Ve Cüneyt Gökçer…

Pınar Çekirge

Hatırlıyorum, “Anatevka”, Sütçü Tevye’nin şu repliğiyle başlardı:

“Dam üstünde bir kemancı! Ne delilik, ha!? Ama şu bizim Anatevka denen köycüğümüzde, her birimiz dam üstünde bir kemancıyız işte! Kafa göz patlatmadan, tatlı ve gösterişsiz ezgiler çıkarmaya çalışan gıygıycılar! Kolay iş değil. Eh diyeceksiniz, madem bu kadar tehlikeli, ne duruyorsunuz orda? Anatevka bizim evimiz yurdumuz da ondan. Peki, bizi dengede tutan ne? Tek kelime ile söyleyebilirim bunu… Gelenek!””

Yavuz Pak, aramızdan ayrışının on ikinci yılı (23 Aralık 2009) nedeniyle, Cüneyt Gökçer ile ilgili bir anma yazısı hazırlamamı istediğinde, kararsız kaldım. Yeteneği, dehası tartışılmaz gerçek bir sanatçı vardı karşımda. Netekim, 12 Eylül yönetimi 1402’liklerin Devlet Tiyatrosu’ndan derhal temizlenmesini buyurduğunda, böyle bir listeye sadece kendi ve eşinin adını yazabileceğini söyleyen, bu kararında dimdik duran, güçlü bir Cüneyt Gökçer vardı. Türkiye Tiyatro Tarihi’nin gelmiş gelmiş geçmiş en büyük oyuncu ve yönetmenlerinden, tiyatro dalında ilk Profesör ve Devlet Sanatçısı ünvanının sahibi, Yunanistan Krallığı’nın l.Georges Nişanı’nın Oficcier rütbesiyle, 1970’te İtalya Cumhurbaşkanlığınca Commandatore nişanıyla ve daha sonra Polonya Kültür Nişanı ile ödüllendirilmiş bir başka Cüneyt Gökçer vardı.

Ve tabii, T.C Kültür Bakanlığı tarafından 1994 yılında basımı yapılmış, “Cüneyt Gökçer / Sanatta  50 Yıl” adlı eşsiz bir kaynak eser vardı.

Arşivimde yer alan belgelere göz attım rastgele. Böyle bir tiyatro insanını anlatmaya çalışmak gibi bir hadsizliğe, kalkışmak, benim için doğru olmayacaktı, farkındaydım. Zaten nasıl, nereden başlayabileceğimi de, bilemiyordum.

Aktör Cüneyt Gökçer‘i sahnede “Damdaki Kemancı” , “Don Quixote” ve “Kral Lear”da izlemiştim. Ve tabii, “Yaprak Dökümü”, “Süreyya”, “Yaşlı Gözler”, “Mevlana” filmlerinde. “Dördüncü Murad” adlı televizyon dizisinde.

Rejisör Cüneyt Gökçer‘i ise, “Kaktüs Çiçeği”,  “Bağdat Hatun”, “Tarla Kuşuydu Juliet”, “Küheylan”, “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Zülfiye Zülfü” ve “Master Class / Maria Callas”dan hatırlıyordum sadece.

Vedat Demirci ,”Alınında Işığı İlk Hisseden” (1999) adlı kitabında Cüneyt Gökçer‘i şöyle tanımlamıştı :

“Tiyatro oyuncusu, tiyatro-opera yönetmeni, müzikal oyuncusu, konservatuvar öğretmeni, konservatuvar- üniversite tiyatro bölüm başkanı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, ‘ Devlet Sanatçısı…”

Tiyatro Oyuncuları Derneği’nin hazırladığı “Sahnede Yarım Asır” adlı çalışmada, Cüneyt Gökçer de yer almaktaydı :

“1920 yılında Malatya’da doğdum. 1934’lü yıllarda ortaokulda bir grup arkadaşımla piyes yazarak temsiller verirdik. Yine aynı dönemlerde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Ankara’ya yaptığı turne ile bir tiyatro oyununu ilk defa sahnede izleme olanağı buldum. Böylece Darülbedayi ile tanışmış oldum.

Atatürk’ün emriyle Türkiye’de ilk kez Devlet Konservatuvarı 1936’da Ankara’da açılır. Babamın tüm karşı çıkmalarına rağmen 1937’de konservatuvara müracaat ettim ve sınavı kazanarak, okula kaydoldum.

1940 yılında Ankara Halkevi’nde ‘Gülünç Kibarlar’ adlı oyun, ilk rol aldığım oyundur.

1941 yılında, Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi’nde oynadığımız ‘Otelci Kadın’sa ilk profesyonel rolümdür.

Konservatuvarın bitmesi ve hocam Profesör Carl Ebert’in teklifi ile Tiyatro Bölümü’nde Sahne Mimik Hocalığı’na atandım.Yıl 1942.

1949 yılında ‘Vatan ve Namık Kemal ‘le, aktör olarak sinemada ilk film çalışmamı gerçekleştirdim.

1950-1958 yılları arasında geçen on yılda ise pek çok oyunda rol aldım. Rejisörlük yaptım.

1958’de başlayan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlük görevim 1983 yılına değin yirmi üç yıl sürdü.

Yurt dışında bir çok araştırmalarda bulundum. Yurt içinde yalnız tiyatroda değil, operada da çağdaş anlayışı yerleştirmek için yurt dışından hocalar ve rejisörler getirtim.

1963’te Devlet Tiyatrosu’nda ilk kez bir müzikal sahneledik.

Şimdilerde, ikinci elli yılımı yaşıyorum. Halen Bilkent Üniversitesi’ndeki Tiyatro Bölüm Başkanlığı’mı sürdürüyorum.

İki kez evlendim. İlk eşim Mediha Gökçer’den Deniz isimli bir kızım var. İkinci eşim Ayten Gökçer’le devam eden evliliğimden de ikinci kızım Aslı dünyaya geldi.”

Pınar Kür‘ün 1986 yılında Kadın Dergisi için Cüneyt Gökçer ile yaptığı röportajı yeniden okuyorum:

“Cüneyt Bey ise, hayatımda rastladığım en nazik kişilerden biri. Değil bağırmak, yüksek sesle konuştuğunu bile işitmedim. Devlet Tiyatrosu’nda çalıştığım yıllarda ‘amir’imdi, ama bana bir tek ’emir’ vermediği gibi, ricasız konuştuğunu anımsamıyorum. Hiçbir zaman beni yanına çağırtmaz, ya kendi kalkar odama gelir ya da sekreteri aracılığıyla randevu verirdi.

Odasına her girdiğimde ayağa kalkar, her çıkışımda kapıya geçirirdi. Uzatmayalım, hiç de Genel Müdür gibi davranmazdı. Gene de çok çekinirdim ondan. Bütün tiyatroda öyle. Cüneyt Bey’in adı geçtiği zaman bile ceketlerini ilikleyenleri bilirim. Tiyatro gibi resmiyete fazla önem vermeyen bir ortamda, bu nezaketiyle, sesini yükseltmeye bile gerek görmeden bu korkunç baskıyı nasıl kurabildiğini hep merak etmişimdir…”

Pınar Kür’ün “Tiyatro size ne verdi?”  sorusunu şöyle yanıtlıyor Cüneyt Gökçer:

“Bir şey versin diye insan tiyatrocu olmuyor. Ben mesleğimi on yedi yaşımda seçtim, çok severek, isteyerek. Konservatuvara girdiğim günden bu yana da başka uğraşım olmadı.”

Röportajı okumaya devam ediyorum:

“Türkiye’nin en eski ‘mektepli’ tiyatrocularından biri Gökçer. Devlet Konservatuvarı’nın ikinci mezunlarından. Oyunculuğa başladığının ertesi yılı da hocalığa başlamış. Yönetmenliğin yanı sıra, her ikisini de hala sürdürüyor. Alaydan yetişmekle, konservatuvardan yetişmek arasındaki farklar konusunda ne düşündüğünü merak ediyorum.

Ciddi bir fark var. Yetenek çok önemli tabii, ama bunun yanı sıra eğitimin çok büyük rolü olduğuna inanıyorum. Artık bu devirde, konservatuvar eğitiminin gerekliliği tartışma konusu olamaz.”

Pınar Kür ‘ün “Hem özel, hem Devlet Tiyatrosu’nda çalıştınız. Hangisini tercih ediyorsunuz?” sorusunu ise, Cüneyt Gökçer şöyle yanıtlıyor :

“Özel tiyatrolarda pek az çalıştım. Ara sıra işte, böyle davet alınca. Kendim özel tiyatro kurma teşebbüsünde hiç bulunmadım. Sanatla ticaretin bir arada gideceğine  inanamadım. Özel tiyatroda ister istemez ticari kaygılar öne çıkıyor. İstanbul’da bulunduğum kısa süre içinde intibam: ‘Hangi piyes iyi?Hangi piyes kötü?’ gibi değil de, ‘Onun seyircisi var mı?’, ‘Bunun seyircisi var mı, o doluyor mu, bu yarım mı?’. Tamamıyla böyle görüyorlar meseleyi. Oysa bence tiyatro, para kazanmak için düşünülecek bir meslek değil. Nihayet işte, geçinebilirse, hayatını sürdürebilirse… O bile bir şey.”

2013’de “Dionysos’un Çocukları” adlı röportaj serimize konuk olan Deniz Gökçer ile Cüneyt Gökçer‘den de konuşmuştuk:

“Cüneyt Gökçer gibi bir babaya sahip olmak gurur verici kuşkusuz. Ona layık olmaya çalıştım hep. Babam, hocam, genel müdürüm, partnerim herşeyimdi o benim…

Babam gelip, oyunu izlediğinde nasıl desem bir korku, bambaşka bir heyecan yaşardım. Yüz  ifadesinden anlardım oyunla ilgili duygularını. Hiç unutmuyorum, ‘Sevgili Doktor’a hazırlanıyoruz. Asuman Korad yönetiyor. Rol gereği bir sokak kadınını canlandırıyorum… Ama, farkındayım tam olmuyor, nasıl desem rolün içine giremiyorum bir türlü…Babam genel provaya geldi. Anladı, hissetti rahatsızlığımının nedeni. ‘Deniz, o masum bir kadın aslında’, dedi. ‘Kötü, fena biri olarak düşünme, çok iyi bir kadın olarak ele al… Kendini düşün… Bir de böyle yorumla karakteri… ‘ Ve sahne o an oturdu  resmen. Babamım bu öneri ve yönlendirmesiyle kafamdaki sorular cevap buldu…

Cüneyt Gökçer, genelde oyunların son provalarına katılır, adeta birkaç sözcükle o kimliği bulmamıza yardımcı olurdu. Asla kırıcı, sert bir insan değildi. ‘Bir de şöyle denesek’ diye başlardı söze… Karşısındakini inciltmeden… Ama kendisi rol çıkarttığında asabi olurdu biraz… Hem yönetmen, hem oyuncu olarak rol aldığı oyunlarda dediğim gibi, gerginleşiyordu ister istemez.

Hatırlıyorum, ‘Cadı Kazanı’nın provasındayız. Oyunun bir yerinde arkadaşım ‘Alla şükür’ dedi, ‘Allaha şükür’ demesi gerekirken. Babam provayı kesiti hemen: ‘Yapmayın bunu, diksiyon dersine mi döneceğiz yeniden?’ dedi. Hiç unutmam o anı.

70′ lerin hemen başı, ‘Damdaki Kemancı’yı oynuyoruz. Alev Sezer ile döner platformda tam sahne gerisindeyiz altımız boş. Babam tiradını söylerken deprem oluyor. Babam beni düşünüyor bir an, sonra seyirciyle ağzına kadar dolmuş salona bakıyor. Tiradı keserse salonda büyük bir panik olacağı kesin. Devam ediyor… O birkaç saniye asırlar gibi geliyor ona ve tabii hepimize… “

Aslıhan Kandemir‘den de dinlemiştik Cüneyt Gökçer‘i. Kandemir, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü üçüncü sınıf öğrencisiydi henüz ve Cüneyt Gökçer’den gelen “Damdaki Kemancı Müzikali’nde, kızlarımdan birini oynar mısınız?” önerisiyle, Arzu Tan ile birlikte, kendisini bambaşka bir okulun içinde buluvermişti. Cüneyt Gökçer ile aynı sahneyi paylaşmak… O’nunla karşılıklı oynamak.

“Oyun boyunca kulise geçmez, öyle sahnenin bir kenarından, dikkatle Cüneyt Hoca’yı izlerdik. Bir insanın sahnede devleşmesi ne demek, bunu gözlemlerdik.”

Ve Hüseyin Köroğlu. Kıbrıs’tan gelmiş. Amacı tiyatro eğitimi almak. Sınav salonuna girdiğinde,

“Ne hazırladın bize?” diye soruyor Cüneyt Gökçer.

”Edmond’un tiradı efendim… “

Başlıyor, dizleri titreyerek.

Derken bir sesle irkiliyor: ”Tamam canım, yeterli… “

Salondan çıkarken Cüneyt Gökçer usulca omuzunu sıvazlıyor. “Baştan kaybettin oğlum” diye düşünüyor Hüseyin Köroğlu. “Bu bozuk lehçeyle… Koskoca adamların önünde… Olmadı, yapamadın.”

Ve yıllar sonra, mezun olduğunda Cüneyt Gökçer’e ”Hocam size bir şey soracağım” diyor, Hüseyin Köroğlu.

“A canım, sor…”

“Sizin yerinizde olsaydım, eğer sınava benim gibi biri gelseydi, diksiyonu kötü, duruşu kararsız, eğreti onu kesinlikle almaz, derhal elerdim… “

Gülümsüyor Cüneyt Gökçer:

“A canım, herkes sahneye bir bir çıktı ve indi. Otuz kişiydiniz. Biz kumaş arıyorduk sadece… Çoğu önceden dikilmiş kumaşlarla gelmişti. Senin haiz olduğun kumaşı fark edip, giysi yaptık. O kadar! “

Yine bir röportajımızda, laf lafı açmış Nurseli Tırışkan, hocası Cüneyt Gökçer‘den bahsetmişti:

“Cüneyt Gökçer ‘Ben bir R harfinin neferiyim’ derken doğru artikülasyonun, vurgulamanın önemini açıklardı bizlere. ‘Sizler seçilmiş insanlarsınız, bunun hakkını her koşulda vermek zorunda olduğunuzu hiç unutmamalısınız’ derdi. Oynamadan oynanması gerektiğini, sahnede fısıldasanız bile sesinizin on sekizinci sırada oturanın da duyabilmesinin lazım geldiği gerçeğini, yine Cüneyt Hoca’dan öğrendik. O kadar kibar, o kadar beyefendi bir insandı ki Cüneyt Gökçer.Takdir edersiniz, karşısında elimiz ayağımız titrerdi… Sınıfa girdiğinde espriler yapar, bizleri sakinleştirir, havadaki gerginliği yok ettikten sonra derse başlardı her defasında. Çok değer verirdi talebelerine.

Hatırlıyorum, ‘On İkinci Gece’ye çalışıyordum. Viola’yı canlandıracağım. Ama olmuyor bir türlü, hep birşeyin eksik kaldığını hissediyordum. Tam da o rolü çıkaramayacağım endişesi içindeyken, ‘Sen bu rolü başaracaksın’ dedi Cüneyt Gökçer… Ve kalkıp, nasıl oynayacağımı tarif etti. Bir an gözlerine baktığımda, gözlerinin taa içinde Viola’nın, o genç kızın pırıltısını yakaladım. Nasıl anlatsam, Cüneyt Hoca Viola’ydı adeta! Bu O’nun oyunculuk dehasıydı.”

Çok üretken, tiyatro sanatına büyük katkılarda bulunmakla kalmayıp, artı değerler katan, gerçek sanatçı Cüneyt Gökçer’in değerli hatırasına her zaman saygıyla…

PINAR ÇEKİRGE

3

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku