Nevzat Süs yazdı: “Shakespeare, Salgın ve Biz”

editor
2,4K Okunma

Shakespearae, ideallerinin peşinde Stanfort’tan kalkıp Londra’ya geldiğinde henüz yirmi yaşına yeni girmişti. Londra o dönemler 200 bin nüfusa sahipken ticaretin ve sosyal hayatın en canlı yerlerinden biriydi. İngiltere’nin başkenti olmasının yanında kraliyetin en önemli sarayları da oradaydı.

1587’nin ortalarında Londra’da on civarında tiyatro vardı ve en küçüğü iki bin seyirci kapasiteliydi. Haftanın altı günü bu tiyatrolarda oyunlar oynanıyordu ve tiyatrolar Londra’nın kenar mahallelerinde genelevlerin, batakhanelerin olduğu yerlerde olmasına karşın dolup taşıyordu. Shakespeare içindeki yaratma coşkusuyla karısını ve iki çocuğunu geride bırakıp buralara gelmişti, artık Londra’daydı.

Shakespeare gençliğin verdiği ateşle kendini ifade kanalları ararken karşısına aşılmaz bir duvar olarak Christopher Marlowe çıkıyordu. Marlow heceli yazının defterini dürmüş serbest vezinle harikalar yaratıyordu. Üstelik babası avam tabakadan olmasına karşın Cambridgede okumuş bir mektepliydi. Shakespeare’in elinde tek bir şeyi vardı; dehası!

Shakespeare yıllarını oyunculuk yaparak geçirir, tiyatronun işleyişine dair birçok şey görür. İlk yazma denemelerinden sonra “eğitimsiz bir türedi karga” olarak alay edilir. Çünkü en büyük rakibi Marlow’dur. Shakespeare’in yazdığı oyunlar birer birer seyircinin karşısına çıkınca onun dehası da ortaya çıkar. Gerisini biliyorsunuz zaten.

Shakespeare’in çağdaşları gibi onun da en büyük şansı, ortaçağ karanlığının bitmiş, Elizabeth dönemi yeni kurumların ve politikaların ortaya çıkmış olması diyebiliriz. Elizabeth dönemi bu genç yazarlar için bir kaldıraç görevi görmüştür. Hatta yer yer saray eleştirisi bile yapabiliyordu. İçinde bulunulan görece özgürlük ortamı okuma yazma oranlarını arttırdığı gibi tiyatronun daha fazla seyirci kazanmasına neden olmuştur. Ortaçağın o insanı yok sayan cehalet dönemi sona ermiştir. Ya da biz öyle sanıyoruz!

Shakespeare’in yaşadığı yıllarda Elizabeth dönemine karşı çıkan bir Protestan tarikatı olan püritenlerin hedefinde tiyatrolar vardı. Başlarına gelen tüm felaketlerin müsebbibi tiyatrolardı. Veba salgınlarının baş sorumlusu insanların ruhunu arındıran tiyatrolardı. Püritanlar her yerde bunu vaaz ediyorlar, toplumun tiyatrodan uzak kalmasını salık veriyorlardı. Nitekim çabalar işe yarıyor ve püritanlar 1642 yılında tiyatroları kapatıyorlardı.

Covid-19 Aralık ayında Çin’de ortaya çıktığında uzaktan sessiz sedasız izliyorduk olanları. Virüs insanların canını alıyor, neyse ki bizde yok deyip geçiyorduk. Çin’in on günde hastane inşa ettiklerinde şaşıp kalacaktık ki virüs Avrupa’ya sıçrıyordu. Bize virüs işlemezdi, biz her sabah pekmez içiyorduk çünkü hiçbir virüs ve bakteri pekmez sevmezdi. Üzüm pekmezinin mi yoksa keçiboynuzu pekmezinin mi daha etkili olduğu konusunda görüşler muhtelif.

Biz şaşıp kalırken İtalya, İspanya, Almanya gibi ülkelerde ilk vakalar ve ilk ölümler gerçekleşti. Sonunda Virüs pekmezi de teslim alıp Avrupa ve Suudi Arabistan üzerinden ülkemize pasaportsuz giriş yaptı. O an hiçbir yöneticinin aralık ayından beri insanları kırıp geçiren Covid-19’a dair bir planının olmadığını anladık.

Hemen tiyatro ve kültür sanat etkinliklerini durduralım ki ele güne karşı zevahiri kurtaralım diye akıllara geldi. Ülkemizin geleceği çocukları korumasak da olur neme lazım okullar devam etsin. Futbol? Zaten fanatik onlar, tribünde bir iki içlerindeki ekşiyi kusarlar virüs falan hak getire. AVM? Sinema?

Tıpkı Elizabeth dönemi gibi diyeceğim Shakespeare mezarından çıkıp pekmeze bulayacak suratımızı…

Neyse ki bağımsız tiyatrolar toplum sağlığını gözeterek kendi istekleriyle tüm oyunların gösterimlerini birer birer durdurdular. Sonrasında topyekûn yasak geldi… Yöneticilerin akıllarına çocuklar, yaşlılar ve çalışanlar gelmezken tiyatronun geliyor olması bana ilginç gelmiyor aslında. Kadın oyuncuların vesika ile sahneye çıkabildiği, oyuncular herhangi bir tiyatroda oynadıklarını karakola bildirmek zorunda olduğu bir tarihten geliyoruz. ‘oyuncuların sır saklayamayıp gerçeği olduğu gibi söyledikleri’ bir ortamda tabi ki okulları durdurmayacak tiyatroları durduracaklardı. Bu bilinçaltının bir tezahürü ya da arketip bir refleks mi? Ya da tiyatro sanatının eleştirel, aydınlanmacı tavrında mı aramalıyız? Belki de hepimiz birer soytarıyız, dilimizin kemiği yok. Belki de ayak bağıyız. Amaaann bir de ‘bunlar’ var şimdi!!

Bir toplumdan sanatı çıkardığınızda elimizde sadece biat eden özgül ağırlığının bir değerli olmayan insanlar sürüsü olur. Böyle toplumlar var günümüzde, uzayda aramayalım. Sanatçı kendine toplum içinde bir rol biçmez, tersine sanat aklının kendisi, toplumu değiştirip dönüştürmek muhteviyatı gereğidir. Maalesef hiçbir seçilmiş ya da zorla gelmiş yönetici kurulu düzeninin değişmesini istemez. Artık Elizabeth çağında değiliz, hayal görmeyin(!)

Popüler siyasetin tebaası olmayan sanatçılara elbette bu eleştirel tavrıyla sahip çıkmak başka bir aklın ürünü olabilir. Siyasetçi yaptığı eylemin sorgulanabilir olduğunu kavradığında başka bir aşamaya da geçmiş olacağız. Yaklaşık yirmi yıldır ülkeyi yöneten aklın despotluğunu bir virüs gibi toplumun birçok kesimine sıçradığını sadece sanatçılar görmüyordur her halde. Astığı astık kestiği kestik öttürdüğüm düdük cahiliyesi, salt ağzından çıkanın doğru olduğuna inanan, gerçekliğin öneminin olmadığı bir toplum olduğumuzun farkına varırız umarım.

Salgın sonrası Tiyatro Kooperatifi yüzün üzerinde tiyatro ile görüşerek kültür bakanlığına talepler listesi sundu. Amaç salgın süresince ve salgında sonra ortaya çıkacak tahribatı önlemek. Bu salgının insan sağlığının dışında toplumsal etkileri de olacaktır hiç kuşkusuz. Tiyatro sanatı gerek izleyicisi gerek oyuncusuyla bir aradalıkla sağlanan bir sanat türüdür. Bu ayakları yok ettiğinizde zaten ortada tiyatro da kalmayacaktır. İnsanların bir araya gelmesini engelleyen, örgütlenmeyi ve kolektif üretimi zararlı gören bir yönetim anlayışının ekmeğine yağ sürecektir bu durum. Yaşanan her olumsuz durumdan kendine alan açan verili siyaset bu durumu da es geçeceğini düşünmüyorum.

Salgın tüm tiyatrolara gösterdi ki hepimiz pamuk ipliğiyle ancak durabiliyoruz. Bir arada durarak ve birlikte fikir yürütüp, birlikte eğleyerek ipliğimizi sicime dönüştürebiliriz. Hamlet’in dediği gibi;

Olmak ya da olmamak…

NEVZAT SÜS

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku