Heidelberger Stückemarkt ve I Love You Turkey

Fatma Onat

Bir güzel Mayıs yaşadık Heidelberg’te. İşlerimizi, son yılların bize yükledikleriyle ürettiklerimizi taşıdık Gülhan Kadim küratörlüğünde. Karşınızda sizi izlemeye, dinlemeye hazır birilerini bulunca bir heyecan da kaplamıyor değil içinizi. Hele de bu birileri memleketin kokusunu çokça hisseden, bir yerde komşunuz sayılabilecek, milyonlarca Türkiyeliye memleket de olmuş bir ülke, Almanya’ysa bir yabancılıktan çok muhabbet arkadaşıyla buluşma duygusu geliyor insana, ama yine de bir telaşa kapılabiliyorsunuz. Bize hep politik iklimden mi sözedecekler telaşınız, sizi gittikçe hakikatten uzaklaştıran, “bizim oralarda işler o kadar da korkunç değil” demeye vardıran bir yere de taşıyabiliyor. Oysa, biliyoruz ki çokları için hayat hiç iyi de değil… Sonra bir oyun çıkıyor hepimizin karşısına, tamam diyorsunuz halin bir kısmı budur. Söze gerek yok, hikaye bizim oralardan, tam da bu zamanlardan. Kendini açma korkusu yine devreye gidiyor, ama tiyatro bu, korkunun oyunu durdurmaya gücü yetmiyor. O oyuna birazdan geleceğim.

Heidelberger Stückemarkt Tiyatro Festivali’nin bu seneki konuğuydu Türkiye. Festival benim için başka bir anlam daha taşıyordu. Memleketimin tiyatrosu bu sezon neler üretti, sahnede neler anlattı diye merak ediyordum, bir süredir dünyanın başka bir köşesinde yaşayan birisi olarak. Hem sevdiğim meslektaşlarımla hasret giderdim, hem de dünyanın bir ucunda sızıyla, ama bir o kadar da umut dolu yazdığım bir oyunla yarışır halde buldum kendimi. Tanımaktan onur duyduğum Recai Hallaç’ın özenli çevirisiyle metinlerimizi Almanca olarak dinledik seyircilerle beraber. Oyunlar da izledik. Derin derin sohbetleşmişiz gibi bir süreç oldu. Yabancı meslektaşlarımızla konuştuk, dertleştik.

Bu seyahatin en güzel tarafı ne iş yaptığımızın, nereli olduğumuzun mis gibi hatırlatılmasıydı. Güç veren, cesaretlendiren bir hatırlatmaydı bu. Bizim severek yaptığımız bir işimiz vardı, ve biz ne yapıyorsak buralar kokuyordu. O kokunun en çok bulaştığı oyunlardan biriydi “Seni Seviyorum Türkiye”. Hele de son birkaç  yılın politik hırpalamasından, parçalamasından, kafa bulandırmasından nasibini almışların, kendini göç yollarına bırakabilmişlerin, kalmak zorunda kalmışların ya da kalmayı seçmişlerin hissiyatına bir güzel ortak oldu ki sormayın. Oyun, kentin içindeki politik parçalamanın belki de en az hasar verdiğine inandıklarımızı bile ne menem bir “gitme zahmeti”ne soktuğunu, ama her şeye rağmen “kalmışlar”ı, coşkusunu hiç kaybetmeden anlattı.

Ceren Ercan‘ın yazdığı bu metin bir şimdiyi okuma metni. Hikaye İstanbul’da bir çamaşırhanede geçmekte. Kirli çamaşırlarını yıkamak üzere çamaşırhaneye gelmiş beş karakter var oyunda. Aktörler Defne Şener Günay, İrem Sultan Cengiz, Damla Karaelmas, Emre Koç ve Alican Yücesoy kendilerine sunulmuş alanda pek severek oynuyor. Sahnenin imkanının onları coşturmasına engel olmayan bir reji içinden geliyor sesleri. Yer yer grotesk bir evrene dalacakken yeniden boyutunu değiştirip, aşina olduklarımıza dönüşüyorlar.

Bu oyun kişileri aynı politik atmosferin içinden farklı sosyal sınıflara, düşüncelere sahip insanlar. Aynı zeminin başka tonları yani. Yazarın, içinde bulunduğu dönemi en iyi yaptığı işle, tiyatroyla anlatma becerisi takdire şayan. Öyle taa yıllar sonrasına kalacak bir anlatının derdine düşmeden, sıcak sıcak akan gerçeğin el yakıcılığından korkmadan, içinde bulunulan politik sürecin kendi bulunduğu, en çok da bildiği yere etkisini tiyatronun imkanlarını tepe tepe kullanarak anlatmaktan kaçınmadan yapıyor işini. Bu zamanların korkusundan çok, cesaretini bulaştırıyor anlatısına. Politik perspektifin kentin sosyal sınıfları arasındaki gölgesini açığa çıkarıyor. Seni Seviyorum Türkiye tam da böyle bir iş olarak çıktı çoğunluğu “yabancı” olan seyirci karşısına.

Oyunun yönetmeni Yelda Baskın, metnin ironisini öyle iyi kurcalamış, meseleyi öyle güzel kucaklamış ki. Sahne üzerinde yakaladığı ritm, tedirgin kahkahaların önüne geçmek gibi bir niyet taşımıyor. Tersine, bu akışa izin veriyor. Fakat özellikle de son yarım saat “neden bu oyun burada bitmiyor ki” diyeceğiniz üç tane farklı anı bir sona dönüştürmeden, metnin kurcaladığı o “umutsuzluk sarmalı”nı bile isteye, sıkılıp darlanmamıza olanak tanıya tanıya veriyor. Seyirciyi memnun etmekten çok, gerçeklik içinde memnuniyetsiz olduğu o aralığa maruz bırakıyor.

Yanlış anlaşılmasın, soluksuz değil. İnsan bir yerde kendi nefesini alacağı bir köşe buluyor. Fakat belli ki yönetmenin böyle bir aralık sunma derdi de yok. Ayrıca bu oyunu “yabancı bir ülke”de oynadığınızda dramaturjisi o kadar etkili akıyor ki. Hele de oyuncuların seyircilerin arasına geldiği sahnede, yüz yüze kaldığınızın sizi alması için “ricacı” olduğunuz, hatta “yalvardığınız” tarafta duruyor olması… Bir eşitlenme gibi. Bu sayede herkes için  yüzleştirici” bir noktaya taşınıyor oyun. 

Seni Seviyorum Türkiye‘yi Heilderberg’te izlemek de benim payıma düşen bir trajedi gibiydi. Meğer bir süredir yurtdışında, memlekete çoook uzak olan bir ülkede yaşamaya çalışan biri olarak izlemişim oyunu. Oysa ben öyle biri olduğumdan haberdar değildim! Oyunun yüzleştirdiği anlar o kadar bu zamandan ki, sadece bize değil, yabancı seyirciye de fazlasıyla dokundu. Çokça konuştular oyun hakkında. Ortaktı hislerimiz. Fakat sanki spotları açıp salondaki Türkiyelileri gösterdiler gibi bir çıplaklık da hissedildi oyun sonunda. Dağılan yüzümüzü toparladık. Demem o ki, ailecek misafirliğe gittik Heidelberg’e. Çokça “I love you Turkey” dedik.

İyi etmiş miyiz? 

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku