Viyana’da cılız bir müzikal ve keyifli bir “uyumsuz” oyun

Robert Schild
Ronacher Music Hall, Vienna. Foto: R. Steiner

Ronacher-Music-Hall-foto-©-R.Steiner

Viyana’da bahar… Bilinen caz ezgisi “April in Paris” gibi olmasa da, parklarıyla Tuna kıyılarında, geniş bulvarlarıyla ünlü café’lerinde ve tabii ki tiyatro salonlarında her daim bir şölendir! Son yıllarda birçok anketin Avrupa’nın, hatta Dünya’nın En Yaşanılır Kenti sıralamasında en önde yer alan Habsburg İmparatorluğu’nun, 1918’den sonra ise Avrupa’nın küçük ülkelerinden Avusturya’nın 1.9 milyon nüfuslu başkenti Viyana –ki bunu ben de yeni öğrendim– Berlin ile Hamburg’un arasında yer alarak, Almanca konuşulan ikinci en büyük şehirmiş!! 

Viyana’yı o denli “yaşanır” kılan, kent yüzölçümünün neredeyse yarısının park ve bahçelerden oluşmasıdır (inanılır gibi değil: kişi başına düşen yeşil alan ortalama 100 m2!) veya Avrupa metropollerinin en yoğun toplu taşıma ağı – ve tabii ki, neredeyse sınırsız olanaklar sunan sanatsal ve kültürel etkinlikleridir

Bu kültür metropolünün büyük tiyatroları birer müzdir adeta – ve neredeyse tümünün 100-200 yıllık geçmişi vardır! Sizlere bu köşede daha önce Burgtheater ve Volksoper’de izlediğimiz bazı klasik/çağdaş oyunlarla opera/operet/müzikallerden söz etmiştik – bugün ise değişik iki tarihi salonda gördüklerimize değinelim…

Tarihi mekânda cılız bir müzikal…

Bünyesindeki 1000 koltukla kentin en büyük sahneleri arasında sayılan Ronacher, 1872 yılında Viyana Şehir Tiyatrosu” adıyla perde açmış, yıllar içinde gösteri sanatlarının her türüne hizmet etmiştir… Klasik oyunların yanı sıra halkın pek sevdiği vodvillere, dönem dönem Strauss operetlerinden dans ve varyete gösterilerine kadar ev sahipliği yapmış, büyük bir yangın sonucu tamamıyla yıkılmış ve birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Adını ilk sahiplerinden olan Anton Ronacher’den alan bu görkemli sahnede 1988’den bu yana Chicago, Mary Poppins ve Evita gibi müzikaller, uluslararası çaptaki büyük prodüksyonlar boyutunda sahnelenmektedir.

Ronacher – Bodyguard – foto © D.v.Meer

Son olarak burada 1989 yılında başarılı bir Cats yapımı izlemiştim; bu kez ise eşimin merakına uyarak, Bodyguard filminin müzikal uyarlamasını görelim dedik… Whitney Houston ve Kevin Costner’in kotardığı aynı isimli film gişe rekorları kırmış, müzik albümü de dünya çapında 45 milyon adet satış sağlamıştı – ve dolayısıyla böyle başarılı bir yapımı kapalı bir sahneye sığdırmak, başlı başına riskli bir girişim sayılır; biz de “bakalım, ne bulacağız?” düşüncesiyle, sayılı akşamlarımızdan birini kişisel risk hanemize kattık!     

Hemen şunu belirtmek isterim ki, yapımcı şirketin bu yürekli denemesi Ronacher’in tarihinde, özgün şeklinin oldukça cılız bir kopyası olarak yer alacaktır. Bunun en önemli nedeni, bu müzikaldeki tüm şarkıların, başkişilerinden sadece ikisine ait olmasıdır. Filmi de daha 1970’lerde aslen Diana Ross için tasarlanmıştı – ancak bu proje gerçekleşmeyince, Rachel Marron başrolünü 1992’de ünlü pop şarkıcısı Witney Houston üstlenecekti… Uyarlamada ise bazı şarkılar, Rachel’in kız kardeşi Nicki için de düzenlenmiş ve böylece belirli bir denge sağlanmaya çalışılmıştır, ancak bodyguard Frank için hiç bir şarkı eklenmemiş nedense – dahası, müzikli oyunlara önemli devinimler katan düetlerden sadece bir örneğe rastladık; keza müzikal tutkunları tarafınca çok sevilen dönüşümlü vokallere, korolara hiç yer verilmiyor…

Oyunun olumlu yanları da yok değil kuşkusuz – bunlar kalabalık ve yetkin dansçı grubunun sergilediği birkaç koreografik tablo, zaman zaman öne çıkan ustalıklı ışık oyunları ve arka plandaki LED duvarın da etkisiyle öne çıkan işlevsel dekorlardır. Tüm bunlar profesyonelce kotarılmış ve pürüzsüzce uygulanmış olsa da, bir beyaz perde yapıtında geniş olanaklardan yararlanabilen ve öyküye özel bir ritim katan gerilimli sahneler, doğaldır ki kapalı bir sahneye pek kolay uyarlanamaz – ve bu da, yapımcıları tarafından göz ardı edilmiş olsa gerek!

İşte bu iki nedenle, ne Hollywood’un o ikonik “love story”sinin, ne de Frank’ın ünlü şarkıcı Rachel’i taciz edenlerle nefes kesici mücadelesinin hakkını veremiyor Bodyguard müzikali… Geriye kalan, yukarıda değindiğim görsel özelliklerin yanı sıra, Rachel ve Nicki’yi canlandıran Patricia Meeden ile özellikle Ana Milva Gomes’in güçlü sesleriyle bize “gene de boşuna gelmedik” dedirtmesi – ve tabii ki, filmin başarılı şarkısı “I Will Always Love You” ile W.Houston’a daha 1988’de ikinci Grammy ödülünü getirmiş olan “I Wanna Dance With Somebody”…

Volkstheater-foto-©-Spuma

Viktor Bodós’dan G.Erkal ve A.Şamlıoğlu’na selamlar!

Daha önce çok kötü bir (Orwell) 1984 uyarlaması gördüğümüz Volkstheater’de bu kez Max Frisch’in Biedermann und die Brandstifter oyununu izledik. “Saray” (= Burg) erkânının yeğlediği Burgtheater’e bir alternatif olarak 1889 yılında kurulmuş olan bu “halk” (= Volk ) tiyatrosu, daha küçük ancak gene de oldukça görkemli salonunda 832 kişiye oyun izleme olanağı sağlıyor. Kuruluş döneminde özellikle “halk tipi” sahne yapıtlarına yer vermişse de, çok geçmeden repertuarına önce Avusturya kökenli, ardından uluslar arası klasikleri de dahil etmiştir – günümüzde ise sık sık çağdaş, deneysel veya uyumsuz oyunlar da sahneliyor…

Frisch’in ilk taslağı 1948’e dayanan ve bugün artık neredeyse efsaneleşmiş sayılan, Martin Esslin’in “absurd” (uyumsuz) tiyatro türünün İsviçre temsilcisi olarak gördüğü, yazarının ise “öğreti oyunu” (“Lehrstück”) olarak tanımladığı Biedermann ve Kundakçılar, İstanbul’da son olarak 2005/2006 sezonunda Dostlar Tiyatrosu ve Semaver Kumpanya’nın birbirlerinden değişik yorumlarıyla sahnelenmişti. Dergimizin Ocak 2006 sayısında bu önemli oyun hakkında yer alan beş eleştirmenin yazıları arasında, bendeniz şu kısa karşılaştırmayı yapmıştı: “Genco Erkal’da politik tiyatro ağır basıyor ve köktendinci akımlar hedef alınırken, Yavuz Pekman’ın kıvrak metni, daha çok toplumsal göndermeler ile yetinmektedir. Erkal’ın yorumunda ‘Aymazoğlu ve Kundakçılar’ın kötü adamları belirli bir strateji ile işe koyulurken, Ayşenil Şamlıoğlu’nun yönettiği ‘Süleyman ve Öbürsüler’de gırgır ile cümbüş sürüp gider!”  

İşte bu nedenle, konuk Macar yönetmen Viktor Bodós’un Viyana’nın bu önde gelen tiyatrosundaki yorumunu özel bir ilgi ile izlemeye koyuldum. Bilindiği gibi Frisch, bu oyunuyla “soğuk savaş”ın ön günlerinde Avrupa’da çok konuşulan komünizm çekincesini odağa almıştı – bugün ise aynı tedirginlik, birçok ülkede kuvvetlenen popülist sağ akımlara karşı beslenmiyor mu? Ne var ki, böylesine karabasanlar Bodós’un anlatımında geri planda kalıyor. Buradaki açılım, küresel tedirginlik ve toplumsal etik ikileminin önünde daha çok devinim ve güldürü öğelerine göz kırpmakta… Frisch’in simgesel, kısmen Brecht’e de öykünen baş kişileri, Bodós’un çizimleriyle sanki birer commedia dell’arte figürüne dönüşüyor! Sahibi olduğu fabrikada her şeye hakim olan Gottlieb Biedermann (G.Franzmeier), aynı gücü kendi dört duvarı arasında gösteremiyor; keza ondan daha da aşırı kentsoylu görünen eşi (S.Krautz) de… Ona karşılık, peyderpey ziyaretlerine gelen ve oyun ilerledikçe kundakçı oldukları anlaşılan üç yabancı (T.Frank, J.Thümer ve G.Bieder), çok geçmeden öyküye yön vermeye başlıyor; oyunun başında zayıf bir kişilik sergileyen, kekeme yardımcı kız (E.Kehrstephan) birden gül gibi açılıyor, işverenlerini kenara bırakıp “güçlülerin” yanında yer alıyor! Tüm bunlar, gittikçe artan hokkabazlık ve slapstick gösterileri, dahası yönetmenin bizzat eklediği bazı çizgi dışı replikler ve nefes kesici devinimlerle öylesine başarılı biçimde yer almaktadır ki, Max Frisch’in işaret ettiği çekince arka planda kalmaktan kurtulamıyor! Özgün oyuna tek sadık kalan kişilikler, yazarın (antik tiyatro geleneğine öykünerek) “koro” olarak simgelediği vurdumduymaz ve beceriksiz itfaiyecilerdir…

Bu yorum acaba tatmin edici midir sorusu akla geliyor hemen… Oyun boyunca, yıllar önce İstanbul’da izlediğimiz, Roberto Ciulli’nin Üç Kuruşuk Opera’yı ti’ye aldığı yorumunu –ve bu yaklaşıma çok kızmış olan Zeliha Berksoy hocamızı– anımsamadan edemedim! Viktor Bodós’a da kızmak, oyunu esefle terk etmek mi gerekir? Bence hayır – kanımca bu yorum, G.Erkal/A.Şamlıoğlu’nun yaklaşımlarının tam ortasında değilse de, bir çeşit %30 Dostlar Tiyatrosu + %70 Semaver Kumpanya uyarlamalarının başarılı bir bireşimi olarak görülebilir, Frisch’in uyarıcı iletilerini birazcık geri plana itse de… Yolu Viyana’ya düşenler –Almanca bilmeseler dahi– muhakkak izlemeli!

Volkstheater-Biedermann-foto-apa-pfarrhofer

**** 

Bu kültür metropolünde geçirdiğimiz dönem boyunca, kentin en önemli ikonlarından sayılan “Devlet Operası”/ Staatsoper’in bir çeşit “küçük kardeşi”, gene aynı kamu kurumuna bağlı olan “Halk Operası”/Volksopere de yeniden gitmeyi ihmal etmedik tabii ki… Diğer tiyatrolar gibi Ring Caddesi yakınlarında olmasa da, merkezden metro veya tramvay ile 15 dakikada ulaşılabilen 1330 izleyici kapasiteli bu görkemli bina, 1898 yılında aslen tiyatro olarak açılmış olmakla birlikte, kısa süre sonra sadece müzikli oyunlar sahnelemeye başladı. Günümüzde de repertuarında başta operet ve müzikallerle kimi popüler operalar yer alıyor. İşte bunlardan Hoffmann’ın Masalları’nı izlerken, bambaşka bir şölen yaşadık – ancak onu da buraya eklemekle yazımızı gereğinden fazla uzatmış oluruz… Bu bağlamda, diğer bir Viyana mektubuna kadar “auf Wiedersehen!”

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku