Yetenek, Enerji ve Çok yönlülüğün ortasında: “Tuğrul Tülek”

Pınar Erol

Fotoğraf: Ege İşlek

Seni ilk tanıdığımda “Tuğrul Tülek yörüngesi diye bir şey var” demiştim. Araya yıllar, nice olaylar, farklı tiyatrolar, yeni oyunlar girdi ama fikrim değişmedi; demlendi. Şimdi o yörüngenin bir de kuyruklu yıldızı olduğunu biliyorum. Biz kuyruğuna takıldığımıza göre, yıldızlık sana kaldı. Doğal bu. Güzel de. Burası sevgisini, sevincini belli edenlerin, ruhdaşların, duygudaşların yeri. 

“Bir çember etrafında, durmadan dönüyoruz. İnsan bir hatayı bir kez yapmalı. Bir kez affetmeli aynı kırgınlığı”

Hata yapmaktan korkmayan, deneyen, birlikte yaratan, birbirini alkışlamayı unutmayan, bilakis başarının ilk sahibi kim olursa olsun, o pırpır heyecanı sahiplenen, o coşkunun oluşturduğu ritimle kalpleri bir atanların güzel ülkesi. Aslında güzelleştirdiği ülkesi. Görmek istediği değişimi başlatanların bereketli duldası.

“ Neden buradayım? Bu araftayım. Geçtim kurtuldum sandım. Yine burada uyandım.” 

Artık dilini, aklını, enerjisini, seçimini sevdiklerinlesin. Böyle tazeleniyorsun. Birlikte oyun çalışıyor, oynuyor, yönetiyor, atölye yapıyorsun. Çalışkanlığını örnek gösterelim. En çok da çalışmayana, asalağa, metroda sürekli kartını onlar için basmanı söyleyenlere. 

“Bıktım kötü adamlardan eşsiz bir ahenk içinde dönen dünyayı durduranlardan”

Tiyatro Pangar’da “Hedda Gabler”ın Tesman’ısın; Tatlı Ekşi Tiyatro’da “Aşk Geçmişim”in yönetmenisin; seni DasDas’ta “Ben Varım” müzikalinde izlememize çok az kaldı; provadasın; Urbanplusist ile kurumsal yapıya da oyunculuğu bir güzel soktun, araştırıyorsun, orada öğretirken öğrenmeye devam ediyorsun. Bir de artık kendi şarkılarını yazıyor, söylüyorsun. “YaDa” ile başkalarının gözünden kendi özüne bakıyorsun. Birbirimizden yansıdığımızı bilerek aynaya daha güzel bakıyoruz biz de. Daha güzel halimizle karşısına geçiyoruz. Kendimiz için değilse bile, karşımızdaki için; senin için. Şarkılarındaki sözcüklerinin içini duyuyoruz dinlerken. Bunu ozanlıkla eş tutuyorum ben. Bu kadar hikaye nereden geliyor diye şaşırmıyorum artık.

“Bıraksak tüm işi gücü arkamızda, bir sırt çantası evimiz olsa, tanışsak dokunsak yeni hayatlara”

İlhamın ebe sobe yapmadığı durgun zamanlarda, şekilden şekle giren o esin kuşu, uğraya uğraya güzelleştirdiği her kalbi birbirine bağlıyor. Sanat dediğimiz yerden havalanıyor, bizi rüzgarına katıyor. Buna bayılıyorum. Adlı adınca Alfred Archibald Jones’u düşün. Onun yaratıcısını… Gülümsedin mi? “Doğru şeyi, doğru anda söyleyen Thespis gibi tarihin en doğru anında öne çıkan adamlar hep olacaktı ama çoğunluğu oluşturmak için de Archie gibilerine ihtiyaç vardı…” Samet Maya İkbal’in, ona, ortak geçmişlerini hatırlatan kadim dostluğu gibi tanıklık edeceğiz biz de. Anımsatıcı olacağız. Diş kökleri kadar derinden gelen bağlarla ahbaplık kuracağız. Çünkü inci gibi düşlerin var senin. 

“Geçtiğimiz tüm yollar birleştirdi bizi”

Seni, sözlerin ifade halini, yüzündeki her değişimi, kaçırırım korkusuyla hep çok dikkatli izliyorum sahnede. Bir yüzü, üretkenlik kadar güzelleştiren bir şey daha yok. Bir de buluşçu aklın… O kuyruklu yıldızdan yeryüzüne şu an inmişiz de henüz kimsenin kötülüğe yeltenemediği bir zamansızlıkta, “Anlamazlar gözyaşından. Anlamazlar çığlıklardan. Kalpleri kör, kalpleri duymaz. Hangi sütle büyümüşler? Hangi suyla yıkanmışlar? Gece nasıl uyumuşlar?” diye sormanı gerektirmeyen bir yerde durup bir kez daha aynı şeyi söylüyorum: “Dünya güzel, ben bu yörüngede kalayım”.

pastedGraphic.png 

Nerede kalmıştık? Seninle önceki söyleşilerimize göz attığımda, en son Mam’Art’ta oynadığın “Kızgın Damdaki Kedi” için konuştuğumuzu gördüm. Araya yine Mam’Art’ta geçen sezon oynadığın “Empatopya” girmiş.

Evet, ama ne yazık ki bu sezon devam etmiyoruz oyuna. Geçen sezon da az oynanmıştı. Benim çok sevdiğim, çok tiyatro tiyatro hissettiğim bir oyundu. Tam da böyle bir “ensemble oyunu” yapmak istiyordum. İçinde olmaktan çok keyif aldığım, çok da kafa açan bir oyundu. Keşke üç sene, dört sene oynayabilseydik. 

Yine geçen sezon Galata Perform’un “Yeni Metin Yeni Tiyatro” etkinliği kapsamında Ömer Kaçar’ın yazdığı “Misafir”i okuma tiyatrosu olarak sahneye koydun. Oyun ödül aldı, bir yazarımız daha oldu ve şimdi Kumbaracı50’de oynanıyor. İzleyebildin mi?

Ne kadar güzel değil mi? Henüz izlemedim ama sezonun en merak ettiğim oyunlarından biri.

Müzik hayatında hep vardı ve biz seni birçok yerde çalarken ya da özel gecelerde başkalarının şarkılarını söylerken bayılarak dinliyorduk ama artık tiyatroculardan oluşan ve kendi şarkılarını söylediğin bir müzik grubun var. YaDa. Sözler ve besteler senin. Daha önce Mam’Art’ta yönettiğin “Nereye Gitti Bütün Çiçekler” oyununun şarkılarını da yazmıştın. Şarkılarının başkalarıyla buluşmasıyla; oyunlarının başkalarıyla buluşmasının sendeki karşılığı nedir? 

Şu an yaptığımız şeyi ve “YaDa”nın yavaş yavaş kıvama gelmesini çok seviyorum. “İki Kişilik Yaz”ı hepimiz çok büyük bir sevgi ile anıyoruz. O benim için, seyircinin karşısında şarkı söylemeyi prova ettiğim bir oyun oldu. Ve sahnede şarkı söylerken, kendimi çok rahat hissettiğimi gördüm. Aslında ben liseden beri şarkı yaparım ama kimseye dinletmem. O “İki Kişilik Yaz” döneminde Özgehan Özturan’la da sahneyi paylaştık. O da oyunun üçüncü oyuncusuydu. Dot’un çok çılgın bir çalışma biçimi vardı. Orada tiyatro yapmayı, yeni oyunlar okumayı, çeviriler yapmayı her zaman çok sevdim ve bana çok iyi geliyordu ama yeni bir şeyler yapmak için bir zamanımın olmadığını gördüm. Hayatıma başka şeyler alabilmek, başka şeylere de alan açabilmek için, başka bir çalışma biçimini seçmeye karar verdim. Dolayısıyla o kadar sık oyun oynamayınca, aslında hep yapmak istediğim müziğe vakit ayırma şansım doğdu. Ben de Özgehan’ı aradım. Üç sene aynı sahneyi paylaşınca, ortak bir müzik zevki de oluşuyor doğal olarak. Ayrıca o oyun için bana gitar çalmayı öğreten kişi. Yani benim gitar hocam. Aramızda öyle bir bağ da var. “Benim yaptığım şarkılar var, gel bir dinle. Bakalım bunlardan bir şey olur mu” diye sordum. O da gitarını alıp geldi. Şarkıları dinledi ve gitarıyla şarkılara can getirmeye başladı. Aklımda hiç albüm çıkartmak, grup kurmak fikri yoktu. Belki bu şarkıları başkalarına ulaştırabilirim diye düşünüyordum. Çalarken baktık ki müzikal anlamda iyi de anlaşıyoruz. Birlikte geçirdiğimiz altı-yedi saatin sonunda; niye biz beraber müzik yapmıyoruz ki dedik. Ben büyüdüğümüz dönem olan 80’lerdeki, 90’lardaki, yani bildiğimiz dönemdeki müziği çok seviyorum ve özlüyorum. O “Garage Band” mevzusunu, bir araya gelip organik şekilde yapılan müziği, fazla sentetik desteğin olmadığı müziği dinlemeyi hâlâ çok seviyorum. Müzikle ilgili referans verirken kullandığımız isimlerin de bunlar olduğunu, asıl kalıcı olanların da yine bunlar olduğunu düşünüyorum. Bu isimlerden birine dönüşmek gibi bir iddiam yok ama bizi derinden etkilemiş ve müzisyen kimlikleriyle bizi bir yerden, başka bir yere götürmüş kişileri seviyoruz. Dolayısıyla en bildiğimiz yerden müzik yapmaya başladık ve ilham veren müziklerden yola çıkarak bir ekip oluşturmaya karar verdik. “YaDa” da böyle oluştu aslında. Süreçte ekibe Can Şıkyıldız ve Aykut Akdere eklendi. Dört insan, hepimizin başka fikirleri var. Ben rock da severim ama R&B de çok severim. Özgehan daha sıkı rockçı, hardrock’çıdır. Fakat sonra yolda gördük ki ben aslında şarkıları daha sert istiyorum. Özgehan da bunları bu kadar hard rock yaparsak kimse dinlemez diyor. Yani hem kendimizi daha iyi tanıdık hem de kendi müziğimizi oluşturmaya başladık. İki sene oldu önce evlerde, sonra yavaş yavaş stüdyolarda müzik yapmaya başlayalı. Süreçte yolumuz “Pasaj Müzik”le, “Garaj Müzik”le kesişti. Onlar bize yol haritası çizmemizde de yardımcı oluyorlar. Sonra stüdyo konserleri yaptık. O konserlerde, eşimizin, dostumuzun bizimle olması bizi çok mutlu ediyor. Birincisi; kendimizi güvende hissediyoruz. İkincisi; yaptığımız müziğin etkisini başka insanların üstünde görmek istiyoruz. Şu ana kadar da hep olumlu dönüşler aldık. Bu da bize güç verdi. Yaptığımız işe daha çok asılmamızı sağladı. Tabii ki stüdyo geceleri devam edecek. O biraz, bizim imzamız gibi de oldu. Hoşumuza da gidiyor ama artık yavaş yavaş stüdyonun dışına çıkıp başka yerlerde de konser vermek istiyoruz. İlk konserimiz de 22 Kasım’da Boa Sahne’de oldu. 

pastedGraphic_1.png

İnsanlar seni sahnede hep oyunculuğundan ve yönetmenliğinden dolayı alkışladılar. Oynadığın rolle, yarattığın kişiyle, metnin anlattığı şeyde karşılık bulurken; bu sefer kendi dünyanın kapısını açtın ve biz sana, bu şarkı sözlerini yazdıran motivasyonu merak ettik. Seni yeniden tanıdık. Bu öyle bir dalgalanma ki sana bunu yaptıranın, izdüşümü biz olduk. Biz seni, sen bizdeki seni gördün böylece. 

Bunu senden duymak ne güzel. Teşekkür ederim. Hikaye anlatmayı seviyoruz sonuçta. Bu, oyuncu olarak bizim mesleğimiz. Şarkı söylemenin de aslında bundan çok uzak olmadığını anladım ama tabii ki onun kendine özgü başka zorlukları varmış. Gerçekten oyunculuktan çok farklı işleyen bir disiplinmiş. Ama ortak paydada bir hikaye anlatıcılığı var. Açıkçası içi boş, hikayesi olmayan şeyler yapmak istemedik. Anlatmak istediğimiz, paylaşmak istediğimiz, kafamızı yorduğumuz, kafamıza takılan ya da bizi mutlu eden ne varsa, onları söylemek istiyoruz. Şimdilik şarkıları ben yazıyorum ama bu, hep ben yazacağım anlamına gelmiyor. Asıl istediğim, mutlu olduğumuz insanlarla, bir arada bir şey yapmak. Şimdi Gizem Erdem de katıldı bize. Bu zaten en başından beri istediğim bir şeydi. “İki kişilik Yaz”da zaten birlikte şarkı söylüyorduk. Gizem estetik olarak, ses olarak, yetenek olarak bizi çok üst seviyeye taşıyabilecek bir güce sahip. Dolayısıyla bu yolculukta onu hep yanımda istiyorum. 

Aslında kimse “İki Kişilik Yaz” ile vedalaşamamıştı. Ben onu tiyatro cennetine gönderiyoruz diye çok hüzünlenmiştim son kez sahnelenirken. Oyunun her duygusunu, bizi yakaladığı sıcaklığı ve sizin oyunculuğunuzu her hücreme zerk etmeye çalışmış, hafızamı oyunla doldurmuştum. Orada yaratılan enerjinin şimdi burada devam etmesi şahane olmuş. 

Bugün “YaDa”nın oluşmasında “İki Kişilik Yaz”ın izdüşümü var. Durup dururken olan bir şey değil bu. Şarkı söylemenin keyfini aldıktan sonra, ben onu bırakmak istemedim. E sürekli müzikli oyunlar da yapamam. Oradan aldığımız güçle, aslında biz şimdi buradayız. O anlamda da çok özel bir oyun. Gizem’in birçok farklı meziyeti var. Şarkı söylüyor, dans ediyor, koreografi yapıyor. Bütün bunları kendi dilimize uygun hale getireceğiz. Çünkü ben farklı disiplinleri kullanmayı seviyorum. Gizem’in eteğindeki taşları yavaş yavaş ortaya dökeceğiz.  

Mam’Art’ın kurulduğu günden beri ilk kez bir oyununda yer almıyorsun. Elbette her oyunun kastı kendi ekibini oluşturuyor. Bu sezon, hem senin hem Feri Baycu Güler’in üniversitede öğrenciyken oynadığınız “Tartuffe”ü koydular. İzleyebildin mi?

Henüz izleyemedim. Mam’Art, desteklediğim, sevdiğim, takip ettiğim ve içinde olmaktan her zaman çok mutlu olduğum bir ekip. Biz aynı çemberin içerisindeyiz sürekli. Birbirimizin işlerine destek veriyoruz. Çevirmen olarak, yönetmen olarak, oyuncu olarak, her zaman birlikte iş yaparız. Ama kendi adıma, sürekli ve uzun süreli aynı ekiplerle çalışmak istemiyorum. Daha önce, on sene boyunca Dot’ta çalıştım. Epeydir çalışmıyorum ama bu hiçbir zaman tekrar çalışmayacağım anlamına gelmiyor. Yaratı sürecini, çok uzun yıllar, aynı ekiplerle paylaşmaktan yana değilim. Kendimi yenilemek ve daha heyecanlı hissetmek adına bunu tercih ediyorum. Aslında hep, aynı şeyi istiyoruz. Güzel şeyler, iyi şeyler yapmak istiyoruz. Yollar yine kesişir.

Geçen sezon yolun “Hata Yapım Atölyesi”yle kesişti ve seni “Kediler Bataklığı’nda”yı okuma tiyatrosu olarak sahnelerken gördük. Devam edecek mi? Ya da tam teşekküllü sahnelenecek mi?

Biz Demet’le (Evgar) bir araya geldik ve “Hata Yapım Atölyesi” için ne yapabiliriz diye konuştuk. Demet de, ben de çalışmayı çok seviyoruz. O anlamda kafalarımız çok uydu. Heyecanlıyız, tabii ki bir şeyler yapmak istiyoruz. O, “Kediler Bataklığı’nda” oyununu çok sevdiğini söyledi. Hadi bunu okuma tiyatrosu yapalım diye kendiliğinden gelişti süreç. Sonra sevdiğimiz arkadaşlarımızdan bir ekip kurduk. Ben yönettim, onlar oynadı. Hiçbir zaman için oyunu, bir sonraki sezon yaparız gibi bir düşüncemiz yoktu. Belki okuma tiyatrosu olarak devam edebilirdi ama sonra biz de “Hedda Gabler” sürecine girdik. O süreçte başka hiçbir şeye odaklanamaz hale geldik. Gerçi ben öyle söyleyemeyeceğim. Aynı zamanda “Aşk Geçmişim”i yaptığım için ister istemez odaklandım ama niye olmasın? “Kediler Bataklığı’nda” çok sevdiğimiz bir oyun. 

Her iki oyunda da (“Kediler Bataklığı”, “Hedda Gabler”) kadının başkaldırısının farklı yöntemlerini, boyun eğmeyen kadınların radikal kararlarını izliyoruz. “Hedda Gabler”in yazarı İbsen zaten feminist tiyatronun öncüsü sayılıyor. Gerçi siz Patrick Marber uyarlamasını yapıyorsunuz. Bu kadın eksenli oyunlar kimin seçimiydi? 

“Kediler Bataklığı’nda”yı bana öneren Demet’ti. “Hedda Gabler” anladığım kadarıyla önceden Mehmet Birkiye ile konuşulmuş ve bir sonraki seneye yapılması planlanmış bir oyundu. Biz bir araya geldiğimizde Pangar’ın bir sonraki sene ne yapacağı belliydi.

pastedGraphic_2.png

Bu hem yönetmen Mehmet Birkiye ile hem oyuncularla hem de tasarım ekibinin çoğuyla sahne üzerinde ilk birlikteliğin. Her yeni kişi, yeni dil, yeni bakış açısı, yeni fikir, yeni bir sinerji. Nasıldı içinde olmak?

Doğru. O çok öğretici bir şey. Alışık olduğun bir dil içerisinde, sürekli aynı isimlerle çalışarak, evet güvende hissediyorsun ama bir yerden sonra, bu tekrar etmek oluyor ya da heyecanını yitiriyorsun. Son üç-dört yıldır farklı yönetmenlerle, farklı oyuncularla çalışma şansım oluyor ve aslında yıllardır bu işin içinde olmama rağmen ne kadar küçük bir çemberin içinde kaldığımı görüyorum şimdi. Bugüne kadar Mehmet Birkiye ekolünden biriyle çalışmamıştım ve onunla çalışmak hem oyuncu olarak hem yönetmen olarak bana çok iyi geldi. Çünkü onunla oyun çalışırken eşzamanlı olarak “Aşk Geçmişim”i yönetiyordum. Mehmet Birkiye’nin bu oyunla yaşadığı aşk, o tekstle kurmuş olduğu sağlam bağ, her bir kelimenin altını ballandıra ballandıra anlatması, bundan duyduğu keyif benim “Aşk Geçmişim”le, tekstle ve oyuncularla kurmuş olduğum bağı da değiştirdi, geliştirdi. 

Biz de eşzamanlı olarak senin oyunculuğunu ve yönetmenliğini izledik. Yaratı sürecindeki özgürlüğün önemini kıyaslama şansımız oldu böylece. 

Ben bu kadar keyifli oynayabileceğim bir Tesman’ın ortaya çıkmasını beklemiyordum. Bir de bu, çok seyirci-sever bir oyun değil. Başından beri “Hedda Gabler”in seyircinin favori oyunu olmayacağını biliyordum. Olması da gerekmiyor. Ödeneksiz bir tiyatronun “Hedda Gabler”i yapması başlı başına çok büyük bir cesaret. Evet, tiyatro para kazanmak için yapılmaz diye bir düşünce var ama yeni işler yapmak için de tabii ki tiyatrodan para kazanmak zorundasınız. Seyircinin içine giremeyeceği bir tiyatro yapmak, birçok özel tiyatronun göze alabileceği bir şey değil. Şu an seyirci ile kurduğu bağ beni çok mutlu ediyor. Oyundan sonra, seyircinin geri bildirimleri ile hikayeyi ne kadar iyi takip ettiklerini ve ne kadar doğru algıladıklarını görüyoruz. 

Ve “Aşk Geçmişim”. Danielle Craig Jackson’un en çok bilinen oyunlarından biri. “My Romantic History” (“Aşk Geçmişim”) Edinburgh’da Traverse Theatre’ta 2010 Ağustos’unda prömiyer yapıyor. (Bush Theatre, Sheffield Theatre). Oyun ödül alıyor. Sen Fringe Festival’da izliyorsun ve aslında önce oynamaya iştahlansan da benim izlemelere doyamadığım “İki Kişilik Yaz”ı oynamaya başladığın için o dönem bunu yapamıyorsun. 

Oyunu tamamıyla tesadüfen izliyorum ve çok seviyorum. Her sene de bu oyunu yapalım diye dile getiriyorum. Tabii ki oynamak istiyorum çünkü çok oyuncaklı,  oyuncunun çok fazla şey katabileceği bir rol. O bir türlü olmuyor ama bu arada “İki Kişilik Yaz” başlıyor 2014’de. Tarz, matematik, değindiği mevzu ve oyuncuya sunduğu alan olarak çok benzeşiyorlar. O yüzden “İki İkişilik Yaz”dan sonra bu oyuna benim oyuncu olarak ilgim tamamen bitiyor ama oyun öyle güzel ki sahnelenmesini de çok istiyorum. Derken Filiz Küçük ve Mine Güler beni aradılar. Tiyatro yapımcılığına girişmek istediklerini söylediler. “Bizim bir tiyatromuz olsun istiyoruz. Oyunlar yapmak istiyoruz. Nereden başlamalıyız, neler yapmalıyız. Bize yol gösterir misin?” dediler. Ben de çeşitli sorular sordum ve bu minvalde onlara bazı oyunlar gönderdim. Özellikle “My Romantic History” güzel oyundur diye de araya sıkıştırdım tabii. “Muhtemelen sizin ihtiyaçlarınıza bu iyi gelecektir” dedim. Çünkü oyun her salona adapte edilebilir. Oyunu okudular ve çok sevdiler. Hemen çevrisini istediler. Ben de Erdem Avşar’ı aradım. Erdem oyuna bayıldı. Gerçekten çok ince, çok güzel bir çeviri yaptı. İngilizcede anlaşılır olan sokak dilini bize çok güzel adapte etti. Oyunu, bu dile çok iyi dönüştürdü. Böylece yavaş yavaş “Tatlı Ekşi Tiyatro”nun bir kimliği oluşmaya başladı. Sonra işin içine “Pangea” girdi. Ben de yönetmeni olarak bu işin içine dahil oldum. Sonra da zaten Şebnem Bozoklu, Rıza Kocaoğlu ve Melisa Doğu oldu.

pastedGraphic_3.png

D.C. Jackson ilk Borderline Theatre Company için 2007-8 yılında yazdığı “Stewarton” üçlemesinin ilki olan“Duvar” ile Best Ensemble Critics’ Award’u alıyor. İkincisi “Ducky”. Üçleme “The Chooky Brae” ile 2010’da bitiyor. Ama “Aşk Geçmişim” ondan önce sahneleniyor. Avusturalya, Çek Cumhuriyeti, Almanya, Yunanistan, Sırbistan, Slovenya, İsveç, Amerika, Fransa, Çin ve Japonya’dan sonra Türkiye’de. Burada ilk kez oynanan bir yazar ve oyun değil mi?

Çok iyi bir dili olan, çok iyi bir hikayesi olan bu oyunun oynanmaması çok ilginç olurdu. Yazarının da en çok bilinen oyunu zaten. Bence sinemaya da adapte edilmeli. Daha da oynanmalı. 

Bildiğim kadarıyla BBC Radio 4’da radyo oyunu olarak da yer aldı. 

Evet, çok güzel bir malzeme zaten bu oyun. 

Senin de artık “Öksüzler”, “Yüksek”, “Makas Oyunları”, “Yeni Öğretmenimiz Bir Canavar”, “Özel Kadınlar Listesi”, “Nereye Gitti Bütün Çiçekler”, “Misafir”, “Enkaz”, “Altın Ejderha”, “Kediler Bataklığı’nda” derken on birinci yönetmenliğin oldu.  

O kadar olmuş mu? İyi. Güzel çalışmışız.

Ve ben oyunu izlerken senin oyundan göz kırpmalarını yakaladım. Oyuncuların performanslarının üzerine çıkmayan ama oyun boyunca da bu bir Tuğrul Tülek rejisidir diyen biçimde oyunun her anında vardın. Belli ki oyuna dört elle sarılmışsın. 

Ya? Öyle mi? Ne güzel. Bunu şu yüzden soruyorum. Son dönem çok duyuyorum bunu ve ne yapmış olabilirim özel olarak da böyle olmuş diye merak ediyorum.

Şimdi söylerken iddialı olduğunun farkındayım ama ileride tiyatroda rejinin parlak çocuğu diye bahsedeceğiz senden. 

Bunu senden duymak ne güzel! Çok teşekkür ederim. Umarım öyle olur. Umarım beceririm. 

Doğru buluşmalar diye bir şey var. Bu her zaman olmuyor. Doğru zamanda, doğru insanların buluşmasından öte bir şeyden bahsediyorum. Aslında doğru enerjilerin buluşması demeliyim. Oyunun kendi enerjisi, oyuncuların hem sahip oldukları özgül enerjileriyle hem birbirleriyle hem de hikayeyle çok tatlı bir yerde, bir frekansta buluştuktan sonra anlatı diliyle de öyle güzel örtüşmüş ki sabun köpüğü tadındaki bir oyunu hiç sanattan uzaklaştırmamış. Ve bütüncül bir tebessüme dönüştürmüş. 

Yapım ekibinden tut, sahne arkasında asistanlığımızı yapan arkadaşlara kadar geçerli bu söylediğin. Biz çok güzel bir ekip olduk. O tebessüm benim tam da istediğim şeydi. Yurtdışında izlediğimiz oyunlarda, tiyatronun seyirci üzerindeki o kolektif duygu oluşturmasını çok seviyorum ben. Türk izleyicisi, tepkilerini göstermek konusunda daha korkak davranıyor genelde. Kahkaha attığı zaman, ağladığı zaman ya da bir şekilde nidalarla karşılık verdiği zaman, hep birileri tarafından uyarılma endişesi yaşıyor. Bu öyle bir şey değil. İzlerken tabii ki bir tepki vereceksin. Oraya gelip o hikayeyi izlerken, aslında hikayenin seni bir yerden, bir yere götürmesini istiyorsun. O yüzden de kendini bırakman lazım. Seyirci ile oyuncu arasındaki kolektif ilişki ancak öyle olabiliyor. Bir de çok ilginç bir şey var. Aynı salonda tiyatro oyunu izleyen seyircilerin kalp ritimleri bir yerden sonra aynı atmaya başlarmış. Bu bilimsel bir şey. Bunu çok istiyordum. Oyunda birtakım sürprizler var ve oralarda hep istediğim tepkiyi alıyorum. Özetle kolektif bir bilinç yaratmak istiyordum. Seyircinin rahatlamasını çok istiyordum. Zannedersem oraya ulaşıyoruz. 

O yüzden seyirci için, neredeyse yarı yarıya tiyatrocu derim ben.

Elbette, olmazsa olmaz bir tarafı tiyatronun. Biz kime oynayacağız ve kiminle bağ kuracağız?

Tepkilere de kulak kabarttım. Tom anlatırken erkeklerin, Amy anlatırken kadınların güldüklerine tanık oldum. 

Genelde öyle oluyor gerçekten. Bu da yazarın başarısı. İki dil arasındaki farkı çok iyi kurmuş.

Eğlendiren bir oyun. Bazen öyle popcorn tadını alınca, işin de çok basit olduğu yanılgısına düşebiliriz ama bence reji ciddi konsantrasyon, sahne matematiği, “timing” ve senkron istiyor. Trafiği çok yoğun yani. Yine de bunu gizlemiş ve izleme kolaylığı veren bir yapıda yükselmiş. Aynı zamanda da bulmaca çözer gibi “challenge”lar koymuş önümüze.

Ben çok hazırdım bu oyuna. Aslında geçen sezon yapacaktık ama olmadı. Dolayısıyla kafamda dekorundan, trafiğine, matematiğine kadar her şey hazırdı. Tom, Amy ve Sasha’nın kimler olacağı belliydi. Bu hem benim hem ekibin işini çok kolaylaştırdı bir kere. Sonuçta ben sabah “Hedda Gabler”in provasına gidip oradan “Aşk Geçmişim”in provasına geçip gece eve dönmüş birisi olarak fazla zamanımın olmadığını biliyordum. İyi hazırlamam gerektiğinin farkındaydım. Yayamazdım yani. Dolayısıyla her provaya hazırlıklı ve ne istediğimi bilerek gidiyordum. Bu da hızlıca yol almamızı sağladı. Bir de tabii ki oyunu büyük bir sahnede, büyük bir dekorla oynuyorsak, oyunu nasıl büyütebilirim hissinden yola çıkarak bir müzikal hissi yaratmak istedim. Evet, oyun müzikal değil ama hareket düzeni ile zaman zaman araya koyduğumuz sahnelerle, işte parti sahnesindeki dans sahnesi olsun, Calvin Kennedy şarkısıyla ya da bütün o trafiğin içine bir koreografi koyarak olsun sanki bir müzikal sahneye koymuşum gibi büyütmek istedim oyunu. O hissini büyütmek istedim yani. Tüm bunlar da dilini belirlememde işe yaradı. 

Seyircinin oyunu neredeyse film izleme rahatlığında, kahkahalarla izlediğine tanık oldum ki epeydir susmamacasına gülünen oyuna denk gelmemiştim. Sitcom’lardaki kahkahaları duydum sanki. Bu arada yazar televizyona da sitcom yazıyor. Ve Şebnem’in stand-up tadında bir oyunculuğu, rahatlığı ve sempatisi var. Ve o kahkahayı her seferinde alıyor. Ama öyle göbekten kahkahalar değil. Bunu kolaya kaçan kurnaz bir yerden söylemiyorum. 

Burada oyunu sahneye koyarken de, oynarken de o kadar farklı dil seçebilirsin ki. Karikatürize de edebilirsin birçok şeyi. Tom, Amy, Sasha, Calvin ve Alison dışındaki gördüğümüz rol kişilerinin derinlikli olmasını istemedik. Bunu bilinçli olarak tercih etmedik. Onlar da gerçek ve inandırıcı figürler ama çok fazla vakit harcamıyoruz onları anlatmak için. Hikayeye ne kadar faydaları oluyorsa o kadar kullanmak gerektiğini düşündük. Bütün figürleri tek boyutlu bir şeye dönüştürebilirdik. Bunu hiçbirimiz istemedik. O yüzden de nüanslarla, bazen aksesuar bile kullanmadan geçmiş ya da günümüz arasındaki farkı göstermeye çalıştık.

Aksesuar kullanımında, Alison’un gençliğinde alnında kullandığı saç bandını, olgunluğunda taç şeklinde yine saçında görmemiz hem onu tanımamıza yardımcı oluyor. (kronolojik olmayan flashback’lerde kimin kim olduğunu anlamak zorlaşabilir). Hem de sürecin nasıl geçtiğini anlıyoruz. Bu çok hoşuma gitti.

Evet onu kodladığımız bir şey var. Dekorda da bunu fark etmişsindir. Bir kere beni çok mutlu eden ve oyunun ruhuna çok iyi gelen bir dekor oldu. Orada da fonda hep çizimler kullandık. Ben şöyle söylemiştim Seda Saçlı ve Sıla Karaca’ya: Oyun iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü, bir romantik komedi gibi düşünelim ama ikinci bölümü bir Mike Leigh filmi ya da Ken Loach filmi gibi daha gerçek, ışıkların da, anlatımın da, oyunculuğun da, her şeyin değişeceği bir şey olarak düşünelim. O yüzden dekor, hem bize bir masal dünyası yaratmalı hem de gerçek bir şeye dönüşebilmeli. Kendi içinde de dönüşebilmeliydi ki bir yandan açılan sürprizlerle, oradan buradan çıkan başka objelere olanak sağlamalıydı. Gerçekten tam kafamdaki gibi bir şey çıktı ortaya. Oyunun kolay izleniyor olmasının sebeplerinden biri de dekordur.

pastedGraphic_4.png

Oyunlarda dekordan bu kadar bahsedilmez genelde. Burada sanki oyuncu gibiydi. Pratik çözümler sunan, şirin, yer yer karikatürize edilen dekor, oyunun esprili ruhunu yansıtıyor. Oyunun dili olan hikaye anlatıcılığı da çok uygun açılımlar bulunmuş. Şebnem’in eline aldığı çubukla ev şeması üzerinden anlattığı sahne de, dikey yatak da sıcaklık getirmiş. 

O yatağı dikey yapmayı çok istedim. Seda ile Sıla’nın yaptığı iş gerçekten takdire şayan. Dekor toplantısı yaparken de, bu sadece orada duran bir konstrüksiyon olmasın; onu, oyunun bir parçası haline getirelim. Dekoru sürekli sıcak tutmamız gerek. Dönüştürelim. Sürekli orada bir şey olsun, başka bir yerde, başka bir şey olsun diyordum. Onlar da o küçük oyuncaklarla, bir tarafa dönüyor ışık oluyor, diğer tarafa dönüyor yastık oluyor gibi minik oyuncaklarla güzel bir hale getirdiler.

Aslında anti-romantik komedi tanımlamasının karşılığı, her ne kadar ballandıra ballandıra anlatacağımız bir tanışma, giriş, gelişme ve muhtemelen mutlu sonu barındıran ve kalbimizi gülümseten bir biçemin karşıtını açıklasa da, bence kötü tavırların ve utanmaların hüsran dolu komedisi olduğu için anti-romantik. Bir de kahramanları anti-kahraman. 

Aslında romantik komedi dediğimiz şeyin formüllerini tamamıyla altüst eden bir hikaye anlatım biçimi var. Romantik filmlerde ideal güzellikte bir kadın ve erkek vardır ve çok idealize edilmiş bir şekilde, ya bir asansörde karşılaşırlar, ya köşe başında çarpışırlar. Biri zor durumdadır, öbürü ona yardım eder. Ondan sonra birbirlerine aşık olurlar falan filan… Burada işler tam tersi. Aslında günümüzün ters düz olmuş birçok ilişki biçimini anlatıyor. Doğru dürüst tanışma yok. Fiziksel yakınlığın her şeyden daha önce oluştuğu bir ilişkiyi izliyoruz. Sonra yavaş yavaş birbirlerini tanıyıp hayatlarında birbirlerine yer açmaya başlıyorlar. Ve haklısın hiçbiri bizim kahraman olarak görebileceğimiz tipler değiller. Anti-kahraman olan kahramanlarımızın bir araya gelme ya da gelememe hikayesi var. O yüzden anti-romantik.

Hayvanların çiftleştirilmek için bir kafese konması örneği ile işte o beyaz yakalıların ‘cubical’larla çevrili, gökyüzünü görmeyen, havanın karardığını bile sadece saatten anlayan koşullarıyla çok uyuşuyor. 

Hayvanları kafese koyuyorlar ve başka şansları kalmıyor. Zorla çiftleştiriyorlar. Ne kadar üzücü bu baskı altında olmak. İşte oyundaki Amy örneğindeki gibi bu ilişkileri sırf bu yüzden yaşıyorlar. Yazık, tamamlanmamış, hâlâ olmamış insan olarak görülüyorlar. Bir ilişkisi olmak ya da evli olmak nedense bir statü sebebi. Belli bir yaşa gelip hâlâ evli değilsen, o statü daha da aşağıya düşüyor.

Evlenmek, aile olmak bir başarı hikayesi anlamına gelmiyor. Oyunun üzerimizdeki baskıları, öğretilmişlikleri savuran da bir tarafı var. İlla mürüvvet görmek istemiyor aslında. 

Hiç istemiyor gerçekten de. Ben onu çok seviyorum bu oyunda. Yani siz ancak hayatınızda bir başkası olursa bir bireye dönüşürsünüz demiyor. Tam tersine; şunu diyor: Geçmişteki travmalarınızı bir halledin, sizi bugüne kadar getirmiş bütün korkularınızla bir yüzleşin. Önce bir büyüyün. Kendiniz olun. Sorumluluk almayı öğrenin. Ancak ondan sonra, isterseniz, dilerseniz bir başkasıyla da yola devam edebilirsiniz. O yüzden de bütün o iki karakterin gitgeli, birtakım kararlar almaktan kaçınmalarını, ne zaman ki geçmişte onlara çektirmiş olan sevgililerinin hayaletlerden kurtuluyorlar, o zaman nihayetlendiriyorlar. 

Geçmişimiz, şu anımızı, geleceğimizi biçimlendiriyor. Ve şimdi olduğumuz, dönüştüğümüz kişinin üzerinde kim bilir kaç kişinin izini, gölgesini taşıyoruz. Bu bizimle birlikte paket olarak gelince de, yeni başlangıçlar da özgürleşemiyor. 

E tabii, yani düşünsenize, biriyle tanıştınız ama geçmişte yaşadığınız birtakım şeylerden dolayı onu hemen bir kategorize ediyorsunuz. Ve ona bir şans tanımıyorsunuz. Ya da onu 5-0 yenik başlatıyorsunuz. Bu çok yanlış bir şey. Her insan, eşit şansı hak eder. Belki de daha önce başkalarına attığı kazığı atmaz; belki daha beterini de atabilir. Ama ne olursa olsun, daha evvelden yaşadığımız birtakım hayal kırıklıkları ve kalp kırıklıkları bir başkasını hayatımıza almanın önünde bir engel teşkil etmemeli. Çünkü hepimiz bir başkasının hayatında kalp kıran olarak durabiliyoruz. Sadece aşktan bahsetmiyorum. Dostluk, iş arkadaşlığı, yeni bir iş, yeni bir kurum… Attığımız her adımda böyle. O travmaları kontrol edebilir duruma gelmiş olmamız lazım ki; büyüyebilelim.

İşte o büyüme sancısını izliyoruz biz de. 

Evet, aslında bu iki karakterin yavaş yavaş büyüdüğünü ve en nihayetinde tamam artık, geçmişteki hayaletlerin beni ele geçirmesine izin vermiyorum; ben kendi hayatımı ele geçiyorum kararını aldıklarını görüyoruz.

Bazıları bizde nasıl iz bıraktıklarını tahmin bile edemezler. Bir elimde çiçek, bir elimde çikolata, bir kadının kapısına dayanmıyorsam kusura bakmayacaksınız; beni siz yarattınız” diyen Tom’a kulak kabartalım. 

Hayatlarının kırılma noktalarında, geçmiş sevgililerinin seslerini hatırlamaları… Onlara musallat oluyor bu eski sevgiler. Bu hepimize oluyor. Bu kendimize yaptığımız çok büyük bir haksızlık. Ondan kurtulduğumuz zaman ancak, bireye dönüşebiliyoruz. Tek başına ilerlemeyi, tek başına var olmayı öğrenemediğimiz sürece hiç kimseyle var olamayız.

Hep daha iyisini bulma hevesiyle kaç kalp, kaç özgüven kırdık kim bilir. Ve hüzünlü kalplerin kırık dökük hikayelerinin sebebi olduk. Ya da bazen razı geldik. Yalnızlığımızla barışamadığımızdan hiç olmazsa o var dedik. Cesaretsiz davrandık. Bazen Amy ve Calvin gibi hiç ayrılmayacağız dediğimiz kaç sevgilimizden ayrıldık hepimiz. Tom ve Amy’ninki de kontrolsüz ve gönülsüz süren bir ilişki. İdeallerindeki mutluluktan uzak. Arzu ettikleri gibi sevilmeyen… 

Bu teksti sevmemdeki en büyük sebeplerden bir tanesi de bu. Bir erkek kaleminden çıkmış olmasına rağmen; kadını da, erkeği de çok doğru gözlemlemiş, çok iyi anlatıyor olması. Kadının bölümüne geçtiğimizde, daha uzun tiratlar, detaylar duyuyoruz. Ama erkeğin bölümünde her şey daha hızlı geçiyor. Çünkü genel olarak kadınlar daha gözlemcidir, detaylara daha çok dikkat eder. Anlatırken de bazı şeyleri daha detaylı anlatmayı tercih eder. Erkeklerse genel olarak geçiştirir. Dolayısıyla kalemde de bu çok var. Kadının bölümü ve erkeğin bölümü olarak kodlayabiliyorsun. Amy’nin, hem kendi durumunu hem diğerlerinin durumunu tarif ederken kullandığı sıfatlar -detayları abartıyor anlamında demiyorum- çizdiği resim ne kadar detaylı. Biz aslında hikayenin ne olduğunu Amy’nin bölümünde anlamaya başlıyoruz. Ama Tom’da öyle bir şey yok. Tom’un her sahnesi geçiştirme üzerine kurulu. 

Olayları iki taraflı görmek. A ben hiç böyle düşünmemiştim demek. Hatta tersi olduğuna yemin edecek kadar kendi tarafına inanmak… Hafızamızın bizi yanıltması -daha doğrusu hafızamızda öyle saklamak istediğimiz için öyle kaldığı- olgusunu görüyoruz. Herkes kendi yaşadığının kendi anlattığı biçimde olduğuna yemin edebilir. Bu kadar yanıltabiliyor hafıza. İletişim o kadar esneyebilen bir şey ki. Cümleler net kurulamıyor. Net kurulsa bile gittiği adres boyunca eğilip bükülüyor. O kendi süzgecimizde (ki bu süzgeçte duygusal, mantıksal, savunma mekanizmaları olduğu için) en basit anlatımıyla, işimize geldiği gibi anladığımız bir iletişimsizliğe dönüşüyor. 

Tabii tabii. Hafıza seni inandırıyor. Hafıza nedir? Kendi kurduğumuz hikayelerden oluşan bir şey aslında. Bu ne kadar güvenilir? Onu bilemiyoruz asla.

Hikaye anlatıcılığı burada daha çok seyirciye oynanan bir tavır. Dördüncü duvar yok. Sanki seyirci de sağduyuyu oynuyor. Bize fikrini, hayatını anlatıyor. Fikirlerimizi dürtüyor. Arkadaşımızı dinler gibiyiz. Taraf olmamızı istemese bile birinci ağızdan dinleyici, tanık olmamızı istiyor oyun.

Evet doğru. Mesela benim için dövme sahnesi çok önemliydi. Dövmenin ilk bize tarif edilen biçimi ile aslını sonradan gördüğümüz hali arasındaki farkı görünce seyirci de şaşırıyor. Ve orada söylediği laf çok önemli bence. Hafıza ne kadar tuhaf bir şey, değil mi? diyor Amy. Oyunun aslında kurulduğu ana izlek bence bu. Bizi ele de geçirebiliyor, özgürleştiredebiliyor hafıza. Bu aslında, senin neyi tercih ettiğinle ve hikayeyi nasıl kurduğunla ilgili bir şey.

Calvin o dövmeyi yaşadıklarını unutmamak için yaptırıyor. Aslında o da onun yüzleşmesi. Melisa Doğu bence kendine çok güzel bir alan bulabilmiş bu oyunda. Oyunculuk kutusunu dökmüş. Döktürüyor. Hipster’lar ana akımın banalliğine karşı koyduklarını düşünürken, farklı olmak adına aslında diğer farklı olmak isteyenlerle birlikte bir geneli oluşturuyor. Biz Sacha’nın kılığı, samba kursu ve adet kabı üzerinden bunları görüyoruz. Sevgilisi de işte samba kursundan. Yani birbirini bulan azınlık olduğunu sanan görece geniş bir topluluktan.  

Marjinal nedir Allah aşkına? Biz hep marjinal olarak isimlendirilen bir güruhuz.  Ama ben Müge Anlı’nın programını izlediğimde, oradaki hikayeleri gördüğümde, oradaki ilişkilerin griftliğini gördüğümde biz uçta değiliz; sıradanız diyorum. Burada karakterlerin mücadele ettiği şey de biraz o aslında. Öngörülür olmuyorlar. Daha doğrusu kabul etmiyorlar onu. Yani bu kodlarla ilgili bir şey. Bir şey yaşama vaktin gelirse ve kendini orada hissetmiyorsan, bu öğretilerin içinin boş olduğunu anlıyorsun zaten. Burada da yavaş yavaş onunla yüzleşmeye başlıyorlar aslında.

pastedGraphic_5.png

İçimizden parça çıkarmışlar da orası boş kalmış gibi. Oyun broşürünün duygusu, sözü. (Ervin Esen-HaritaMetod)

O sözün tam karşılığı oldu broşür. Bu çok eğlenceli bir oyun ama karanlık, gerçek bir tarafı da var. Dolayısıyla şirin şeker bir görselin içerisinde tuhaf bir şey istedik. Afiş tasarımcımız Ervin böyle bir fikirle geldi ve ben çok sevdim bu fikri. Oradaki renklerin hiçbiri tesadüfi değil. Gömleğin, kravatın rengi hep bilinçle seçildi. Senin de söylediğin gibi, en başından beri herkesin lehine ve çok severek bir şeyler yapmak istediği bir ekiple çalıştık.

Çeviri Erdem Avşar’ın. Hata olabileceğini düşünmüyorum ama ben o “nefis, nefis, nefis”lere takıldım. Ki sanırım bu istediğiniz bir şey. Ayrıca o art arda sıralanan çivi çiviyi söker, elini sallasan ellisi… klişeleri nefissssti.

Orijinal metinde de tuhaf bir sözcük kullanılıyordu ve “pek güzel”e karşılık geliyordu. Orada başka bir şey aradık. Tom’un ağzından nefis kelimesi çıkıyor. Bunu, o huzursuzluğunu, kapatmaya çalışıyor. Bu normal bir şey değil. O da onu söylüyor. “Normal olmaya çalışıyorum ama olmuyor işte. Ağzımdan nefis kelimesi çıkıveriyor” diyor. Zaten bir süre sonra kız da söylüyor bu “nefis”i. O da çok hoş. Hani çiftler bir süre sonra birbirine benzer ya. 

Gizem Erdem’in elinin değmesi çok güzel olmuş. Ordan gir, burdan çık. Dans et. Tempo tempo!

Kesinlikle katılıyorum. Çünkü Gizem hem dansçı, hem oyuncu. Dolayısıyla çok müthiş bir duygusu var. Yaptığı en büyük değişiklik, ilk uyandıklarında ceket kovalama sahnesi. Mesela benim kafamda hiç öyle bir şey yoktu. Fakat onu öyle bir şeye dönüştürdü ki. Ceketi almayı bir oyuna ve bahaneye dönüştürdü ki bayıldım. Orası tamamen Gizem’in imzasıdır. Keza Watoo’nun gelip de benim kız arkadaşımın peşini bırakacaksın diye bağırıp onu yerlerde sürüklediği sahneyi de hiç öyle düşünmüyordum. Orası da yine birebir Gizem’in imzasıdır. Dolayısıyla müthiş bir dinamizm getirdi ama asıl katman getirdi.

Müzikleri ve ses tasarımı Özgehan’ın (Özturan). Oyunun başında izleyiciler yerlerini alırken ve oyun içinde dinlediğimiz müzikler belli bir referans veriyor zaten. Güzel ısıtıyor seyirciyi. O bizi havaya sokan ve aslında nasıl bir şey izleyeceğimizin de ipucunu veren şarkılar sanırım senin seçimin. 

Evet oyundaki müzik seçimleri bana ait. Biz oyunu çalışırken de, ben oyunu anlatırken de, Özgehan’ın da oyunun müziklerini oluştururken, yola çıkarken ona yardımcı olacağını düşündüğüm müzikler. Bizim jenerasyona daha yakın gelecek şarkılar bunlar. Ama zaten hikaye de öyle gidiyor ya. Bir 90’lara gidiyor, bir günümüze geliyor. Biz 90’ların sound’una daha çok hakimiz. O zamanlarda kullanılan telefonlara, joystick’lere daha çok hakimiz. Ve aslında bizim jenerasyonun nostaljik olarak daha güzel bağ kurabileceği bir oyun. Ben hep onu söylüyorum. “Aşk Geçmişim”i ben, bizim jenerasyona hediye olarak yaptım aslında. Elbette herkes izleyebilir ve zevk alabilir ama biz daha farklı bir bağ kuracağız, onu biliyorum. Hani Şebnem’in karakterinin anlattığı şey var ya. Skype yapıyorlar telefonla ama biz sıraya girerdik, telefonlarda sıra beklerdik, kartı koyardık, numarayı çevirirdik, yurdu arardık, oda numarasını söylerdik ve beklerdik diye. Özellikle istedim bunu. 

Yakında seni DasDas’ta, Alman yazar Peter Lund’un “Ben Varım” müzikalinde izleyeceğiz. İşte bak müzikal bulmuşsun kendine. 

Aslında hiç öyle bir planım yoktu. Sezon başında, bu iki oyundan başka, yeni bir oyun daha yapar mısın diye sorulsa, kesinlikle hayır derdim. Ama burada bir sürü parametre var. Bir: Oyunun yönetmeni Ümit Aydoğdu. O benim Eskişehir’den hocam. Müthiş bir rejisör. Bayılıyorum onun rejilerine. Eskişehir’de yaşadığı için çok sık bir araya gelip bir oyun çalışma şansımız yok. Bir kere bu şansı kaçırmak istemedim. İkincisi: Oyunu gerçekten çok sevdim. Hem hikayesini hem müzikal olmasını çok sevdim. Tüm parametreler bana bunu reddetmememi söyledi. Yine benim çok sevdiğim bir “ensemble” hikayesi bu da aslında. Sahne üstünde kalabalığız. Çok genç bir koromuz var. Gençlerle çalışmak her zaman bana çok büyük bir enerji veriyor. Hep kendi ilk zamanlarımı hatırlıyorum. Bunun dışında Mert Fırat, Didem Balçın, Hülya Gülşen, Yeliz Kuvancı, Iraz yöntem ve Alper Baytekin gibi güzel bir ekiple çalışıyoruz. Beraber çalışmak istediğin arkadaşlarla bir şey yapacağın bir zaman geliyor. O zaman da onu reddetmemek gerekiyor. 

pastedGraphic_6.png

Tuğrul çok teşekkürler. Bu sene “Hedda Gabler” ile, “Aşk Geçmişim” ile, “Ben Varım” ile ve “YaDa”nın şarkıları ve konserleri ile sana doyacağız. Ya da doyamayacağız…

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku