin önemine… Julia Winston’dan yaşça küçüktür ve aralarında kuşak farkı vardır. Winston barışçıl Goldstein’ın yazdığı, yasaklanmış bir kitabı okurken, Julia kendisiyle ilgilenmekte ve aslında Winston’ı dinlemeyerek bedeniyle ilgilenerek onu meşgul etmektedir. Oyunun en beğendiğim sahnelerinden biri olan bu sahnede, Julia bilinçaltı operasyonuna maruz kalmış haliyle, Türkiye’de yaşayan insanlar olarak anlayacağımız tabirle, 80 kuşağını ve sonrasını anımsatmaktadır. Her yerine nüfuz etmiş bir boşvermişlik, kendi dışındaki bir çok şeye aldırmazlık halini yansıtmaktadır. Kelimelerle yetersiz beslenmiş olduğundan Winston’un sadece bedeni ilgilenmekte, bacaklarına odaklanmakta ve onun kitaplarından ve fikirlerinden etkilenmemektedir. Winston ne kadar uğraşırsa uğraşsın, onun bu yaklaşımını engelleyemez. 

Oyun, metnin sadece kelimelerle olan ilişkisine odaklanmış gibi geldi bana. Romanda bir çok odak varken –zihin okuyan düşünce polisleri yüzünden aklını yitirenler gibi- oyun dil sorununa bahsettiğim sahne dışında sadece söylem düzeyinde yaklaşmış: Anlatarak…     

Rutkay Aziz, O’Brien rolüyle, bildiğimiz, kendi üzerinde daha öncelerden gördüğümüz,  aşina olduğumuz bir karakter yaratmış. Sahnede onu görmek güven ve keyif veriyor. Böyle büyük bir aktörü, bizim hayalimizden ötelerde yaşayabileceğini bilerek kendisini izlemek, itiraf edeyim ki kendi açımdan biraz hayal kırıklığı yarattı.

Taner Barlas, oyunda hep yüksek olmayı başaran, oyunculuğuyla seyircinin dikkatini  her an üzerine çekmeyi başaran bir aktör. Kitapla karşılaştırıldığında, Winston biraz fazla ezik ve otoriteyi seven biri gibi. Yine de, sadece mücadeleyi bırakmış bir adam görmedik sahnede; biraz da varolan sisteme mecburen adapte olmuş ama bir karşı fikir dile getirildiğinde hemen başını öne eğip kabullenen biri olmayı, hafif klişelere kaçsa da, çok başarılı bir şekilde ortaya koydu diye düşünüyorum. 

Sadece, aşığı Julia ile birlikte O’Brien’ın aslında barışçıl olduğunu zannederek onunla konuşmaya gittikleri sahne, çok kolay kotarılmış gibi geldi bana. İki aşık, öncesi ve sonrası olmayan bir inanmışlıkla, O’Brien’ın Büyük Birader’e karşı olduğunu ve hatta bunu barışçıl Goldstein tarafından göründüğüne, temellendirmeden, bir anda kani oluveriyor. O’Brien da onlara sorular sorarak onları fişliyor ve işkence faslı başlıyor. 

Yeri gelmişken, O’Brien sistem karşıtı insanları nasıl kendi saflarına çektiğinin aşamalarını anlatıyor; fakat bunu yine sadece söze dayanan bir anlatımla yapıyor. Evet ,sahnede bu aşamalar bir an gözlemlenebiliyor ama gösterilmiyor. Bu nedenle, bu aşamaların pek aklımda kalmadığını söyleyebilirim. 

Julia karakterine hayat veren Ekin Aksu yüksek enerjisiyle hep izleyiciyi ayakta tutmayı başarıyor. Belirtmeliyim ki, onun yarattığı karakterde, sistemin düşünsel yapısının, zihnine farkında olmadan sirayet ettiğini biraz daha belirgin biçimde görmek istedim. O’Brien’a gidip kafalarındaki iyi niyetli, saf soruları sorarken ya da yukarıda bahsettiğim ‘bacaklarına ve bedenine odaklandığı’ sahnelerde gördüğüm belirginliği, oyunun genelinde de görmek istedim. 

Özcan Alpar ve Levend Yılmaz, Büyük Birader’in büyük savunucuları olarak, karakterleri itibarıyla klişelere biraz fazla sığınmışlardı. Oyunun bu bağlamda mesajı ‘biz klişelere döndük, evrildik’ ise, başarılı bulduğumu söyleyebilirim. 

Aşıkların buluştuğu yerdeki proletaryayı temsil eden Aytaç Öztuna oyunculuğuyla göz dolduruyor. Fakat söylediği şarkının hafif arabesk bir çağrışım yaratması şahsen beni üzdü ve biraz şaşırttı. Eğer oyun, ‘artık proletaryanın müziği de arabeske kayıyor’ diyorsa, sorun yok ama bu hal benim için çok can sıkıcı.

Dekor oldukça sade tasarlanmış; savaş sonrasının yoksunluklarını anımsatan sade masalar, sandalyeler ve bir ekran. Ya da tek bir yatak ve bir ekran. Metin Deniz’in bu minimalist dekoru oyunla uyum içinde. 

Toplumsal, tarihsel gerilimlerin yanı sıra, savaş öncesi ve sonrası yaşananları ve bunların yarattığı atmosferi merak ederseniz, iki perdelik oyunu izleminizi öneririm. 

HANDE ÖZELSANCAK

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku