Müge Saut yazdı: “Ten ve Beden”

Müge Saut

Tiyatronun sessiz “adamlarına”…

İnsanın kişisel yolculuğu kendini bulma serüvenidir. Bunu birçoğumuz düşünmüş ve varlığımızın sancılarını keşfetmek adına arayışa girmişizdir. Yeniyi deneme merakı, zevk aldığımız yanların keşfi henüz çocuk yaşlarda başlar. Saf halde oyun oynama ve iletişimde olduğun çevreyle kurduğun bağ ve güveni geliştirir, duygularımızın, yani ne hissettiğimizin şu fani bedeni doyurduğunu anlarız ya da tersini mutlaka yaşarız. Koca bir yaşama savaşı başlar. Hayatta kalma sancısı da cabası. Kavramlarla tanışılmış, toplumsal değerler öğretilmiştir artık. Büyüyüp olgunlaştıkça aile, çevre gibi bilincimizi, karakterimizi, kişiliğimizi, kimliğimizi oluşturan ilişkiler hayat boyu etkisinde kalacağımız, bizi belirleyen modellemelere dönüşmüştür. İdeallerimiz, toplumdaki davranışlarımız, değerler ve istekler yaşamı biçimlemeye başlar. Biçimlenen yaşamla, yaşadığımız dünyayı kavramaya “tabi eğer kişinin hayatla ve kendiyle bir derdi varsa” temas etmeye başlıyoruz. 

Dünya yörüngesinden şaştı. İnsan da zeminini yitirdi. Ukala bir şekilde mesafeler yaratıyoruz zaman zaman. Günümüzde sanat, herhangi bir ticari işletme gibi yüceltildikçe (Bunu koşullar yarattı desek de kişinin kendi tercihidir ve irade olmadan sanat da olamaz) tüketim nesneleri haline dönüştürüldü. Görünen o ki, sanatla ilgisi olmayan bireysel fanteziler kolaylıkla sanat tanımıyla karşı karşıya kaldı. Yani yine bakakaldık giden geminin ardından. 

Bakmak nedir? Bilmekten, eylemekten kopmaktır. Hastalıklı bir durumdur. Etken olmak ne mümkündür bu bakmak hastalığına yakalanırsak. Doğal olarak yaşadığın gerçeklik algısı da tartışmalı bir konudur. İnsanların veya kurumun görünüşü (Bu bir mekân da olabilir, kişi ya da oyundaki bir karakter), saygınlığı bizi etkiledikçe kendini burada görmekle başlayan ve onunla özdeşleştiren kişilerin empati kurması ve onun esiri olup sersemleşmesi tiyatro sanatına aykırıdır. Aklın unutulduğu yerde sersemlik kolay filizlenir. 

Dış dünyayı algılarken elbette yaşamsal deneyimler, geçmiş (anılar), alışkanlıklarımız; değerlerimizi oluşturur ve değerlendirmemizi sağlar. İnsani değerler nedir; ahlak, hoşgörü, özgürlük, dostluk, saygı, sevgi, özgüven, adalet ve daha birçok şeyin değeridir. Hayatta yaşadığımız bir sorunu anlamaya çalışırken sezgisellik de işin içindedir. Sorunun içerdiği anlam her birey için elbette farklı olacaktır. Burada kişi, yukardaki tanımları belli bir bilinçlilik hali ile yani uyanık olma, uyaranlara tepki verme yeteneğini, dikkat ve farkındalıkla pratiğe dökebilme becerisini taşımalıdır.  

Bildiğimiz bir söz de, insan sosyal bir varlıktır. Bunun için insanlarla temas etmeyi severiz. Kimi grup çalışmalarına katılarak hem kendimizi geliştirmek ister hem de insanlarla ilişkilerimizi güçlendirmek için çaba sarf ederiz. Gündelik ve alışılmış olanı yıkma cesaretini göstermek için uğraşırız. Elbette bu önemlidir. Bir diğer taraftan birey, toplumda kanıksanmış cinsiyet normları, ilişkiler ya da rollere uymadığında genellikle ya ayrımcı uygulamalar veya sosyal dışlanmayla karşı karşıya kalır ya da damgalanmaya maruz bırakılırız. Grup içerisinde bir gerçekliği düşündüğümüzde, dilin yansıttığı, temsil ettiği şeylerin kurulu ve sabit bir düzeni nasıl gerçekleştirdiği, dünyaya ilişkin anlam olanaklarını nasıl yaşattığı önemli bir sorudur. 

İyi bir ekip deyince aklımıza gelen şey; grubu oluşturan üyelerin hayata geçirdiği davranışların vücut bulmuş halidir. Bir sanat biçiminin gerçekleştirdiği yapıt ya da bir atölye çalışması da diyebiliriz, toplumla iletişim kurmanın özgün ifadesidir. Hem beden hem de mekân yasasını aşmış bir süreci tarif edebilir. 

Tiyatro özelinde bir grup olma, oyuncuyu eğitmek, dışa açık profesyonel atölyeler düzenlemek üzerinden değerlendirdiğimizde ise, en küçük kaslar da dâhil doğal hareket edebilen yani özgürce kendiyle, yaşamla, düşünceleriyle sağlıklı iletişim kurabilen bireylerin bir araya gelebildiği bir ortam olarak düşünmemizi sağlayabilir. Beden, zihin, iç-dış farkındalık ve elbette iletişim konusunda da gelişkindir. 

Bu tarz düşünme biçimi, bir takım modelleme, statü, kişi kurum vb. hiçbir şeyi yüceltmez, günümüzü analiz ederken yozlaşan toplumu çözümler, insanın iç dünyasını görünür kılmak için yeni bir dil yaratma uğraşı içerisindedir. 

Eğitmen kişi saflığı ve farkındalığını korumuşsa, (Bunu da ancak birlikte, yüz yüze, yanyana üretirken anlayabiliriz, duyduklarımız belirlememelidir) eğitim almak isteyen kişiyle doğru bir düzlemde iletişim kurabilir. Eğitimci bildiği bir konuyu dil yaratma cilası ile birine yutturmak için çabalamaz. Kişiyi geliştiriyor mu, bilinçte nasıl bir etkisi oluyor, duygu ve ruh durumu gibi birçok çözümleme ve sağlıklı iletişimle mümkündür… Geri bildirim önemlidir.  

Örneğimizi yine tiyatroda oyunculuk konusuna indirgeyelim; elbette omurga bedenin yaşamsal enerjisidir ve tıpkı bir ağaca benzer. Şimdiki andan başlayarak yürüdüğün kendini aşma meselesi uzun zaman, emek isteyen bir çalışmadır. Şimdiden (An’da kalarak) başlayan bu çalışmalarla eski ve bilinçaltına doğru yürüme becerisi gelişecektir. Kendimize dokunurken bile kendimize izin vermek gerektiğini biliriz. Eğer çözmek istediğimiz bir sorunumuzu biliyor ve süreci aşmak istiyorsak “bilerek ve isteyerek” yani bilinçle kişi tanımlar ve çözmek için çaba sarf eder.  Ve ayrıca her bedene ulaşmak ayrı bir yol çalışmasıyla mümkündür. Çünkü siz de bilirsiniz ki kişiliğimiz ve karakterimiz farklıdır. Bazen aynı çalışma bir başkası için trajik bir yara olarak gün yüzüne çıkabilir. Hazır hissetmiyor olabilir. Eğitmen bunu anlamakla yükümlüdür.       

Örneğin Eric Morris’in gönülsüzlük çalışması geliyor aklıma. Öncelikle nasıl bir çalışmadır kısaca bahsetmek isterim. Bir gönülsüzlük alıştırması, rahatsızlık hissettiğiniz herhangi bir şeyin ifade edilmesidir. Grup içerisinde söylemesi zor olan, utandığınız, korktuğunuz, tutuk olduğunuz şeylerin ifadesidir. Yani oyunculuk eğitiminin bir parçasıdır. İnsanların düzenli olarak buluşmadığı ya da birbirini tanımadığı ortam ya da gruplarda kullanılmaması gerektiğini belirtir. Çünkü uzun soluklu yapılması yönünde uyarır. Başkasının haklarına tecavüz etmemek önemlidir, sorumluluk sahibi bir eğitmenle birlikte yürütülmesi gerektiğini söyler.

Oyunculukta vücut, yaratıcı kişiliğe engel oluşturmamalıdır. Elbette vücut esnek olmalı, ruhsal olarak direniş de göstermemelidir. Fakat bu çalışmalar yıllarca bir takım teknikler üzerinden yürütülen çalışmalar sonucu oluşturulmuştur. Aşkınlık düzeyine çıkmak için kendimizi algılama biçimimiz, düzey ve içerden kendine bakmanın farkındalıkla değişime uğramış olması gereklidir. 

Bedene bakış, toplumsal ve kültürel yapı tarafından kurulan algı üzerinden görünür olur. Günümüzde yaşadıklarımızı düşündüğümüzde büyük korkular, değersizleşme, tehditler, özgür hissetmeme vb birçok sorunla karşı karşıyayız. Davranışlarımız maalesef çevre tarafından belirlenmekte. Şimdiye baktığımızda gelişkin bir toplumdan bahsedemiyoruz. Kurulu düzen, kendi dışında olan herkesle savaşır halde ilerliyor. Yozlaşmış ve çürümüş kurumlarla karşı karşıyayız. Bırakın insan olmayı doğasından bile söz edemez durumdayız. Yine de vicdanımız var ve bozuk dengenin farkındayız. Değer yargılarımızı sorguluyor ve yaşamı anlamlı kılmanın yollarını arıyoruz. 

Kültürün yarattığı mahremiyet alanlarımızın da değiştiğini gözlemliyoruz. Teknoloji geliştikçe kendimizi gösterme biçimimiz de değişmeye başladı. Mahremiyet alanımızı kaybettik. “Gelişen sosyal ağlar, yaratılan sanal ortamlar” paketlenmiş kimlik sorunlarını maalesef ortalığa saçtı. Bireyin değerleri, yaşam tarzı yeniden şekillendi. Kişisel alanlarımızın, sınırlarımızın ne kadar farkındayız? 

Bir başka mahrem örneği olarak mekânı düşünebiliriz. Mekân; eylemlerimize şekil veren alanlardır. Dışarısı eviniz değildir. Bir de elbette şöyle bir durum var ki; dış dünyadan yalıtarak, çeşitli ışık oyunlarıyla bir atmosfer yaratmak, kişiyi tüm mahrem alanlarının ortadan kaldırılmasına yardımcı olan bir unsur olarak düşünebiliriz. Fakat tiyatro tekniklerinin bireysel bir fanteziye dönüştürülmesi ve pragmatist bir anlayışla uygulamak düşük zekâdan çok içinde yaşadığımız egemen düşüncenin bu alanda dışa vurulmuş biçimidir! 

Oyunculuk sanatının bedensel performansa dayanması anlamında ülkemiz için yeni sayılabilecek 25-30 yılı geride bıraktığımız şu zamanlarda, bir oyunculuk neslinin de değişmesi gerekti. Yoksunluğumuz bizi her oluşumun içine atlamaya zorladı. Üstelik bunu kendi bilincimizle değil başkalarının öngörüleriyle yani kulaktan dolma bilgilerle yaptık. Yücelttik! Kendi aklımızın olanaklarından yararlanmak yerine peşin hükümler kültürel birer olgu haline dönüştü. Oyuncunun eğitmene ya da yönetmene teslimiyet olgusunu yanlış ellere sunduk ve gencecik insanların onurlarına saldırının yolunu açtık. Şimdi bunda kimin payı varsa en çok kendi hesabını kendi eliyle de kesmek zorundadır. 

Tiyatroda “fiziksel mahremiyet”in karşılıklı saygı ve onay çerçevesinde, bilinçlilik hali oluşturularak gerçekleşmesi gereklidir. Sosyal ya da psikolojik mahremiyet için de geçerlidir. Hiç kimse manipülasyona uğramamalı, bir şeye zorla ikna edilmemeli, duygusal girdi çıktılar tartılmalıdır. 

Tiyatro; kişinin tabu ve yargıları aşmak, farkındalıkları arama-ortaya çıkarmak için yoğun çaba gösterdiği ve çalışmaları etüt ettiği yolda olma sürecidir. Eğitim veren ya da alan kişinin bu yol içerisinde birbirlerine sağlıklı geri bildirim yaparak çalışmayı yürütmesi gereklidir. Yıllarca bu alanda çalışmalar yapmış ve kendini geliştirmiş eğitmenlerin; günümüz insanını, toplumu, kültürel değerleri biliyor olduğunu varsayıyoruz. Belki de eğitmen için, duyduğumuz statülere inanıyoruz mu demeliyim!? Bir çalışmada eğitmen kendi egosunu tatmin etmek için uğraş vermez tersine karşısındaki eğitim almak isteyen bireyi anlayarak, sorularına doğru cevapları üreterek ilerler. Öğrenci merak etmeyi, sorgulamayı, bilinçli olma halini uyanık tutmak için çaba sarf etmelidir.  

Peki dünyayı ya da bir şehrin kültürünü değiştirebilecek, “güçlü” diyebileceğimiz kişiler, kurumlar vb. herkes bu konuda sorumlu değil midir? Her şeyi bildiklerini söyleyenler, onlar sorumlu değil midir?  Bu insanlar her şeyi bilirler… En iyi bisiklet sürmeyi bilir, en iyi yemek yapmayı, oyunculuğu, dekoru, kostümü, müzik dinlemeyi, en mikrofonik ses onlarındır, en fotojenik onlardır, en iyi onlar rezonanstan konuşur, en iyi sesi onlar fırlatır…. Cinsiyet belirlemediğime bakmayın, yeryüzündeki tüm cinsiyetler bu sorunun birer paydaşı olarak çözüme ortak olmak durumundadır. 

Artık bu yaşananların tek trajik kahramanı vardır; o da “sessiz kalandır” 

MÜGE SAUT

(Altkat Sanat Tiyatrosu)

5

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku