Hakkı Yüksel yazdı: “Taşıdıklarımız”ın Tahakkümü

editor
3,8K Okunma

“Bırakalım üzerimizdekileri de dans edelim, sonra devam ederiz.”

                                                                                                        Leyla Postalcıoğlu

2003 yılında İstanbul Beyoğlu’nda kurulan ve çağdaş dans temelli oyunculardan oluşan Çıplak Ayaklar Kumpanyası, kurulduğu günden bu yana kolektif çalışmalarıyla sahne üretimlerine devam etmekte ve ülkemiz sahnelerinde birbirinden özgün performanslara imza atmaktadır. Bu performanslardan sonuncusu da prömiyerini Bergama Tiyatro Festivali’nde yapan, sezon içinde de çeşitli salonlarda gösterilerek izleyicisini derinden sarsan “Taşıdıklarımız.” Adını, Ece Temelkuran’ın Kıyı kitabındaki bir bölümden alan performans, taşıdıklarımızın tahakkümünde izleyicisine özel bir deneyim yaşatmakta.

“Yolculuk kimsesizliktir.”

“Yolunu arayan bir yolculuksa çıkılacak olan, heybeni doldurmak değildir yapacağın. Olabildiğince boşalt heybeni! (…)” Ece Temelkuran, kitabında okuyucusuna böyle sesleniyor. Bizi, kendimize doğru yapacağımız yolculuğa davet ederken daha rahat hareket edebilmemiz adına tutunduklarımızı bırakmamız gerektiğini salık veriyor. Çünkü yolculuk kimsesizliktir.”

Kitaptaki bir sözden hareketle üretilen bu gösterinin alımlayıcısıyla yaptığı müşterek yolculuk ise henüz sahne aydınlanmadan, oyun alanı üzerinde amorf bir yığının başında ayakta duran iki oyuncuyla başlıyor: Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan. Bir giysiler ve ıvır zıvırlar yığınının önünde, üstlerindeki iç çamaşırlarıyla, yalın, “kimsesiz”, kendilerini izlemek için gelen seyircilerin koltuklarına yerleşmelerini gözlemliyorlar. Hemen ötelerinde bir hırdavatçı dükkanının çöplüğünü andıran başka bir yığıntı daha duruyor. 

Performans, iki oyuncunun, önlerinde duran yığına eğilip, ellerine geçirdikleri kıyafetleri üst üste giymeye başlamalarıyla açılıyor. Öte yandaki yığının içindense performansın üçüncü oyuncusu Berke Can Özcan çıkıyor. Kendini, absürt bir bir aradalığın içinden sıyıran Özcan, önüne şahane bir set kuruyor ve uyumsuz şeylerden bir orkestra yaratıyor. Performans boyu, performansa eşlik edecek müzik de bu eşyalar orkestrasından yayılıyor. 

Performansı düzenleyen ve aynı zamanda icra eden bu üçlünün sahne üzerinde müthiş bir çaba harcadığını söylemek mümkün. Erica Fischer-Lichte’nin Performatif Estetik adlı çalışmasında da bahsettiği gibi performatif işlerde oyuncunun “canlılığı (liveness)” en önemli şeydir. Bu performansın oyuncuları da can havliyle ve canhıraş gerçekleşen, durmak bilmez bir devinimle bizleri büyülemeyi başarıyorlar. Cem Yılmazer ve Yasin Gültepe’nin gölgeleri ön plana çıkaran ışık rejisi altında müthiş bir sahne matematiği içinde, öyle bir düzen tutturuluyor ki, eşyalar bile boşlukta öylesine salınmıyor da bir tiyatro oyuncusu gibi rol kesiyor âdeta. 

Taşıdıklarımız performansı, tiyatronun taşıdığı en hantal şey olan “metin”den de kurtulmuş durumda. Dilin ideolojik ağırlığını taşımayı reddetmiş. Tüm performans, fiziksel olarak kurulmuş özgün bir dille aktarılıyor. Böylece her izleyicisinde ayrı bir yere dokunan, yalnızca metaforlardan ve oyuncuların eylemlerinden beslenen bir duygu ortaya çıkıyor. Bu duygu, her alımlayıcının izlediği performansı kendi kişisel deneyimlerinden farklı okumalarla ele alabilmesine olanak sağlıyor. Ve böylece izleyenin zihninde iklim krizi, göçmen meselesi, kapitalist sistemin dayattığı yükler, toplumsal cinsiyet rolleri gibi çok katmanlı analizlere yollar açılıyor. Performans, aynı izleyici tarafından farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda başka anlamlar üretebilir potansiyelde. Bu bağlamda Taşıdıklarımız”ın performatif işlerin “yinelenemezlik” ilkesiyle de uyum içinde olduğu söylenebilir.

Yüklerden kurtulup kimseye bağlanmadan, “kimsesizce” kurulacak yalın bir yolculuk umuduyla başlayan performans; çoklu açılımlar, yeni sorularla yüklenmiş seyirciler bırakıyor ardında. Böylece sanat, alımlayıcısına içinde bulunduğu hayatı, üstünde taşıdığı “şeyi” sorgulatarak amacına ulaşıyor. 

Seyirci Koltuğundaki Müebbet

Tek perdeden oluşan ve 75 dakika süren performans, bana daha önce yaşamadığım ilginç bir duygu yaşattı. Alan Kadıköy’de en ön sırada oturup izlediğim performans, koltuğumu bir prangaya, beni de bir mahkûma dönüştürdü. Zaman zaman kalkıp gitmek istedim. Gidemedim. Üstümdeki ceketi çıkardım. Derin nefesler alıp verdim. Sıkılmış mıydım? Asla! Performans o kadar hızlı ki takip ederken sıkılmak zaten pek mümkün değil. Ancak oyuncular performans boyunca insanüstü bir fiziksel zorlamayla karşı karşıya kalıyorlar. Zaman zaman hareketlerini kısıtlayacak iplere dolanıyor, zaman zaman kat kat giydikleri eşyalarla nefes almakta zorlanıyor, sahnede koşup durmaktan kan ter içinde kalıyorlardı. Tüm bu durumların gözümün önünde ve “gerçekten” oluyor olması, izleyici olarak bana da yansıdı ve kendi kendime bir klostrofobi geliştirdim. Taşıdıklarımızın tahakkümü altında seyirci koltuğuna mıhlanmış, müebbet yemiş, prangalı bir mahkûma döndüm.

Dekorsuz, çıplak bir sahnenin içinde ellerindeki materyallerle bir şeyler inşa edip bozan oyuncular, hayatın döngüselliğini yansıtırken bu döngüsel durumun tedirginliğini ve sıkılgan duygusunu da öylesine kurgulamışlar ki bunu bireysel bir yerden kurduğumuz empatiyle hissetmemek elde değil. Oyuncuların zaman zaman ellerinde salladıkları, uzak köşelere doğru fırlattıkları eşyaların izleyicinin üstüne savrulabilme ihtimali, oyuncuların olası bir kaza hâline yakınlığı dikkati sürekli canlı tutmaya ve seyirciyi rahatsız bir pozisyonda tutmaya sebep oluyor. Kontrollü bir şekilde üretildiğini düşündüğüm bu duygudurum, performansın içerik ve biçim olarak bütünleşik hâlde olmasını sağlıyor.

O zaman dans!

Performans, Aristotelyen bir akışa sahip değil. Serim, düğüm ve çözüm bölümlerinden oluşan belli bir hikâye şablonu da yok. Ancak buna rağmen biçimsel bir tezatlık içinde baht dönüşleri ve climax noktaları mevcut. Üstelik bu noktalar performans içinde oldukça belirgin. Bu durum da performansı oyunlaştıran bir etkiye sahip. 

Performans, hepimizin bildiği, şikâyet ettiği ve aslında pek de orijinalliği bulunmayan, genel geçer bir meseleyi irdeliyor. Fakat bu toplumsal sorunu beylik ifadelerle, ödevci bir anlayışla sunmuyor. Performansın farkı da burada. Bir şeyi anlatmaktan ziyade hissettirmeyi, düşündürmeyi ve sorgulatmayı amaçlıyor. 

 Kapitalist sistemin satın almaya zorladığı ve ihtiyacımız olmasa dahi edindiğimiz yüklerle kendi ruhunu kısıtlayan, bedenini bir tür kıskaca alan oyuncular, özgün bir sahne dili eşliğinde performans boyunca bundan kurtulma ve yüklerini iyileştirip dönüştürme derdinde. Ancak sistemi aşan yüklerimiz de mevcut. Sözgelimi bedenimizin kendisi de bizatihi yükümüz değil midir? Antik tragedyanın mutluluk tanımı olan “En iyisi hiç doğmamış olmaktı” düsturuyla diyalektik kuran oyun, performansın belli noktalarında varlığımızın da bir yük olup olmadığını tartışmaya açıyor. Ya somut olmayan yükler? Elimizle tutup çekerek üstümüzden atamadıklarımız… En ağırları da onlardır ya!

Performansın sonunda “Tüm yüklerden ve yük olabilecek tüm anlamlardan kurtulup sadece dans ederek özgürlüğe kavuşabilmek mümkün olabilir mi?” sorusuyla bizleri baş başa bırakan oyuncular, büyüyüp küçülen gölgeleri peşi sıra koşturmaya ve esrik bir dansa başlıyor. 

Dans hiç bitmese… Pina Bausch’un “Dans et, dans et! Yoksa yok olup gideceğiz.” sözünü anımsıyorum performans sonu oyun salonundan çıkarken. Elimde yağmur yağar diye taşıyıp durduğum şemsiye birden yüz kilo oluyor. Çıkmadan çöpe atasım geliyor onu. Kurtulmak, hafiflemek, özgürleşmek istiyorum. Ama gecenin karanlığında bulutlar çözülüp Kadıköy’ün kaldırımlarına yük olmaya başlamış çoktan. Taşıdıklarımızdan kurtulmak hemen mümkün olmayacak gibi, bu kesin. Ama yüklerimizi taşımak yerine onlarla dans etmek iyi bir fikir gibi geliyor kulağa. Ne dersiniz?

HAKKI YÜKSEL
(yukselhakki@gmail.com)

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku