Tiyatro Monobox’tan Bir “Coriolanus” Yorumu: Türkiye Bataklığından Avrupa Durağanlığına, Bir Araftalık Oyunu

Neslihan Yalman
8,3K Okunma

”Birçok insanın normal görünmek için gerçek olmayan bir dizi pozlar verdiği, bir tür gri hiçliği kabul ettiği bu dünyada, suçlu ve asker en azından bir şeye karşı ya da bir şeye taraf olma meziyetini gösteriyor. Kimin daha fazla fesatla uğraştığını söylemek zor -suçlu, asker veya biz.” 

Stanley Kubrick

‘Coriolanus’, William Shakespeare’in 17. yüzyıl döneminde yazdığı oyunlardan biri… Genellikle, diğer tragedyalarındaki gibi, siyaset, toplumsal sınıflar ve bu engellenemez tehlike arenalarının içinde ayakta kalmaya çalışan bireyi anlatıyor yazar. Ama, birey kendi aşırılığıyla da kendi sonunu hazırlıyor. Elinde olmadan…

Batı kültüründe ‘günah’ kavramı oldukça önemli… İnsanın daima günahkâr ve kusurlu olduğuna inanılıyor. Bununla beraber, bilimsel açıdan hormonların da etkisinde olan insan, evrimin çaresiz bir taşıyıcısı konumunda… Neresinden baksan programlanmış, çaresiz, aciz bir varlık… Ama, bir o kadar da maskeli… Belki, o sebeple bir insanın dehlizlerini, gelgitlerini, derinliğini ve çelişkilerini en iyi sanat yapıtları gösteriyor bize.

Tabii, Türkiye’deki sanat yapıtlarının, bilhassa tiyatro oyunlarının tek boyutluluğu, alt metin zafiyetleri de göze çarpıyor. Bunun kültürel, siyasi sebepleri çok; ama, ne yazık ki sanatsal bir karşılığı yok. Nitekim, bugün tiyatro Haluk Bilginer’in afiş fotoğrafıyla günümüzün sorunlarından bihaber olan, hele ki Türkiye gerçeklerinden bihaber olan oyun yazarı, oyuncu, yönetmen, velhasıl tiyatrocu dolu… Şiirdeki gibi, tiyatroda da ölüleri anmaktan, ünlüleri yağlamaktan, ilişkileri belediye, tiyatro kulisleri, adamcılık, partiler üstünden kurmaktan özgün bir tiyatro anlayışı oluşturamadık. Tiyatro eleştirisi deyince mesela; ya alıntılar yığını bir akademik makale ya da basın bülteni gibi yaz-yayınlat/yayımlat ‘fast food’ yazılar algılanıyor. Katıldığım bir sanat seminerinde bir sanat tarihçisi, Türkiye’de 1950’lerden beri sanatın sadece taklit olduğunu belirtmişti. Ortalığa bakın; sırf çeviri diye 21. yüzyıl bağlamından kopuk bir yığın oyun… Yugoslavya yıkılalı geçmiş yıllar yıllar, dijital para konuşuluyor; biz hâlâ neleri izliyoruz. Okan Bayülgen’in Shakespeare yorumu bize ne verebilir? En fazla geçici bir haz; sadece Bayülgen izlemek. Bizden giden sürekli onun cebine… Bir eşitsizlik, bir riya dünyası…

Bunun benzeri bir anlayış batı toplumlarındaki Türk yönetmenlerde de mevcut… Ülkeden kopup gitmişler, kültür festivallerine o toplumların değer yargılarından devşirme oyunlarla festivale geliyorlar. Çemberde fare gibi; uçak, otel, hopp geri dönüyorlar. Türk’ü bile devşirme yani… İçler acısı… 

O anlamda, konuşulacak çok şey varken; biz ölü anmaya, durmadan ama durmadan ölü anmaya, ‘Deli Dumrul’ deyince, Güngör Dilmen’den bir tık ötesine geçmemeye ant içiyoruz. Bir tiyatro programı düşünün ki, repertuvarında Haldun Taner oyunu ya da Bilgesu Erenus’tan ‘Misafir’ var. Pes artık… Senelerdir bu oyunların elli benzerini izlemekten gına geldi. Üstelik, ne projeksiyon kullanımı, ne dekor, ne yeni bir şey neyse o işte; yok. Yüksek oranda uyarılma mevcut değil. Uyuşturucu içmiş misali uyutuluyoruz tiyatroda. 

Böylesi bir sirk ve hengame içinde, –‘gerçek’ (!) Türk tiyatrosuna- gerek Türkiye’den gerek evrensel noktalardan kim iyi oyunlar kazandıracak? İzmir’de hangi oyuna gitsem, ‘ya sabır; hadi yazık yaa, ellerindeki imkânlar bu kadarmış’ diyorum. Ortalık aile tiyatrosundan geçilmiyor. Peki bizim gibi üretken yazarların, sağlam okuyucuların, iyi dramaturgların, derinlikli izleyicilerin algısına kim hitap edecek? Karartmada yıldız arıyoruz. 

Burada, bazı tiyatro insanlarının, gruplarının çabasını saygıyla karşılıyorum. Onların da sıkışmalarını anlıyorum, çünkü ben de aynı sıkışmayı yaşıyorum. Nerede gerçekten iyi, gerçekten yeni, gerçekten derin, gerçekten farklı, gerçekten deneysel bir şeyler yapmak istiyorsunuz; orada yetmiş yaşında başında saç kalmamış adam tiyatro genel sanat yönetmeni… Sanat almış interneti yanına, uçtu da uçuyor; elinde baston tutan tiyatrocu başa geliyor. Tam bir geronto-Türk siyaseti modeli… Sanat bu ülkede salt köhnemiş siyasettir! 

Burada yine 80’li yaşlarına değin dinç kalmış, yürüyüşlere katılan, politik tavrı da oyunları denli net olan bir Dario Fo’yu ve benzerlerini paranteze almak gerek… Temel sorun da bu… Sizin böylesi model sanatçılarınız yok. Neredeyse hepsi unvan, para, güç odaklı yaşıyor. Neredeyse çoğu bir şeyh gibi el etek öptürüyor. Kimi oyun sahneleyip kızlarla yatma amacı güdüyor, oyuncularıyla da yatıyor kalkıyor. Kimi de erkeklerle temasa girip rol kaparak sonra da allak bullak feminist olarak ortalarda bağırıyor. Kadını erkeği, hocası yönetmeni, tam bir cinnet hali ve sahtelik 

Nitekim, tiyatrocularınızda ne entelektüel bir derinlik, ne yüzyılı yakalayabilecek bir yenilik, ne de net ve hakiki bir politik duruş, liyakat ve etik değerler algısı yok. Aynı yönetmenler, aynı dramaturglar, aynı oyun yazarları… Deli dana gibi ipini koparan diğerine eklemleniyor. Türk tiyatrosunda bir duruş eksikliği, bir omurgasızlık hakimdir!  

O noktada, kimi sıkışmış isimleri anmak da doğru olacaktır. Yukarıda belirttiğim gibi… Örneğin; ‘Sizi Tanıyorum’ oyununu izlediğim ve oldukça etkili bulduğum M. Onur Atacan’ın İzmir’de oluşturduğu ‘Tiyatro Ansambl’Müge Saut’un ve Nevzat Süs’ün beraber yürüttükleri ve Kadıköy’de bulunan ‘Altkat Sanat’ yapılanması… Ve bu yazıda değineceğim, İzmir’de bir tiyatro mücadelesi veren Atilla Alpar’ın kurduğu ‘Tiyatro Monobox’ 

Yukarıda isimlerini zikrettiğim bu tiyatro yapılanmalarının hangi mücadeleler içinde varlık gösterdiklerini biliyorum. Ülkede tiyatro yapmak, siyasete bire bir bulaşmadan yapmak, belediye başkanlarına, devlet başkanına, ortalama bilgileriyle kültür müdürlüğü yapan adamcıklara ya da yaşını alıp, faşistleşen, acımasızlaşan tiyatroculara rağmen, gerçekten sanat yapabilmek öyle zor ki… Ülkeye bakın, yeni, etkileyici, çarpıcı, ilerlemeci hiçbir şey yok. Ya avam, ya taklit, ya göstermelik… Çünkü, Türkiye’de gerçekten sanat yok! Denildiği gibi suyunun suyu var. Pilav yapar, sahnede yersiniz artık! Yani, ben ülkede hiçbir oyuna gitmesem, bir şey kaybetmiyorum; yani bir tiyatro taşıyıcısı, bir tiyatro sever olarak… Vahimliği siz düşünün.

Saydığım bu üç tiyatro dışında, belki isimlerini zikredemediklerim de var. Anca yetişebildiğimden yahut alan, bağlam darlığından… Maalesef, bu tiyatro grupları Türk tiyatrosu yazarlarının oyunlarını oynamak yerine, genellikle herkesçe bilinen yabancı tiyatro oyun yazarlarının ya da edebiyat yazarlarının oyunlarını sahneliyorlar. Kafka, Dostoyevski, Nietszche, Shakespeare vd… Bunu özellikle seyirci çekmek ve bilet satmak adına yapıyorlar ki; daralmakta olan şu sistemde ayakta kalabilsinler. Çünkü, ortalama bir sanat takipçisi bu isimleri tanıyor. ‘Aa Shakespeare!” diyebiliyor. 

Oysa, gönül isterdi ki, ülkede herkes konum, para, yaşam sorunu olmaksızın, kendi tiyatro sürekliliği içinde yerli yazarların oyunlarını oynayabilsin. Önce kendi tiyatrosunu kalkındırsın. Ama, o yerli yazarlar da biraz daha derinlikli, alt metinleri güçlü, günümüze de hitap eden oyunlar yazabilsin. Mesela, ben İzmir’de izlediğim oyunların hiçbirinde ‘yaa bu ne vizyon kardeşim; aşmışlar’ diyemedim. Bir grup insana sahne ve oyun imkânı vermişler. ‘Birbirlerini yağlayıp, aile, akraba, belediye doluş doluş yapışarak hareket ediyorlar’ diyorum. Oyunlar izle, kaldır at rafa şeklinde… Raf diyorum saygımdan da, başka bir boşluk (!) da kastedilebilir. Tabii, o arada kişisel bağlantılarla kurulan tiyatro oluşumlarında ceplere indirilen devlet vergilerinden kesilenler, ortada akbaba gibi kana dönen sermaye yiyicileri… Düzeyi ortalamada seyreden seyirci algısı (ki, o da daha gelişmemiştir, geriliyor hatta) cabası… Çok acı değil mi? İzlediğiniz bir tane oyun, okuduğunuz bir tane metin aklınızda kalmıyor. Suya yazı yazıyor, havaya replik üflüyorlar. Birbirlerini ‘like’layıp, yıkayıp sarmalıyorlar. Çünkü, önce reel bir mücadele, ciddi bir dünya görüşü, geniş bir algı yok. Ülkemizdeki tiyatro etkinliklerine, törenlerine bakın. Ya da hiç birkaç tiyatro makalesi okudunuz mu veya eleştiri diye isim bombardımanı yazan isimleri gördünüz mü? Facia! Tiyatro okulları, sahneleri, oyunları tümü facia… 

Oyunun adı: TÜRK TİYATROSU’NDA FACİA

Bu anlamda, bir ilerleme sağlanabilir mi; sanmıyorum. Anca, mütareke döneminden alınan bir ödünçlüğü, hâlâ cumhuriyet dönemi oyunlarıyla, romanlarıyla götürürüz. Emin Alper’in ‘Kurak Günler’ filmini izlediğimde, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ından bir tık ötede bir film gördüm. Sadece, artık kamera vardı. Ama işte, onu da anlıyorum. Yukarıda saydığım ve sürekli Kafka oynayarak (defalarca farklı farklı ‘Dönüşüm’ uyarlamaları izledim) tutunmaya çalışan tiyatrocuları da… Çünkü, bataklığın içinde çiçek yetiştiremiyorsunuz. Anında sizi içine çekiyorlar. Entelektüel derinliğin sıfır noktasında olduğu, basireti bağlanmış bir alanda aklımızı korumaya gayret ediyoruz. 

Böylesi ‘kurak günlerden’ sene 2023’te de -hâlâ- geçerken; kendi dünya görüşünü oyunlarda bire bir yansıtan; Strindberg, Shakespeare gibi yazarlardan da oyunlar oynayan Atilla Alpar’ın İzmir’de kurduğu ve ‘black box’ olarak bir oda tiyatrosu şeklinde ilerleyen ‘Tiyatro Monobox’ adlı mekânı büyük önem taşıyor. Alpar, tek başına yel değirmenlerine karşı mücadele verircesine, sürekli oyunlar sahneliyor. Tiyatro üstüne düşünüyor, emek veriyor, yeni bir şeylerin peşinden gitmeye gayret ediyor. Ama, haklı olarak da öfkeleniyor. İzmir’de Şehir Tiyatroları’na usulsüz oyuncu alımının mahkemeyle ispat edildiği yerde, neden herkes başını kuma gömüyor, yağ çekmeye devam ediyor; sonra da aman iktidar faşist, aman iktidar demokratik değil, hileci diye bas bas bağırıyor diyor. Kendi adaletsizliklerini gizlemek için… Kimsede ne açıklama, ne özür, ne istifa… Hiç bir harekete girmiyorlar. Korkularından kulislerde mum gibi dikilip, iki dedikoduyla psikolojilerini de üç kuruşa satıyorlar, ruhlarını kiralıyorlar. Sanat tutkularını… Pişkince hem suçlu hem güçlü gibi ortalarda özgür sanat, yeni sanat, demokrasi, adalet diye de en çok onlar ahkâm kesiyor. Bir düşman yaratıp, kendi şeytanlıklarını örtbas ediyorlar. Bu durum buranın anca koca bir akıl hastanesi olduğunun göstergesidir. İçi boş özgüvenlerin ortalarda cirit atıp, poz verdiği… 

Tüm bu gelişmelerin ışığında, yine de kendini yetiştirmekten, özgürlüğü aramaktan yılmıyor Alpar. Belki, yorgunluğundan olacaktır ki, seçtiği oyun metinleri de genellikle bu insanlık dramlarına vurgu yapıyor. O yönde, ‘Coriolanus’ oyununu da seçmesi anlam taşıyor. Oyun, annesiyle, eşiyle ve Roma’yla, kendi inadı arasında kalan bir komutan olan Coriolanus’u anlatıyor. Aşırılığının inatçılığı mı olduğunu söylemeli yahut her yerde her koşula göre aynı dürüstlüğü taşıması mı; bunlar tartışılabilir. Nitekim, zaten hubris sendromu denilen durumun da daha çok; çekici, ikna edici, güçlü görünen, dışarıdaki temsiline önem veren, özgüvenli görünen kişilerde sıkça olduğu görülüyor. Hatta, narsist kişilik bozukluğu olan bireylerin de bu sendromdan muzdarip olduğu görülüyor. Bununla beraber, hubrise kapılan kişilerin en önemli özelliklerinin nasihat dinlememeleri, fikir almamaları, dönem-durum-olaylar değişse de, bildiklerinde ısrar etmeleri olduğu görülüyor. Nitekim, bir askerin, bir komutanın da böylesi bir tavra bürünmesi normal geliyor. Çünkü, insanlar bilhassa meslekleriyle varlık gösterdikleri için, bugünün gösteri toplumunda da benzer durumlar hasıl oluyor. Shakespeare de o dönemde bunu görmüş olacak ki, oyunu yazma ihtiyacı duyuyor. Lakin, günümüzde gerek sosyal medya etkisi, gerek çelişkilerin sanal kimlik de dahil daha farklı seyretmesi bağlamında, Shakespeare’i yahut onun yazdığı tragedya kahramanlarını (özellikle, komutan, asker, soylu) aşmak gerektiğine de inanıyorum. 

O sebeple, Shakespeare yorumlarının da artık daha üst bir kalibrede yorumlanması, oyunlarına ciddi dramaturjik çalışmalar yapılması inancını taşıyorum. Velhasıl, tabii ki de artık, Shakespeare, Moliere, Shaw, Brecht, Gogol, Dario Fo vb. gibi isimler de aşılarak, daha farklı oyun yazarlarına ve farklı oyunlara yönelmek lazım… Hele ki, Türkiye’de ‘’ciddi’’ suretle bir oyun yazarlığı eğitiminin verilmesi ve entelektüel düzlemde iyi oyunların yazılması şart… Entelektüel eğitmenlerin de desteğiyle… Buradaki nüans mühim… 

Durmadan, ağlamaklı mübadele oyunları… Ortalık Marika karakterlerinden geçilmiyor. Durmadan 1980 dönemi şablon oyunları… Cahide Sonku‘Oyunun Oyunu’ tavşanın suyu… Yedi Kocalı Şerbet… Acıların çocukları olarak doğan fahişelerin ve zennelerin dramları… Kadınların yedikleri dayakları ağlayarak anlatmaları… Arka sokak, Metin Kaçan ‘Ağır Roman’ taklitleri… Ruhi Bey’in hayaletleri… Ya da Bayülgen’lerden, Bilginer’lerden, Yavrucuk’lardan,… Haldun Taner’lerden ve Taner taklitlerinden örülmüş bir ağın içinde debelenmek… Yoruyor artık aynı oyunların farklı versiyonları.  

Onca oyun izlemiş, birçok oyun yazmış, oyunlar hakkında onlarca inceleme de yayımlamış biri olarak, artık cidden yaşadığım dönemin gidişatına vurgu yapan, alt yapısı kültürel, otantik ve evrensel anlamda da sağlam çalışmalar izlemeyi arzuluyorum. Katharsisten başım tavana değsin, öleyim yani. Dolayısıyla, artık maalesef Shakespeare de beni kesmiyor; oyun metinlerini defalarca okumama rağmen. Nazım diliyle yaratılan o geniş atmosferin etkisine kapılma oranım da günümüz şartlarında gitgide değişiyor. Öyle ki, artık Shakespeare de, Hamlet de, Medea da eskiyor. 

Yine de, Türkiye’de Shakespeare’in fazla öne çıkan oyunlarından biri olmayan ‘Coriolanus Tragedyası’nın uyarlamasını izlemek önemli bir deneyim… En azından İzmir’de… Ara ara İstanbul’a gidip gelen, oradaki kimi oyunları da izleyen biri olarak, İzmir’deki çoğu eksiklik de ayrıca gözüme çarpıyor. Paradoksal olarak, İstanbul’daki fazlalık, aşınmışlık ve tıkanmışlık da… Özellikle, İzmir’deki oda tiyatrosu, gerçek bir ‘black box’ sahne ihtiyacı da… Hatta, genel sahne ihtiyacı da… İzmir’de bir tane bile doğru dürüst çerçeve sahne yok, bilhassa tiyatro için. Ya söyleşi, ya konser için ayarlanmış; görüntüsü, yüksekliği, ses sistemi kötü yığınla sanat, kültür, belediye merkezi… İzmir’in bir estetik algısı yok!

Bu eksiklere rağmen, yine de bir işhanı içinde, küçük bir alanda ‘Tiyatro Monobox’tan ‘Coriolanus’u izlemek seyirciyi etkileyebiliyor. Bir kere, alan darlığı, kişilerin oyuncuyla bire bir yüz yüzeliği çarpıcı bir etkileşim sağlıyor. Zorlu Performans’ların, İKSV’lerin koca koca açık alan, süslü hava civa sahnelerinden bahsetmiyoruz. Onlar da olacak da; doğru oyunlarla, doğru sahneleme teknikleriyle… Maalesef, oralarda da paralar, ulusal uluslararası isimler döndüğü için, çok etkili eserler izleyemiyorsunuz. Kendi kendini tatmin aracı olarak şov deseniz amenna… Ama, sanat önce bir meta aracı değil, bir hakikattir. Prodüksiyon ne denli büyürse, hakikat de o denli küçülüyor. Brecht’in imlediği çekiçtir sanat/tiyatro, kredi kartı çipi değil. 21. yüzyılda olsak da… O kadim arayış, o ritüelistik ihtiyaç değişmiyor. Ama, tabii ki yüzyılın getirdiği kimi gerekliliklerle mitik algılara çağrışım da şekilleniyor. 

Nitekim, ciddi bir ‘black box’ tiyatroda ise; yüzümüze telefon-sosyal medya, bilgisayar ekranı denli çarpan bir sınırdan ve alan darlığından bahsediyoruz. Ki, bu sıkışmışlık insan ruhunun sıkışmışlığına da vurgu yapıyor. ‘Tiyatro Monobox’ı da öyle değerlendiriyorum.

Atilla Alpar, sosyal gelişmelere duyarlı biri… Kimi yerde katılalım katılmayalım, kendine has bir duruşu, bir dünya görüşü var. Tiyatrosunun bir temeli var. Tabii ki, onun da bir nevi ortaklıklara, esnekliklere ihtiyacı var. Lakin, etraf öylesine sahteleşip, yapaylaştı ki; doğru bir birliktelik, maddi manevi dirayet gücü de gitgide zorlaşıyor. Olaya bu açıdan da bakmak gerekli…

‘Coriolanus’ oyunu da, su ve buğday yetersizliği üstünden bir temel kazınarak başlıyor. Halkın çaresizliği, yalakalığı ve vahşiliği karşısında, bu gelgitlere köpüren bir komutanın kimi yerlerde kendini esnetememesini ele alıyor. Coriolanus adlı bu komutan diğer konsül üyeleri gibi orta yolu bulamıyor, yalan söyleyemiyor. Retoriğin üç temel ilkesini; logos (mantık), ethos (etik) ve pathos (empati) dengeli şekilde kullanamıyor ki… Halk gibi bilhassa pathos’a kapılan ve duygusal iniş çıkışları bulunan bir kitleyi de kontrol edemiyor. Sadece en iyi bildiği şeyi, savaşmayı becerirken; insan doğasının diğer ihtiyaçlarını da gözardı ediyor. İnsan olduğunu unutuyor. Hiddeti fikirlerini filtrelemeden söylemesinden kaynaklanıyor. Veya fikirlerini filtrelemeden söylediği için hiddetleniyor. Hiçbir noktada sakin kalamıyor. 

Alpar, bu oyunu iki kişilik bir alana indirgeyerek, Marcius Coriolanus ile Tullus Aufidius arasında geçiriyor. Bu ikilik; ulus devlet, resmî tarih algısı, özerk gruplar, farklı etnik yapılanmalar ekseninde de ayrı bir alt metin biçiminde ilgi çekiyor. Volkslar’ı temsil eden Aufidius, kadim bir İtalyan kabilesinden geliyor. Roma ise, devletin tamamını teşkil ederken; Coriolanus da Roma’yı temsil ediyor. Oyunda, geçmişte Roma-Volks savaşları diye geçen yüzyıllar sürmüş çekişmelerin yansımaları iki farklı komutan üstünden görülüyor. Ama, ikisi de aynı nefreti sürdürüyor. 

Alpar, suyun önemine atfen (ki, yakın gelecekte bizi de su ve yiyecek kıtlığı bekliyor), fotoğraf sanatçısı Antonis Makrydimitris’in ‘Kutsal Su’ sergisini de oyunla birlikte eşzamanlı şekilde seyircinin algısına sunuyor. ‘Kutsal Su’ temalı fotoğraflardan geçilerek, sahnede ‘Coriolanus’ izlendiği gibi; disiplinlerarası bir ortaklığa da imza atılıyor. Afiş tasarımında da yine Makrydimitris’in desteği görülüyor. Afiş, adeta bir sinema filmine girileceği imajı da çiziyor. 

Aslında, Alpar’ın ‘Coriolanus’ yorumu, tiyatroya dair olanla sinemaya dair olanı bir araya getiriyor. Seyircinin tam arkasından yansıtılan ses efektleri, iki kişilik karşılaşmalar, bölümler arası hızlı geçişler, tek perdelik sinemasal bir anlayışı hakim kılıyor. Oyun postdramatik bir yorumla, daha çok fiziksel aksiyona, metnin daha dar bir prototipine dönüşüyor. Tabii ki, bu anlayışta da metnin nasıl yorumlandığı önem taşıyor. Alpar, Coriolanus’un ailesiyle, özellikle annesiyle ilişkisini geride bırakarak, oyunu iki komutanın karşılaştığı güç odaklı bir atmosfere taşıyor. İki erkeğin, iki ilkelin karşılaşması izleniyor. 

Ali Karadağ’ın Aufidus yorumu da göz dolduruyor. Sanırız kendisi savunma sporlarıyla uğraştığı için de olacak; o fiziksel aksiyonların kıvraklığını sahnede fark edebiliyorsunuz. Bununla beraber, haberci niteliğinde kullanılan ve sahneye günlük kostümüyle giren Billur Ergenç’in de bir kadın olarak varlığı dikkat çekiyor. Bu durum bir çeşit yabancılaşma etkisi sağlıyor. 

İki askerin, iki komutanın dövüştüğü, restleştiği sinemasal bir geçişler zinciri izliyorsunuz. Bu noktada, oyunun yönetmeni ve başrol oyuncusu olan Atilla Alpar’ın, Ralph Fiennes yönetmenliğindeki ‘Koryalanus Faciası’ filminden de etkilendiğini düşünüyorum. Fiennes de orada hem başrol oyuncusu, hem de yönetmen koltuğunda oturuyor. Adeta belgesel niteliğinde, epik anlatıların ağırlık bastığı bir film meydana getiriyor. Orada 90’larda geçen bir hikâyede, kimi noktalarda Shakespeare’in klasik şiirsel dil örgüsü, replikleri kullanılıyor. Oyun, Roma üstünden gitse de, sanki 90’ların tek kutuplu dünya algısının yıkılışına işaret ederken; Volkslar’ın lideri üstünden yeni bir dünya düzeninin de geldiğini, artık tekil bir anlayışla dünyanın okunamayacağını imliyor. Lakin, o tekilliğin de belli oranda kullanılmaması dahilinde, dünyanın paramparça olacağının da sinyalini veriyor. 

Koryalanus Faciası Film Afişi

Fiennes, filmde halkı temsil anlamında, Birinci Yurttaş’ı bir kadın olarak tasarlıyor. O kadın kimi yerde filmin anlatıcı sesi şeklinde de araya giriyor. Tabii ki, Fiennes bir İngiliz oyuncu olduğu içindir ki, kendi kültürel algısıyla, Cominius adlı generali zenci bir oyuncuyla özdeşleştiriyor. Shakespeare’in anavatanından çıkan bir yönetmen ve oyuncu, belli İngiliz kalıplarıyla oyunu sinemada dünyaya bakışıyla yeniden yorumluyor. Bu İngiliz kalıplarının da nereye kadar aynı şiddetle gideceği meçhul… Ki, batı tiyatrosu, Avrupa tiyatrosu da ayrı bir ‘yerinde saymaklık’ yaşıyor. Mesela, her oyunda ana ya da karşıt karakter zenci oluyor. Bırakın ilerlemeden ötürü gelen bir yerinde saymaklığı, daha gerçekten ilerleyemeyen bir Türkiye’de, bu ve benzeri durumların nasıl olabileceğini de düşündürüyor. Mesela, bir Volks’un karşılığının Türkiye’de hangi etnik kimlikten, hangi görüşten birilerini temsil ettiği? Mesela, mekân Roma olsa da, ülkemizin kültürel alt yapısının nerelerde görüldüğü? Gibi konular da dikkat çekiyor. ‘Coriolanus’ nasıl yerelleştirilebilirdi? 

Alpar, replik tasarrufuna giderken, oyun metniyle sinema filmi arasında bir yerde konumlanıyor. Oyunda, halkın makarna ve kömür üstünden ucuza meylettiğine, muhtaç olduğuna dair de Türkiye’den bir tespit ekliyor. Konsülü daha çok, Türkiye’deki masonik göndermelere atfen taktığı bir madalyonla ortaya koyuyor. Bütün Türk tarihinin, belki de tiyatro tarihinin bu beyaz Türkler ve masonik ilişkiler üstünden de çerçevelendiğine dikkat çekiyor. 

Alpar’ın ‘tragedya’ ve ‘facia’ ifadelerini dışarıda bırakarak, sadece ‘Coirolanus’ adıyla çıkarttığı oyunun sonu da, gerek asıl metinden gerek sinema filminden farklılık taşıyor. Sinema filmi metne sadık kalırken, Alpar kendi sanatsal yorumunu -tabii, tiyatronun da sunduğu imkânlarla- başka bir yere taşıyor. Sürpriz sonuyla beraber, ‘Tiyatro Monobox’tan değişik ve minimal bir yorum izleniyor. Alpar, kendi dünyasından damıttığı ve Türkiye perspektifinden baktığı görüşünü, bilhassa halka ve konsüle duyulan öfkeyi arttırarak gösteriyor. Finalde, çaresizlik taşıyan uzlaşmazlığı ölümün herkes için kaçınılmazlığıyla birleştiriyor. 

NESLİHAN YALMAN

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku