“Anne Olmak, Annesiz Kalmak ve Henrik Ibsen Kadınları”

Bahar Akpınar

Eleştirel rasyonalizm anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularından Henrik İbsen 1828 yılında bugün hayata gözlerini açtı. İbsen’i “İbsen’in Sıradışı Kadınları” kitabını kaleme alan dergimiz yazarı Bahar Akpınar’ın bir yazısı ile anıyoruz…

Apollon: Çocuğum dediği yaratığı yaratan anne değildir. 

Anne, yalnızca karnına ekilen tohumu besleyip büyütendir.

Çocuğu yaratan, tohumu onun içine koyandır.

Kadın, bir yabancı olarak bir yabancının tohumunu taşır.

Aiskhylos, Eumenides

Kadının anne kimliğinin tarihsel gelişimi en az mitolojik öykülerdeki yaradılış hikayesi kadar acıklıdır. Rahmi bir tarla gibi görülen ve doğum için bedensel bir araçtan fazlası olmadığına inanılan kadının anne kimliği, cinsiyet olarak onu güçlü kılan bir özellik olmaktan çok, sınırlandıran, baskı altına alan, boyun eğmesini gerekli kılan bir durum olarak karşımıza çıkar. Annelik kavramı ile kadın arasındaki ilişki farklı şekillerde kurulur: Anne olmak, annesiz kalmak, biyolojik bir problem nedeniyle veya tercihen anne olmamak gibi çok açılı alanların hepsi kadın için birbirinden sıkıntılı durumlar olarak karşımıza çıkar.

Anne olmak ve annesizliğin psikoloji, sosyoloji gibi sosyal bilimlerin konusu olmanın yanı sıra, edebiyat, tiyatro gibi güzel sanatların uygulama alanlarında da incelemeye değer verilerle temsili olan kavramlardır. Tiyatro alanında anne kavramını eserlerinde kimi zaman ilk bakışta göze çarpacak netlikte, kimi zamansa üzeri örtük biçimde ele alan oyun yazarlarından biri şüphesiz ki Henrik Ibsen’dir. Bu makale; annelik kavramını feminist metodoloji içinde değerlendirdikten sonra annesizliğin psikolojik çerçevesini çizerekher iki kavramı Ibsen oyunlarındaki kadın karakterler üzerinden incelemeyi amaçlar.

“Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın” adlı çalışmasında Fatmagül Berktay kadının doğurganlığını ele alırken ad vermenin önemine dikkat çeker: İlk ad verme işlemi günümüzden 5000 yıl önce Eski Mezopotamya dinsel düşünüş sisteminde karşımıza çıkar. Bu tarihten itibaren ad ve varoluş birliği başlar. Adı olmayan hiçbir şey varolamaz. Diğer taraftan ad verme işlemi güçlü bir eylem olduğu kadaraynı zamanda bir egemenlik simgesidir. Gücü elinde tutan ad vermeye muktedir olandır. Ne var ki söz konusu buegemenlik cinsiyetler arası bir hal alarak kadın cinsiyeti, erkek cinsiyet karşısında güçsüz konuma sokar. Ad verme üzerinden gelişen bu ayrım tek Tanrılı dinlerle pekişir: Hıristiyanlıkta kadına ad verilmesi şaşırtıcı olmayan biçimde erkek tarafından yapılır. Tekvin2:20-23’de ad koyma işlemi şu şekilde ifade edilir:

‘And the man said: This is the bone of my bone and flesh of my flesh: She shall be caught Woman because she was taken out of man’ [1].

Böylelikle cinsiyet olarak tanımlaması yapılan kadının adıise Adem tarafından verilir: Cennetten kovulduktan sonra Adem, kadını Havva olarak adlandırır. Böylece ad koyma üzerinden erkek cinsiyete bir paye, bir üstünlük sağlanarak kadın, erkeğin egemenliği altında tanımlanmış ve dahası konumlanmış olur. Bu durum hamile kalma konusunda da aynen bu düzen içinde korunur.

Berktay bu düzeni Hıristiyanlık ve İslamiyet üzerinden örnekler: Hıristiyan düşüncesinde Baba Tanrı ve Oğul İsa bir olup, ikisi de aynı özden gelirken, Meryem onlarla aynı özden değildir. O sadece baba ve oğul arasındaki ilişkinin kurulmasını sağlayan araçtır. Meryem, Tanrı’nın ‘dölleyici sözü ‘logos spermaticos’ ile Tanrı tarafından döllenir[2].

İslamiyette ise Tanrı, baba olarak değil, yaradan olarak tanımlanır. Tohum-toprak metaforundan hareket alan ve kadınların ekilecek tarlalar olarak erkeklere verildiğini açık bir şekilde ifade eden İslamiyet, hamileliği erkek cinsiyetin egemenlik alanında konumlandırır. Kur’an, 2. Sure, 223. ayette, ‘kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınızı dilediğiniz gibi ekin der[3]. Böylece gerek Hırisiyanlık, gerekse İslamiyet kadını bir araç gibi görüp, kadın ve çocukları erkeğe verilmiş zenginlikler olarak tanımlar. Bu tanımın ‘zenginlik’ kavramı üzerinden maddi bir algı içinde yapılması, ataerkil soyun maddi-manevi anlamda sürmesinin gerekliliğini, dolayısıyla kadının ve çocukların korunmasını zorunlu kılar. Böylece kadınlar, genç kızlar ve kız çocukları çağlar boyu ev içinde, erkek boyundurluğu altında yaşamak zorunda kalırlar [4].

Henrik İbsen

Kadın ve erkek fizyonomilerinin anlaşılması ve döllenmenin Tanrı tarafından değil de her iki cinste olan yumurta hücreleri tarafından gerçekleştirildiğinin bilinmesi anne kimliğinin ele alınışında bir değişime neden olmaz. Bunun en tipik örnekleri aile kurumunun şekillendiği 19. yüzyılda görülür. Bu dönemde yapılan bir nüfus sayımında aile tanımı şu şekilde yapılmıştır:

‘Aile, bir ana-baba ve çocuklarının değil, evin sahibi, reisi, efendisi, koca ya da babası olan bir lider altındaki insanların oluşturduğu önemli bir topluluktur ve bu topluluk içinde görevtanımları sıkı biçimde yapılmıştır’[5].

Buradan hareketle annenin görevleri, diğer görevler gibi “örgütlü sosyal bir yapı içinde bireyin bulunduğu pozisyonu, bu pozisyonla ilgili sorumlulukları, ayrıcalıkları ve diğer pozisyonlardaki insanlarla etkileşimi yönlendiren kurallar” tarafından belirlenir[6].

Annenin görevleri 19. yüzyılda giderek artan biçimde cinsiyet kalıplarına sıkı sıkıya tutturulmuş bir hal alır. Buna göre anne, kocaya itaatin yanı sıra çocuklara bakmak, büyütmek ve onları eğitmekle görevlidir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında annelik üzerine yazılan kitapların sayısındaki artış bu duruma örnek teşkil eder [7]. ‘Tavsiye edebiyatı’ niteliğinde olan bu eserler çocuğun doğumu ve bakımından başlayarak annelik görevlerinin sıralandığı yapıtlar olarak karşımıza çıkar. Başlarda daha çok rahipler tarafından kaleme alınan bu kitapların temel odağı çocukların ruhani duygularının sağlamlığı ve iyi ahlaklı olmaları üzerine kuruludur. Zamanla doktorlar ve öğretmenler rahiplerin elindeki kalemi alarak anneye tavsiyeler vermeye devam ederler.1884 yılında yazılan A Few Suggestions to Mothers on the Management of Their Children bu kitaplara bir örnektir[8].

Annenin çocuğuna vermesi beklenen eğitim cinsiyet kalıplarının aktarımı ekseninde şekillenmiş bir eğitimdir: Anne, babası gibi bir erkek çocuk, kendisi gibi bir kız çocuk büyütmekle mükelleftir. Bu makalenin konusu gereği anne-kız arasındaki eğitime biraz yakından bakmak anlamlı olacaktır.

Michelle Perrot, kız çocuklarının yetiştirilmesini annelik görevi üzerinden okuyarak annenin kızını evliliğe hazırlama görevine dikkat çeker. Perrot’ya göre kız çocuğunun eğitilmesinde kadınların tutucu ve bellek koruyucu rolüne dayalı bir süreklilik zinciri yaratılır. Anne ile kızı arasındaki bu zincirde çeyiz sandığı gibi metaforik bir simgenin de önemine dikkat çeken Perrot, bu sandığın kültürel ve duygusal içeriğinin kız çocukları üzerindeki simgesel değerine vurgu yapar[9]. Anne ile kızı arasında oluşan bu bağ nedeniyle kız çocuklar anneye hem daha yakın hem de bağımlı hale gelirler. İşte bu noktada annesizlik cinsiyet rollerinin aktarılmasından başlayıp, toplum kurallarına uygun bir kadın yetiştirilmesine kadar çok katmanlı alanlarda önemli kırılmalar yaratacak,ciddi bir rol model kaybına yol açacak bir durum olarak yorumlanabilir. Ancak anne kaybının bu aktarımların çok ötesinde, çok daha derinlerde yarattığı boşluklar vardır. Bu boşluklar psikolojik yapıyla birebir ilintili olup, kız çocuğunun karakter oluşumuna doğrudan etki edendurumlardır. Şimdi bu durumları aile kavramının tanımlandığı ve Ibsen’in yaşadığı dönemin bir başka önemli aktörü olan Freud üzerinden açımlayalım.

Kristen Tripp Kelley and Anne Gayley star in “A Doll’s House,(Photo by Gene Witkowski)

Freud, erkek ve kadının doğum sonrası benzer psikolojileri olsa da farklı psikobiyolojik gelişimleri olduğunu öne sürer. Freud’e göre bütün bebekler bakımlarını üstlenen karakter ile duygusal bir bağ kurarlar. Freud ve Ibsen’in zamanında bu kişi anne, annenin yokluğunda bu konumu dolduran başka bir kadındır. Yaşamın ilk yıllarındaki anne-çocuk ilişkisi, bireyin gelişiminde hayati öneme sahiptir. Yetişkin olma yolunda ilerleyen bireyin içsel uyumu, güvende olma hissi, dış dünya tarafından kabul edilme arzusu bu dönemle sıkı sıkıya ilintilidir.

Ne var ki, çocuğun gelişim sürecinde baba figürü her iki cinsiyetteki çocuk için giderek artan önemle hayatlarına girer. Babanın ortaya çıkmasıyla kızlar ve erkekler ayrışmaya başlarlar. Freud’ün psikoanalitik teorisine göre psikoseksüel gelişim erkeklerde ve kızlarda farklı şekillerde seyreder. Erkeklerde Oidipus Kompleksi olarak adlandırılan anneye düşkünlük ortaya çıkarken kızlar Elektra Kompleksi ile babalarına yönelirler.[10]

Elektra kompleksinde kız çocukları babalarına karşı çekim hissederken kendilerine rakip gördükleri annelerine karşı bir husumet geliştirirler. Freud’e göre kız ya da erkek olsun her çocuk, ebeveynleriyle kurulan aşk, nefret, suçluluk duygularını tatmak zorundadır. Psikoanalitik teoriye göre, kız çocuğunun anneye sırtını dönüp tamamen baba odaklı olduğu bu karmaşık ruh durumu, babaya karşı yoğun seksüel ve duygusal yakınlık hissi içinde bir adanmışlıkla kendini gösterir. Bu evrede kız çocuğunun anneye duyduğu hisler ise daha çok nefret, korku ve aşağılama üzerine kuruludur. Bu nedenledir ki kız çocukları, derinlerde anneleriyle olan bağlılıkla bunun zıttı olan babaya yakınlık arasında sıkışıp kalırlar. Bu sıkışmada arzu nesnesi baba olan kız çocuğu için anne, aynı zamanda iyice tanımlanması ve taklit edilmesi gereken kişi halini alır.[11] Annesizlik ise tam da bu noktada devreye girerek kız çocuklarının kendi içlerinde ayrışmasına neden olur.

Ellen Hartmann bu evrede karşılaşılan annesizliğin önemine dikkat çeker. Hartmann’a göre anne, baba ve kız çocuğu arasındaki üçgende annenin olmaması kız çocuğu için tehlikeli bir durumdur: Güçlü arzuları ve özlemlerini bastıramayan kız çocuğu bu duyguların altında ezilir. Dahası, bu duyguları kendi kimliğini çalıştıracak biçimde idare edemez. Hartmann, bu durumda olan bir kız için çözüm yollarından birinin çok sıkı sıkıya örülmüş bir otokontrol mekanizması olduğunun altını çizer. Annesizliğin yarattığı bir başka psikolojik güçlük ise erkeklerin arzuları karşısında koruyucusuz kalmaktır.[12]

Kadın olma yolunda bir rol modelden yoksun olarak büyüyen ve kendisini tanıma ile otokontrolü arasında sıkışan ve aynı zamanda erkeklere karşı korunaksız olmanın kız çocuğu üzerinde yaratacağı kendine güvensizlik durumuna dikkat çeken Hartmann, cinsel eylem, menstrüasyon, doğum, emzirme, çocuk büyütme gibi kadın dünyasına ait derin konularda mazoşizmin önemine dikkat çeker. Sözü edilen bu durumların sürekliliği söz konusu mazoşist yapıya bağlıdır. Buradan hareketle Hartmann kadın doğasının belli miktarda mazoşizme hazır olduğunu ve çoğu sancılı bu deneyimlere kadın ruhunda bir önkabulunun bulunduğunu belirtir. Bu önkabulun annelerde daha da yüksek bir seviyede olduğunun altını çizer. Anne modeli eksik olan kadınlar için bu durumlarının her birinin aşılması gereken ayrı birer kriz olduğunu belirten Hartmann, annesizlik durumunda kadının psikolojik olarak bu konularda kendine güvensiz, tedirgin ve çatışma duygularıyla dolu olacağını belirtir.[13] Şimdi bu bilgiler ışığında Ibsen’in annesiz kadınlarına kısaca bakalım.

‘A Dolls House’ at the Playhouse Theatre. (Photo by robbie jack/Corbis via Getty Images)

Ibsen oyunlarında annesiz kadın başrol karakterinin çokluğu dikkat çekicidir. Toplumsal cinsiyet kalıp yargılarından çok, psikolojik sonuçların gözlendiği bu gruba giren oyun kişileri, Bir Bebek Evi’nde Nora, Rosmersholm’da Rebecca, Hedda Gabler’de Hedda, Denizden Gelen Kadın’da Dr. Wangel’in ikinci karısı Ellida ve kızları Bolette ile Hilda Wangelanneleri küçük yaşta öldüğünden babalarına yakın olan kadın karakterlerdir. Denizden Gelen Kadın’daki Hilda Wangel, ortak bir rol kişisi olarak Yapı Ustası Solness’de de vardır ve oyundaki annesiz genç kızı temsil eder.

Ibsen’in yarattığı en ünlü kadınlar olan Nora ve Hedda Gabler aynı zamanda en ünlü annesiz başrol kişileri olarak da değerlendirilmelidir. Her ikisinde gördüğümüz bir diğer ortak durum güçlü baba figürleridir. Elektra kompleksinin uzantısının hissedildiği bu iki karakter için babaları gibi olma isteği aksiyon dinamiklerine bakıldığından bariz biçimde görülür. Nora, erkek dünyasına ait bir araç olan para konusunda inisiyatif alarak imza sahteciliği yaparak basının imzasını taklit ederken, Hedda albay babasının at binmeyi seven, silahlara düşkün ve yeri geldiğinde kendi canına kıyacak kadar dik kafalı, gözü kara kızıdır. Bu iki kadın karakter arasında farklılıklar da vardır: Nora annedir. Hedda ise hamile kalma fikrine bile tahammül edemez. İkisi arasındaki bu yöneliş farkının bir nedeni dadı ile büyüyen Nora’nın kadın mazoşistliği konusunda belli bir önkabulunun gelişmesiyle açıklanabilir. Böyle bir kabulü olmayan Hedda için cinsellik, hamilelik tahammül edilemeyecek konulardır.

Diğer taraftan Nora’da anne figürünün yerini dadı Anne alırken, Hedda’da böyle bir kadın figürüne rastlanmaz. Hali hazırda dadısıyla aynı evde yaşayan Nora’nın çocuklarına da dadısı Anne bakmaktadır. Nora ise evin büyümemiş kızı gibidir. Anne’in yanında olmasının Nora’ya belli bir güven ve sığınma duygusu verdiği açıktır. Bunun en net görüldüğü yerlerden biri ikinci perdenin hemen başındaki aşağıdaki söyleşimdir:

Nora:  Sevgili yaşlı Anne, bana çok iyi annelik etmiştin küçükken.

Dadı:   Küçük Nora, zavallım, benden başka annen yoktu ki.

Nora:  Benim yavrularımın da bir annesi olmazsa eminim sen… Of ne saçmalıyorum[14].

Öte yandan Hedda, daha sahneye girmeden kocasının halalarına korku saçar. Oyun boyunca da asla uzlaşmaya yanaşmaz. Onun bu sert tavrını annesizlikle şekillenen çok gelişkin bir otokontrol mekanizması olarak da okuyabiliriz. Hedda’nın aşağıdaki sözleri bu durumu örnekler:

Hedda: Her halukarda bana hükmedeceksiniz. Her şey arzularınıza ve taleplerinize kalmış. Eh, yani bir köle! Köle! Olamaz! Buna katlanamam! Asla![15]

Ibsen’in diğer annesiz kadınları, Nora ve Hedda kadarçarpıcı olmasalar da oyun içerisinde ayrıksı özellikleriyle öne çıkan karakterlerdir. Bunların başında Rosmersholm’deki Rebacca gelir. Hedda gibi kendi ölümüne yürüyen Rebecca aynı zamanda Beata’nın da ölümünden sorumludur. Rebecca’nın durumu annesizlikten kaynaklanan bir otokontrol eksikliği olarak yorumlanabilir. Rebecca, kendinin farkında olmak ve kendini kontrol altına almak konularında gel gitler yaşar. Aşağıdaki sözleri bu durumu bize örnekler:

Rebecca: Herhalde bunu soğukkanlı bir hesapla yaptığımı söylemiyorsunuz! Ben artık farklı bir kadınım, bunu size her zamanki halimle söylüyorum ve ben bir insanın içinde iki ayrı arzunun aynı anda olabileceğine inanırım. Öyle ya da böyle, Beata’yı uzaklaştırmak istedim ama yine de bunun gerçekleşeceğini hiç düşünmedim. Her adımda tehlikeye atılıp riske girdim. İçimde bir sesin ağlayıp, “Daha ileri gitme! Bir adım daha atma! Dediğini duyar gibiydim. Ama duramıyordum da. Sanki hep biraz daha fazlasına cüret etmem gerekiyordu. Önce küçük bir adım. Sonra bir adım daha… Ve sonra hep bir tane daha… Ve sonunda oldu. Her şey böyle böyle rayından çıktı işte[16].

Hedda Gabler by The National Theatre Review, WordPress.com

Hem Denizden Gelen Kadın, hem de Yapı Ustası Solness’de karşımıza çıkan Hilda Wangel ise Hedda’yı andıran sert mizacı ve söylemiyle karşımıza çıkar.

Solness:  (…) Sizde daha ziyade yırtıcı kuşları hatırlatan bir hal var.

Hilda:  Bu benzetiş bence daha yerinde. Niçin yırtıcı bir kuş olmayayım? Ben de neden, tıpkı onlar gibi ava çıkmayayım? İstediğim avın sırtına pençelerimi geçirebilirsem, niçin kaldırıp götürmeyeyim? Neden ona istediğimi yapmayayım?[17]

Hilda’nın bu sözleri onda toplumsal cinsiyet rollerinin aktarımı konusunda bir kopma, bir kırılma olduğunun da göstergesidir. Bu nedenle Hilda kendisinde olması beklenen naïf, yumuşak, itaatkar söylemin zıttı bir söylem içindedir. Bunu yaparken en ufak bir tereddütü olmaz. Öylesine güçlü ve çekici bir karakterdir ki Solness onun gözüne girebilmek ve onu etkilemek için üzerinden düşüp öldüğü kulenin tepesine çıkmaktan kaçınmaz.

Annesiz genç kızların bir diğeri Denizden Gelen Kadın’da karşımıza çıkan Bolette’dir. Bolette kopmuş anne bağına yapışıp kemikleşen Elektra komplesi sonucunda annesinin yerini almış gibidir. Michelle Perrot, “annelerinin yerini doldurmaları beklenen” büyük kız çocuklarının annenin yokluğunun ve ölümünün acısını çektiklerini belirtir.[18] Bolette, annesinin ölümünden sonra babası yeniden evlenene kadar evle ilgilenmek durumunda kalan, gerekli sorumlulukları üzerine almış bir genç kızdır. Babasıyla arasındaki ilişkide acıma ve korku duygularının çelişkisi görülen Bolette, her ne kadar babası evlenmiş olsa da onunla ilgili olangörevlerini bırakamaz. Kendini düşünmesi gerektiğini bilir ama babasına kıyamaz.

Bolette:  … kendimi de düşünmem gerektiğini biliyorum. Kendime bir iş bulsam iyi olur. Babama bir şey olursa güvenebileceğim kimsem yok.Zavallı babacığım onu bırakıp gitmeye korkuyorum. (…) Babam için endişeleniyorum. (…) Zavallı babam, bazı şeylere karşı o kadar zayıf ki![19]

Üvey annesi Ellida’ya karşı soğukluğu, babasına olan düşkünlüğü Bolette’de Elektra kompleksinin izlerini görmemizi sağlar.

Bu örnekler üzerinden de gördüğümüz gibi annesizliğin kadın karakterlerin psikolojik boyutlarında kırılmalara yol açarak onları daha esrarengiz, beklenmedik olayları yapma konusunda daha cesur, kadın ile erkek dünyası arasında sıkışmış, toplumsal cinsiyet kalıpyargılarının ilk elden aktarımının gerçekleşmemiş olması nedeniyle daha özgür ruhlu kadınlar olduklarını söylemek yerinde olur. Buradan bakıldığında Ibsen’in bu seçimi bir tesadüften çok bilinçli biçimde yaptığını söylemek mümkündür. Ibsen’in annesiz kadınlarının her biri 19.yüzyıl aile yapısının kadına atfedilen cinsiyet roller ve kadınlardan beklenilenleri değil, kendi kararlarını uygulama yönünde tercih kullandıklarını söylemeliyiz. Ibsen, annesiz karakterler yaratarak, anne-kız arasındaki cinsiyet kalıplarının aktarımını sekteye uğratır. Böyle bir aktarımı yaşamayan kadın karakterlerin psikolojik yönelimleri, olaylara karşı tutumları tümüyle o karaktere özgü bir hal alır. Çünkü bu kadınlar anneleri tarafından eğitilip, anneleri tarafından şekillendirilmezler. Onların sadece babaları vardır… 

BAHAR AKPINAR

Kaynaklar:

– Berktay, Fatmagül, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis, İstanbul 2012

– Davidoff, Leonore Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, İletişim Yayınları, İstanbul 2009

– Dökmen, Zehra Toplumsal Cinsiyet, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010

– Duby, Georges, PERROT, Michelle (Ed.) Özel Hayatın Tarihi 4. Cilt, Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007

– Flahders, Judith,Inside The Victorian Home, W. W. Norton & Company, New York 2004

– Ibsen, Henrik, Ibsen Oyunları –I, Çev: Beliz Güçbilmez, Ümmühan Kahraman Güneş, Deniz Yayınları, Ankara 2006, s. 67

– Ibsen, Henrik, Yapı Ustası Solness, Çev: Avni Givda, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul, 1946

– Ibsen, Henrik, Ibsen Oyunları –I, Çev: Beliz Güçbilmez, Ümmühan Kahraman Güneş, Deniz Yayınları, Ankara 2006

– Scott, Jill, Electra After Freud: Myth and Culture, Cornell University Press, New York 2005

 Basılı olmayan kaynaklar:

– Liz Bondi, “In Whose Words? On Gender Identities, Knowledge, and Writing Practices,” Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, Vol. 22, No. 2 (1997), 17/08/2012<http://www.jstor.org/stable/622312>; Ocak 18, 2014

– http://www.ibsensociety.liu.edu/conferencepapers/motherless.pdfŞubat 6,2014

[1] Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis, İstanbul 2012, s. 54 (Ve adam dedi: Bu benim kemiklerimden kemik, etimden ettir. Buna nisa denecek çünkü o insandan (Adem’den) alındı.)

[2] Agy. 62.

[3] Agy. 65.

[4]F. Berktay, 60-63

[5] Leonore Davidoff, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s.55

[6] (Spence, 1985) Aktaran: Z. Dökmen, Toplumsal Cinsiyet, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010, s.28

[7] Judith Flanders, Inside The Victorian Home, W. W. Norton & Company, New York 2004, s.50

[8] Çocuk Bakımı Konusunda Annelere Tavsiyeler

[9] DUBY, Georges, PERROT, Michelle (Ed.) Özel Hayatın Tarihi 4. Cilt, Çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007 s. 167.

[10]Liz Bondi, “In Whose Words? On Gender Identities, Knowledge, and Writing Practices,” Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, Vol. 22, No. 2 (1997), 17/08/2012 <http://www.jstor.org/stable/622312>; Ocak 18, 2014

[11] Jill Scott, Electra After Freud: Myth and Culture, Cornell University Press, New York 2005, s. 8

[12]Ellen Hartmann, Ibsen’s Motherless Woman, s.2http://www.ibsensociety.liu.edu/conferencepapers/motherless.pdf

 [13]Agy. s.4

[14] IBSEN, Henrik, Ibsen Oyunları –I, Çev: Beliz Güçbilmez, Ümmühan Kahraman Güneş, Deniz Yayınları, Ankara 2006 ss. 52-53

[15] Henrik Ibsen, Ibsen Oyunları –II, Çev: Beliz Güçbilmez, Ümmühan Kahraman Güneş, Deniz Yayınları, Ankara 2006, s.264

[16] Agy., s. 329

[17] Henrik Ibsen, Yapı Ustası Solness, Çev: Avni Givda, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul, 1946, s. 87-88

[18] P. Aries, G. Duby (hazırlayanlar)Özel Hayatın Tarihi Cilt 4, s. 167

[19]Henrik Ibsen, Ibsen Oyunları –I, Çev: Beliz Güçbilmez, Ümmühan Kahraman Güneş, Deniz Yayınları, Ankara 2006, s. 67

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku