Tiyatronun Naif Kadını: “Jale Birsel”

Emel Bala

Sahnede Kadın Olmak

Tiyatro tarihi boyunca, çok uzun bir dönem, kadının sahneye çıkması ya ahlaksızlık olarak görülmüş, ya da sahneye çıkan kadın ahlaksız olarak nitelendirilmiş. Kadının temsiliyeti hep –erkek gözünden resmedilerek- genç erkeklere düşmüş. Yani kadının hikâyesi varmış sahnede ama eril bir gözden, eril bir düşünceden anlatılarak (bknz. (Case)… Kadının kadınla temsilinin başlaması; tam olarak 18.yy’da gerçekleşmiş fakat bu bile kadının yan rol olmaktan çıkıp ana karakter olarak işlenmesi gerekliliğini hemen doğurmamıştır. Kadın yüzyıllarca geri kaldığı sahnede erkeğe yetişmek, erkeğe karşı var olmak ve kendini anlatmak zorundadır!

Kadın olmak ne yazık ki sahnede  de zordur!  Osmanlı’dan günümüze kadar Türk Tiyatrosu geçmişinde de kadının sahneye çıkması bir çok engele uğramıştır. 8 Aralık 1918 yılında Afife, 5 lira aylıkla  ilk aday oyuncu kadrosuna girmiş, bir sene provalara katılmış ama sahneye çıkamamıştır. Hüseyin Suat’ın yazdığı Yamalar adlı oyunda görev alan Ermeni  Eliza Binemeciyan’ın ani ayrılışı, “Emel” rolüyle Afife’nin, sahne adıyla Jale’nin, ilk rolü olur! Fakat bu mutluluğu kısa sürer, çünkü  Müslüman bir kadının sahneye çıktığı haber alınmış ve peşine düşülmüştür. Her ne kadar  arka taraftan çıkarılarak kaçırılmayı başarsa da,  Darülbedayi’den sorgu amacıyla götürülen erkek oyunculara bağıran komiserin “Avradımı Şano’da görmüş gibi oluyorum!” demesi sahneye çıkan kadına bakış açısını açıkça anlatmaktadır. (Nutku, Darülbedayi’nin Elli Yılı, 1969, s. 142,143) Afife’nin rüyası çok kısa sürer ve tiyatrodan atılır, hazin ve keder dolu sonuna adeta itilir. Cumhuriyet’in ilanına kadar Müslüman kadın sahnede aynı eziyeti görecek, cumhuriyetle bu algı kırılarak yeni değişimler, yeni atılımlar gerçekleşecektir.

Muhsin Ertuğrul’un Almanya’da iken Temaşa Dergisi’ne gönderdiği, makalesinde “kadınsızlıktan tiyatromuz yok ve yine kadınsızlıktan tiyatro eserimiz yok” diyerek büyük sorunun altını çizmiştir! (Muhsin Ertuğrul’dan aktaran (Sevinçli, 1990, s. 117)) Cumhuriyet’in ilanıyla kadının sahneye çıkması da özgür hale gelmiş, Atatürk bu düşünceyi bizzat destekleyerek, İzmir’e turneye gelen sanatçıları izlemeye gitmiş Ahmet Nuri’nin Hisse-i Şayia oyununda Bedia Muhavvit’i izlemiştir. Bu daha sonra hızla yayılmış ve Anadolu’ya turne yapan gruplarda kadınlar rahatlıkla sahneye çıkmışlardır.(Bknz. (Şener, 1998, s. 60,61,62)

Kısa sürede Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin açılması ve burada kültür sanat çalışmalarının yapılması ve tiyatro sahnelenmesi geleneği, seyircinin yetişmesine katkı sağlamıştır.

1940’lı yıllarda ilk mezunlarını veren Ankara Devlet Konservatuvarı Carl Ebert’in yetiştirdiği kıymetli oyuncularını mezun  ettiği, ardından Devlet Tiyatrosu’nun açıldığı yıllardır. Birbirinden gözde isimler Devlet Tiyatrosu sahnesinde boy göstermiştir. 

1949 yılında okulunu başarıyla bitirerek kendini Devlet Tiyatrosu’nun sahnelerinde bulanlardan biri de çok az kişinin tanıdığı Jale Birsel’dir. Goldoni’nin “Yalancı” adlı oyununda “Beatrice” rolü onun Devlet Tiyatrosu’ndaki ilk rolü olmuştur. 

Jale Birsel kimdir?

 Jale Birsel, Salah Birsel’in karısı, olarak tanınan ve bunun” burukluğunu yaşadığını, gittiği davetlerde sorulan “ Siz Salah Birsel’in karısı mısınız? sorusuna: “ O benim kocam” diyerek verdiği şakacı cevabıyla hayatı alaysılıkla hafifleten kısa zaman önce yitirdiğimiz bir yaşayan tarih idi. 1929 doğumlu olan Jale Birsel, tam 16 yaşındayken tiyatro okumak için Ankara Devlet Konservatuvarı’na girmiş, 1949’da mezun olup, Devlet Tiyatrosu’nda göreve başlamıştır. 38 yıl boyunca 62 oyunda görev alan Jale Birsel, tiyatroda yaşadığı yılları hep mutlulukla anmayı, iyi olanı hatırlamayı tercih ettiğini, aksi takdirde yaşamın güçleşeceğini söylerken, sahneye olan aşkının tüm sıkıntıları unutmaya yetecek güçte olduğunu belirtmiştir.

2015 yılında yaptığımız görüşmede ses kaydı yapılmasını istememesi, sadece onun istediği şeyleri yazmamı istemesinin nedenini ise şöyle açıkladı: “86 yaşındayım, bugüne kadar kimseyle kavga etmedim, sorun yaşamadım, bu saatten sonra da yaşamanın anlamı yok!” Bu çekingen ve ürkek tavrı onun korkak olmasından değil aksine Türk Tiyatrosu’nun yücelmesine istek duymasından kaynaklı diye düşünmekteyim çünkü: “O yıllara bakınca bolca şey var anlatacak ama hepsi dedikodu gibi, bunları anlatmak hoş olmaz.” diyor ve  ama bak bunu bil diyerek bir iki sır vermekten de kendini alamıyor. İşte gözleri tiyatro diyince hala pırıl pırıl parlayan, son derece zarif bir bedene sahip Jale Birsel’in yuncu olma hikayesi şöyledir:

Ankara’da Sayıştay’da Sayman olarak çalışan 6 çocuklu bir evin  en küçük çocuklarından biri Jale Birsel..  Mutlu, düzenli ve huzurlu bir aileye sahip, anne ev işleri ve çocuklarla ilgilenirken, baba evin geçimini sağlıyor. Fakat Cumhuriyet çocukları olmalarından olsa gerek; ailecek tiyatrolara, konserlere gidiliyor ve bu tip sanatsal faaliyetler aile tarafından çok seviliyor. Baba, (Jale Birsel ısrarla adını vermiyor) çocuklara müzik yapan, şarkılar öğreten son derece ilgili ve sanatsal algısı güçlü bir insan. Hatta öyle ki, Afife Jale’nin sahneye çıktığı Hüseyin Suat’ın, Yamalar oyununu izlemiş ve Afife’nin sahne adı Jale ismini pek beğenmiş, yıllar sonra doğan küçük kızına bu sebeple Jale ismini vermiş bir adam. Jale Birsel de bu ismin kaderini takip etmiş sanki.  Aile sürekli halkevi müdürü tarafından temsillere davet ediliyor, evdekiler bazen babaya eşlik etmese de kızı Jale her temsili pür dikkat izliyor. Bir gün yine bir temsil için babası Jale’ye “Git halkevi müdürüne yarın akşam için bize ayırtılmış olan davetiyeyi al , gel.” diyor. Büyük bir mutlulukla halkevine giden Jale ikinci kata müdür odasına giderken sahneden gelen  bazı sesler işitiyor ve  aralık kalmış balkon kapısından sahneye uzanıyor kafası; sahnede yaşlı bir adam ki bu adam yabancı, Türkçe konuşamıyor, bir genç kıza oynayacağı rolü nasıl yapması gerektiğini, kolunu elini nasıl kullanacağını an an gösteriyor. Bu manzara karşısında büyülenen 15 yaşındaki Jale, bir saatten fazla bu dersi izliyor. Halkevi müdürünün Jale’yi bulması ve evdekilerin meraka kapılması üzerine davetiyeyi hızla kapıp eve giden Jale bu unutulmaz anı hafızasından bir türlü silemiyor! Yıllar sonra anlıyor ki bu ilk dersin hocası Carl Ebert’ miş ve yerinde olmak istediği oyuncu ise Muazzez Yücesoy! İşte bu hatıra  küçük Jale’nin kafasına, “Ben oyuncu olamaz mıyım?” sorusunu getiriyor. Bir aralık annesine çıtlattığı bu fikri, annesi: “ baban asla izin vermez orada kızlar ve erkekler aynı yerde kalıyormuş!” sözleriyle kestirip atsa da, Jale Birsel bu fikri babasına taşıyıp, isteğini belirtiyor. Son derece uygar bir adam olan baba bundan memnuniyet duyarak tanıdığı bir oyuncuya kızını götürüyor ve sınavlara kısa bir hazırlık yapmasını sağlıyor. Girdiği sınavları başarıyla geçen Jale Birsel: Yıldız Kenter, Haldun Marlalı, Asuman Korad, Ekmen Hürol, Kemal Özmanav, Gürbüz Bora gibi isimlerle efsane bir sınıf olarak okulda harika yıllar geçiriyor. O dönem kız erkek  yakınlaşmasının hiç hoş karşılanmadığını belirten Jale Birsel, “Okul son derce disiplinliydi, bir gün bir kız bir erkek arkadaşımız bir sahne çalışmak için prova yaparken hizmetli dersliği açıp: “ İkiniz bir arada ne arıyorsunuz, ne çalışıyorsanız ayrı odalarda çalışın” demiş, ‘bu algıda okuduk biz’ diyor.” Beni okuldan atarlar korkusuyla hep kurallara uydum.” diyerek aslında yıllar sonra başka haksız kurallardan da neden çekindiğinin ipuçlarını vermiş oluyor. Okuldayken müzik bölümüyle birlikte şiir geceleri organize ettiğini çok aktif bir sınıf olduklarını çalışkanlığını biraz da Yıldız Kenter’e borçlu olduğunu söylüyor. “Yıldız Kenter çok  çalışkan ve hırslı bir kızdı. Benim en yakın arkadaşımdı, aynı odalarda kalırdık, biz iki parça ile sınava girersek o üç parça ile girerdi, benim de daha çok çalışmama vesile olurdu. Zaten sonunda sınıf atlayıp bizden bir yıl önce mezun oldu.”  diyerek ve hala görüştüklerini söyleyerek dostluklarını anlatıyor.

Okul yılları biter bitmez kendini Devlet Tiyatrosu’nda bulan Jale Birsel, o yıllarda kadın oyuncuların birinin eşi olması durumunda kolaylıkla kabul gördüğünü, bu nedenle kendisi gibilere hep yan rollerin veya küçük rollerin kaldığını anlatırken; “Yıldız’ın İstanbul’a gitme sebeplerinden biri budur.” diyerek belirtiyor. “O asla yan roller de kalamazdı.” Ama ben kaldım dercesine vurguladığı bu durumu şöyle bir kabullenişle aktarıyor: “ Yani oynamayıp evimde mi otursaydım? En azından sahnedeydim ve tiyatrodaydım, küçük rol demedim rollerimi bebeğim gibi sevdim ve büyüttüm, o rollerle bile çok alkış aldım.” diyerek kabullenişini ifade ediyor. Sonrasında tiyatro içinde yapılan bir evlilik, uzun ve zor bir süreç.  Bir süre sonra kızı “Drahşan” dünyaya geliyor ve işler daha da karışıyor.  Çünkü doğum esnasında Jale Birsel’in kulaklarında işitme bozukluğu ve hışırtılar duymaya sebep olan bir rahatsızlık oluşuyor. Bu gerçeği tiyatroda asla dillendirmiyor hem işinden olma korkusu hem de alaya alınma korkusu onu dudak okuyarak, suflözün işaretine bakarak oynamaya sürüklüyor. “ Oyunu tam olarak anlayana kadar aptal provalar yaptım. Yönetmenler bir algı sorunum olduğunu bile düşünmüşlerdir.” diyerek iki cümlede o hazin durumu uzatmadan kapatıyor. Zorlu evlilik yıllarına son verdiğinde ise artık tiyatronun yaralarını sardığı, kendini oyunlarıyla mutlu ettiği bir dönem başlıyor. 

Ülker Köksal’ın Sacide oyunuyla ödüller alırken, özellikle yaşlı kadın rollerinde inanılmaz başarılar kazanıyor. “Kim Turneye gitmek istemese ya da rolü küçük bulsa o rol benim olurdu. Fakat ben yine de o rolü öyle bir oynardım ki alkışımı mutlaka alırdım.” diyor. Hatta yurtdışına giderken ona verilen küçük bir rol olduğunu , oyun oynandıktan sonra basında oyunun haberi çıktığını, eleştiri yazan kişinin tüm oyundan bir paragraf bahsetmişken, onu iki-üç paragraf anlattığı için, arkadaşlarının: “Gazeteci arkadaşın mı? “ dediklerini oysa o ülkeye ilk kez gittiğini” söylüyor.

Kanaviçe rolünde genç kızı oynadığını oyunun çok beğenildiğini anlatırken, bir  gün bir söyleşide bir adamın ona çok dikkatli ve uzun uzun bakarak onu süzdüğünü gördüğünü,  birkaç gün sonra  yakın dostu Sevgi Soysal ile yolda giderken aynı adamla karşılaştıklarını ve bu adamın Salah Birsel olduğunu anlatıyor. Sokakta tanışmaktan rahatsız olduğu bu adamdan uzak durmaya çalışsa da, Kanaviçe’de kendisine âşık olan Salah Birsel, onu kazanmak için her yolu deniyor ve uzun bir dönemden sonra bunu başarıyor. Jale Birsel ikinci bir evlilik yaptıktan sonra tiyatroda çalışmaya devam etse de eşinin İstanbul’da yaşamak istemesi ve kendi işleri için bunun gerekli görülmesi zorunluluğu onu tiyatrodan ayırıp İstanbul’a itiyor.  İstanbul’daki  ufak tekliflere pek yanaşmayan Jale Birsel, artık yan rollerde oynamak istemiyordum diyerek haklı isyanını dile getiriyor.

Jale Birsel, onu izleyenlerin hayranlıkla andığı, yaşlı kadın rollerinde şaşkınlık yarattığı bilinen, sahne disipliniyle “Ben bir Carl Ebert öğrencisiyim, bunu kendime asla yakıştırmam.” diyerek  örnek olan, mütevazı bir yaşam sürmüş, tiyatroya olan sevgisine hiç ihanet etmemiş, polemiklerden uzak kalmayı tercih eden, zarif bir kişiliğe sahip aynı zamanda nüktedan ve açıksözlü olan bir  kadın oyuncu. Konuşmasında, ellerini kullanışında ve gözlerindeki ışıkta o kadar çok duygu yüklüydü ki onu izlememek ne acı diye düşünüyor insan. Oyunculukta yalınlık hep tercihi olmuş ve sahnede çirkin olmaktan hiç korkmamış, kimsenin kolu kanadı altına sığınıp mevki edinmeye çalışmamış onurlu bir kadın, Jale Birsel. Kırıldığı, haksızlığa uğradığı bir çok şey olsa da bunları unutup, güzelliklerle hayata tutunan, son derece  hoşgörülü ama gördüğünü kibarca dile getirecek kadar dürüst ve kararlı bir kadın. “kimseye karışmadım ama yanlışlara da asla olur demedim” diyen  Jale Birsel geçmişe gülümseyerek bakmayı, geçirdiği yılları bir şans saymayı tercih etmiş.  Sahnede büyük küçük  pek çok rol oynayan, son derece özenli bir  eğitim almış ve bu geleneği sürdürerek sahneye hep saygı ile yaklaşan, rollerine evlatları gibi bağlanan bir dönemin temsilcisiydi O. 

Tiyatrodan Naif Bir Kadın geçti, adı: Jale Birsel’di.

 

 

Kaynakça

Belkıs, Ö. (2015). Feminist Tiyatro. İstanbul: Mitos-Boyut.

Case, S.-E. (tarih yok). Feminizm ve Tiyatro.

Nutku, Ö. (1969). Darülbedayi’nin Elli Yılı. Ankara: Ankara Ünivrsitesi Dill Tarih Coğrafya Yayınları.

Sevinçli, E. (1990). Görüşleriyle Uygulamalarıyla Muhsin Ertuğrul. İstanbul: Arba Arştırma Yay.

Şener, S. (1998). Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Tiyatrosu. İstanbul: İş Bankası Kültür Yay.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku